Umut Yolcuları (Sürgün Derlemesi 5. Bölüm)

0
507

Mezışha’daki mağaraya sığınan Tseyhable’lilerin yaşlıları yine bir wunafe (toplatı) yaptılar. Vatanlarını terk etme konusunda acele etmemeye, en azından bu kışı mağarada geçirip gelişen durumlara göre hareket etmeye karar verdiler. Bu arada savaşta ağır yaralanan Aşıwhable’li L’ışe Aslankeriy zekaret durumundaydı. Bir Rus kurşunu omzunun dibinden girmiş ense kökünü parçalamıştı. Zamanla da yaranın olduğu bölge çürümeye başlamıştı. Yaranın iyileşmesi için yapabildikleri sadece sıcak su ile yarayı temizlemek ve temiz bir bez parçası ile sarmaktı. Bunun dışında şifa dağıtma yeteneğine (Ne šapşe) sahip olduğu bilinen Mıhamçeri Hute her gün yaranın üzerine işaret parmağı ile bir dikine, birde yanlamasına bir çizgi çekiyor ne söylediğini kendisinden başka kimsenin anlamadığı bir şekilde mırıldanarak dua ediyordu. Eski bir Adığe inancına göre; bir yılanın ağzındaki kurbağayı düşürüp aynı gün güneş ve ayı bir arada gören insanın şifa dağıtıcı olduğuna inanılırdı. Mıhamçeri Hute’de gençliğinde bu şekilde bir olay yaşadığı için şifa dağıtıcı olmuştu. O günden sonra kendisine her türlü hasta gelmeye başlamıştı. Yaptığı tek şey hastanın göbek bölgesine eliyle bir atı işareti yaptıktan sonra mırıldanarak dua etmekti. Mağaradaki diğer iki yaralının çeşitli yerlerinde kesikler ve kırıklar olduğu için bu konuda uygulayacakları tedaviyi biliyorlardı. Açık yaraların kapanması için her gün mevsimi olduğu için ormandan taze habzegu (sinir otu) otu toplayıp tampon yapıyorlardı. Ağrılarını hafifletmek için ise Şk’eplh (1) otunu kaynatarak hastalara içiriyorlardı. Kırıkların çabuk iyileşmesi ve düzgün kaynaması için kurutulmuş etten çıkartılan yağ ve köpüğü kullanıyorlardı. Kurutulmuş et ateşin üzerinde yavaş yavaş kaynatılıyor, üzerinde biriken yağ ve köpük ayrı kaba aldıktan sonra pişen et hastaya yediriyorlar, üzerine de et suyu içiriliyordu. Yağ ve köpük ise kırık kemiğe sürülüyordu. Ayrıca kırık kemiğin hareket etmemesi için küçük ağaç parçaları ile destekleyerek sarıyorlardı. Uygulanan bu tedaviler sonucu iki yaralı savaşçı iyileşme emareleri göstermeye başlamıştı.

Bu yaralar belki iyileşebilirdi ama yüreklerine bin bir cihetten saplanan acıların açtığı yara nasıl iyileşecekti. Hangi yardım eli onduracaktı bu derin yaraları, bu harlı ateşi söndürmeye hangi okyanusun suyu yetebilecekti. Gündüzleri erzak temin etme, yaklaşan kış için hazırlık yapma gibi telaşlarla bir şeklide geçiyordu ama karanlık geceler bir türlü geçmek bilmiyordu. Geceleri mağaranın içinde canlılığın tek göstergesi sadece bir köşede yanan yağ meşalesinin loş ışığının sağa sola reveransı, duvarlarda oynaşan gölgeler ve titreşen insan siluetleriydi. İçerideki herkesin umudu her geçen saat yanan bir mum gibi yavaş yavaş tükeniyor, gözyaşları önce kirpiklerinden ılık akıyor, sonra donup kalıyordu yüreklerinde. Biraz içlerindeki sıkıntıyı gecenin serinliğinde hafifletmek için dışarı çıkanlar, uzaklarda Ruslar tarafından yakılan köylerin gökyüzünü aydınlatan alevlerini umutsuzca izliyordu dağın zirvesinden. Her gece bir köyün yakıldığını görmeye alışmışlardı artık. Tseyhable’nin yakıldığı gece de herkes dışarı çıktı, meçhul bir ufka bakar gibi baktılar çaresiz, yine sessiz. Evler, samanlıklar, ahırlar, ot yığınları, ağaçlar, börtü böcek bütün tabiat cehennem alevlerinin içinde son çırpınışlarını yaşıyordu. Canlı canlı yakılan hayvanlar bir ateş topu gibi biçilme zamanı gelmiş buğday tarlalarına, ormanlara dalarak insan olduğunu unutan askerlerin işini kolaylaştırıyordu. Alevler yükselip karanlığı aydınlattıkça, yürekler de yanıyordu. Kimisi evinin önündeki sarmaşık güllerini, kimisi kapı arkasında asılı duran hasır seccadesini, kimisi sandıktaki el emeği göz nuru çeyizini, kimisi de tahta oyuncağını düşünüyordu. Hatıralar yandıkça, umutlar bir kez daha söndü o gece.

