24 Nisan 1915’in yani Ermeni soykırımının yıldönümünde, Papa’nın, Avrupa Parlamentosu’nun ve Putin’in “soykırım” kelimesini kullanmış olmaları, bekleneceği gibi, Türkiye’de standart tepkilere yol açtı. Özellikle devlet katında resmi dil eksiksiz sergilendi.
Bunlardan özellikle Putin’in sergilediği tavır, onu Soçi’de Olimpiyat açılış törenlerinde yalnız bırakmayan arkadaşı Erdoğan ve efradı arasında şaşkınlık ve hayal kırıklığı yarattı. Bu şaşkınlık beklenebilir bir şeydi; “Ben senin Çerkes’inekarışmayayım, sen de benim Kürd’ümekarışma” olarak özetlenebilecek gayri resmi antlaşmaya bir bakıma ihanet demekti. Ve Putin’e gereken tepki gösterildi. Sonrasında da Putin’in adamları “Valla yanlış anlaşılma oldu, aslında Putin ‘soykırım’ demedi; topu topu bir kerecik dedi” diyerek durumu toparlamaya çalıştılar.
Ama beni daha çok ilgilendiren bir başka mesele var…
Bazı Çerkes gruplarından Putin’e “Ermeni soykırımını tanıyacağına, Çerkes soykırımını tanı!” olarak özetlenebilecek bir tepki geldi. Ayrıca gene aynı günlerde özellikle sosyal medyada –ne kadar yaygın olduğunu bilemediğim- garip bir polemik yaşandı. Ermenilerin yaşadığı büyük felaketi anan ve onların acısını paylaşan bazı Çerkes gruplar, başka Çerkes grupları tarafından şiddetle kınandı.
Bu tepkiler arasında Ermeni soykırımını anan Çerkeslerin “aslında Ermeni” olduğundan, Ermenilerin yaşadığı “olay”ın aslında “soykırım” olmadığına, Ermenilerin “ihanet” ettiğine, esas soykırımın Çerkeslerinki olduğuna uzanan bir dizi yargılama ya da suçlama yer aldı.
Devlete esir olmak
Bu tepkiler oldukça karmaşık bir ruh haline tekabül ediyor. Mesela Balkan Savaşları veI. Dünya Savaşı sonunda Anadolu’ya göç eden Balkan kökenlilerde de görüldüğü gibi, 1864’te Rusya’da soykırıma uğratılan Çerkesler arasında da benzer eğilimler görmek mümkün: Yani göç edilen ülkeye -ne olursa olsun- sahip çıkıp, devletle örtüşmek, dilini unutmak da dahil olmak üzere devletin istediği uysal vatandaş olmayı kabul etmek… Ya da göç edilen ülke coğrafyasında darmadağın bir vaziyette yerleştirilip, direnmenin maddi ve kolektif koşullarının olmadığı bir toprak parçasında, başka çaresi olmamak ve boyun eğmek…Dolayısıyla, devletin balyoz tehdidi altında, kendi derdini bile unutmak ve kendi dışındakilere aynen devlet gibi bakmayı öğrenmek…
Öte yandan, Türkiye ulus-devletininçok keskin, çok kutuplaşmış, çok hastalıklı bir şekilde üretmiş olduğu ikili düşünce yapısının sonuçlarına tanık oluyoruz. Buna göre, Türkiye topraklarında yaşayan herkes istisnasız bir şekilde “dost-düşman” ya da “vatansever-vatan haini” ayrımları üzerinde büyüdü.
Bu yüzden, bizim memlekette gerilimler ve kutuplaşmalar hiç bitmedi. Ve işin kötüsü bu ikili mantık Çerkes ve Ermeni halklarının yaşamış olduğu acıların karşılaştırılmasına kadar vardı.
Ermeni meselesinin konuşulmasını istemeyen Türk devletinin tavrına benzer şekilde, geçmişte Ermenilere karşı suç işlemiş olanlar da sessizlik sarmalını sürdürmek istiyorlar. Benim gibi Balkan göçmenlerinin ve sürgün ve soykırıma uğramış Çerkeslerin atalarının bir kısmının zorla ya da gönüllü bir biçimde Ermeni temizliğinde devletin enstrümanı olması da bu sessizliğin ya da devlet dilinin yeniden üretilmesinde kuşkusuz rol oynuyor.
Oysa geçmişimizden hiçbirimiz, hele tek tek bireyler olarak sorumlu değiliz. Ancak, devamlılık ilkesi etrafında evrilen devletler sorumludur geçmişten… Buna karşılık, tek tek bireyler de geçmişin açığa çıkarılması ve yüzleşerek konuşulması konusunda sorumluluk sahibidir. Eğer o soykırım hâlâ inkâr ediliyorsa, bugünkü bireyler binbir dereden su getirip, yok edilen insanların hatırasına saygı göstermek yerine, soğuk devlet dilini aşmak gibi bir sorumluluk sahibidirler.