Bu arada Thaupse sahillerindeki zoraki bekleyiş iki gündür sürüyordu. Herkesin gözü denizle gökyüzünün birleştiği düz çizgideydi. Birçoğu hayatlarında ilk defa denizi görmüş meraklı gözlerdi. Nawruz sevdiği genç kızın bulunduğu grubu sürekli uzaktan izliyor, Doleçeriy’e ait kanlı şarxonu Nebzıf’a nasıl vereceğinin planını yapıyordu. Önce kalabalığın içinde Tram adında bir adamı gözüne kestirdi. Nawruz, Tram’a para karşılığı, Doleçeriy’in savaşta nasıl öldüğünü öğütlediği gibi genç kıza anlatmasını ve sevdiği adama ait olan kanlı şarxonu ona vermesini teklif etti. Tram, Doleçeriy’e ait şarxonu omuzlarına atıp Nebzıf’ın bulunduğu gruba doğru gidince, genç kız delikanlının omzundaki kanlı şarxonu hemen tanıdı. Zavallı kız adama yalvarmaya başladı.

-Bu şarxonu nereden buldun, sahibine ne oldu Allah aşkına ne olur anlat, dedi.

Tram bu şarxonun sahibi Doleçeriy ile aynı cephede savaştıklarını, düşman hattının içinde cansız bedenini gördüğünü, kendisinin de Tsey sülalesinden olduğunu, şarxonun üzerinde kendi aile armalarını (tamğe) görünce cesedin üzerinden aldığını söyledi. Adığelerin “Sıkıntı doğum yapmış, dert doğurmuş.” (Gupağor zeĺfem, lajer kıĺfığ) dedikleri andı genç kızın yaşadıkları. Çektiği acılar yüreğinden taşarken şimdi bir de biricik aşkının kara haberini de sığdıracaktı o tazecik yüreğine. Kahrolası (Tham tumı yış’ın) cehennemim oğlu savaş her yere zehrini pervasızca akıtıyordu yine. Genç kızın yüreği daha ne kadar katlanabilecekti bu acılara. Yürek yanmadıkça göz yaşarmaz derler. Gözyaşları yüreğindeki acıların haykıran sesiydi. Yapabildiği tek şey sadece ağlamaktı.

Rus askerlerinin kuşatmasının arasından geçip bakımlı atların üzerinde bir grup insan karıştı sahildekilerin arasına. Yeni gelen grubun başında Canbolet bey vardı. Canbolet bey ülkeyi terk etmek için Ruslarla anlaşmış, beraberindeki mahiyeti ile Thaupse’ye gelmişti. Nawruz, Canbolet beyi iyi tanıyordu. Bir defasında Canbolet beyin komuta ettiği Abzax birliğinde bulunmuştu. Canbolet bey hali vakti yerinde ve Adığe diyarında geleneklerine bağlılığı, cesareti, yiğitliği ve mertliği ile tanınmış bir soyluydu. Nawruz, eski komutanının yanına giderek ona kendisini ve başlarında erkek kalmayan biçare Aşıwhable’lileri de mahiyetine almasını rica etti. Canbolat bey eski silah arkadaşından gelen bu teklifi hiç tereddüt etmeden kabul etti.

Tseyhable’lilerin yaralarını sarmaya, acılarını biraz unutmaya başladığı günlerde Ruslar Çerkes ülkesinde yerli halktan kimseyi bırakmamak için, 200.000 kişilik bir askeri güç ile çok geniş çaplı bir arazi taramasına başlamışlardı. Adığeleri karadan müstahkem hatlarla çember içine alarak çemberi kıyıya doğru daraltmaya başladılar. Bütün ülkeyi nerdeyse kol boyu mesafede tarıyorlardı. Direnen Adığeleri öldürüyorlar, istavroz çıkarıp Hıristiyan olmayı veya kendilerinin belirledikleri yerlere yerleşmeyi kabul etmeyenleri süngü zoruyla sahile yönlendiriyorlardı. Rusların bu isteklerini kabul etmeyen Adığelerin hemen hemen hepsi sürgüne zorlanıyordu. O günlerde ülkede olup bitenlerin büyük bir çoğunluğundan dağın başındaki Tseyhable’liler habersizdi. Bu arada ağır yaralı olan Aşıwhable’li Ĺışe Aslankeriy hakkın rahmetine kavuştu. Böylece ilk mezarlarını Mezışha’nın doruklarına kazmış oldular. Diğer iki yaralı askerin gün geçtikçe yaraları iyileşmeye başlamıştı.