Sonuç olarak, 24 Nisan’da Ermeni soykırımı anması vardı; 21 Mayıs’ta Çerkes soykırımını anacağız. 1864’te Çerkesler neredeyse 100 yıl süren savaş ve direnişin sonunda yaşadıkları ata topraklarından sürüldüler; bu sürgün aynı zamanda, çoluk, çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek, soylarının kırılmasını da beraberinde getirdi. Tarihleri bölündü, kesintiye uğradı; ne kadar direnseler de kültürleri örselendi; toplumsal bağlar koptu.
Bugün Rusya Çerkes soykırımını tanımak zorunda. Rusya’nın güdümüne girmiş kukla bir yönetimin altında Çerkeslerin yaşıyor olması, Çerkeslerin soykırıma uğramadığını göstermiyor. Anavatanlarında özgürlüklerini yaşayamayan Çerkeslerin gerçekten varolabilmeleri için bizzat topraklarında yaslarını tutabilmeleri ve bu “yas”ın otorite tarafından tanınması gerekiyor.
Bu yüzden Putin’den, Rus devletindenÇerkes soykırımı tanımasını istemek en doğal, insani bir haktır.
Öte yandan Çerkes soykırımından sadece 50 sene sonra, cephe gerisini “hain Ermeniler”den boşaltmak ve güvenceye almak gibi türlü çeşitli gerekçeler arkasına saklanan sözde “tehcir” kararıyla, benzer bir soykırım işlendi. Savaş bölgesiyle alakası olmayan yerlerden, yaşlı Ermeni kadınları, küçük Ermeni çocukları ölüme yollandı.
Bu yüzden Türkiye Cumhuriyet’inden Ermeni soykırımı tanımasını istemek en doğal, insani bir haktır.
Bugün ötekileri anlamak, kendimizi anlamak
Ermenilere yapılanları düşünmek ve anlamak Çerkeslere yapılanları anlamaktır. Aynı şekilde Çerkeslere yapılanları anlamak Ermenilere yapılanları anlamaktır. Soykırımın hâlâ bitmediğini görmek ve acil olarak hem Ermenilerin hem Çerkeslerin tüm potansiyelleriyle, sanatları, kültürleri, dinleri, xabzeleri ve dilleri ile yaşamalarını sağlayacak önlemlerin alınmasını talep etmektir.
Yokoluş ya da eksilme hem Anadolu’da hem de Kafkasya’da korkunç yaralar açtı. Sadece yokolanlar ve gidenler için değil, gidenlerin yerlerine yerleşenler ve kalanlar için de derin bir huzursuzluğun temelleri atıldı. Eğer bugün üst üste binen sorunlar, arka arkaya eklenen travmalar, darbeler ve birbirine öfkeyle düşman olanlar varsa, geçmişte burada Ermeniler, orada Çerkesler yok edildiği için var.
Sadece buradan örnek verecek olursak, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 saldırıları gibi Müslüman olmayan tüm azınlıklara yönelik haksızlıkların ötesinde, Ermenilerin bugün hâlâ yaşadığı sorunlar var: hâlâ tam olarak iade edilmeyen vakıf malları, azınlık okullarını adeta “yabancı” okul gibi görüp, denetleyici bir Türk müdür başyardımcısının bulunuyor olması, Ermeni tarihinin okutulmaması ve çarpıtılmış bir 1915 anlatısının tevhidi tedrisat nedeniyle Ermeni okullarına bile dayatılması gibi… Bunlar soykırımın devam eden sonuçlarından sadece bir kaçı…
Orada Rus devleti Çerkeslerin, burada Türk devleti Ermenilerin zenginliğinin üzerine oturdu. Burada bugün işadamı olarak gördüğümüz bir çok zenginin sermayesinin kökeninde Ermenilerden el konan mal, mülk ve sermaye var.
1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti “Ermeni”yi vatandaş olarak kabul etmedi. Askere aldı, vergisini aldı, Ermeni okullarında bile “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sloganını söyletti ancak buna rağmen Ermenileri subay yapmadı; Yargıtay kararlarında diğer gayrimüslimler ile birlikte Ermeniler’den “yabancı vatandaşlar” diye bahsetti.
Bugün Kadirov “Putin Allah’ın bir hediyesidir” derken, tam da bu sahte özgürlük görüntüsü altındaki esir alınmışlığı gözler önüne seriyor. Biat ve sadakat elde edilirken, aslında soykırım devam ediyor.
Bu yüzden çok acı çekmiş bir toplumun insanları olarak –kimseye şart koymadan-bugün Türkiye’de yaşayan ve sayıları 50 bin kalmış, dünyanın dört bir yanına dağılmış, yaslarını hiçbir zaman tutamamış, zaman tünelinde asılı kalmış bir şekilde ve bu toprakları özleyerek yaşamaya çalışan Ermenileri anlamak sadece onların yaşamasını sağlamak değil; kendi acılarımızın da sağaltılmasını getirecek.