Güneşli bir Ağustos günü Xonago’lerin dul gelini Mıslımet yaralılara Habzegu otu toplamak için mağaradan bir kilometre kadar uzaklaşıp ormanın eteklerine doğru indi. Bir yandan boynuna sardığı kundağın içindeki on bir aylık kızı Gunes ile oynaşıyor, minik kızını gülümsetmek için ona türlü hareketler yapıyor, bir yandan da rastladığı habzegu otlarını topluyordu. Aynı günün erken saatlerinde Temruko ve diğer erkekler de atlarına binip harabeye çevrilmiş köylerin enkazları arasından yiyecek ihtiyaçlarını temin etmek için mağaradan ayrılmışlardı. Mağarada yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar ile yaralı iki delikanlıdan başkası kalmamıştı. Vakit ilkindi vaktine yaklaşmış, güneşin coşkulu ışıkları yüksek ağaçların arasından bir lazer ışığı gibi sızıp düştüğü yeri aydınlatıyordu. Mıslımet, ağaçların gölgesinde kızıyla oynaşarak yeteri kadar habzegu otu toplamış, akşam yemeği için kırmızı mantar (hau pĺıj) toplamaya başlamıştı ki ormanın aşağı taraflarında bir hareketlenme olduğunu fark etti. Bir ağacın arkasına saklanıp dikkatlice seslerin geldiği yöne baktı. Yaklaşık 300-400 metre kadar aşağılarda askerlerinin ormanda bir şeyler arıyorlarmış gibi gezindiğini görünce; yüreği ağzına geldi, korkudan göz bebekleri büyüdü. Kendisi gibi mağaranın dışında birkaç kişi daha olabileceğini düşünüp onlara hemen gidip haber vermeye karar verdi. Kucağındaki yavrusu hiç aklına gelmedi o an. Yerinden fırlamaya hazırlandığında eteğinin bir ağacın dalına takıldığının farkında değildi. Hamlesini yaptığı anda kucağındaki çocuğu ile birlikte yüz üstü yere yığıldı ve kadıncağız biricik yavrusunun üzerine düştü. Küçük Gunes yere düştükleri anda can havliyle müthiş bir çığlık atıp avazı çıktığı kadar yüksek sesle ağlamaya başladı. Kadın dehşet içinde aceleyle hemen yavrusunun ağzını elliyle kapattı. Ancak çocuğun çığlığını çoktan duymuştu Azrail’in tetikçileri. Hemen yerinden doğruldu ve var gücüyle mağaraya doğru koşmaya başladı. O anda ormanda birkaç el silah sesi yankılandı. Kan ter içinde Rus askerlerine görünmeden mağaraya ulaşıp telaşla kendisini içeri atmayı başardı. Mağaranın dışındakiler silah seslerini duydukları anda hepsi korku içinde içeri girmişlerdi bile. Yaşlı Muhamtal, Muslımet’te geldikten sonra gayet soğukkanlı bir şekilde hiç telaşlanmadan dışarı çıktı. Rus askerleri yetişinceye kadar mağara girişine doğru oluşan ayak izlerini bozarak üzerlerine kuru yaprak, çalı çırpı serpiştirdi. İki kaya arasındaki mağara girişini askerlerin bulması çok zordu ama o yinede girişe birkaç dal parçası koyarak kamufle etti. Mağara bir anda yine ölüm sessizliğine büründü. Mıslımet mağaraya girdiği halde üzerindeki şoku atlatamamış korkudan tir tir titriyor, hala çocuğunun ağzını bilinçsiz bir şekilde tutuyordu. Kayın validesi Nısefıj uzanıp morarmış torununu gelininin kucağından aldığında çocuk artık nefes almıyordu. Zavallı yaşlı Nısefıj bağırmamak için kendini çok zor tuttu. Kızının nefes almadığını yeni fark eden Mıslımet ise bu kez kendi ağzını iki eliyle sıkı bir şekilde kapattı ve gözlerinden Psıkups nehrinin azgın suları gibi gözyaşları dökülmeye başladı.

(1)Bu bitki iki yılda bir yetişen yaprakları pütürlü ve kırmızı siyah karışımı bir rengi olan yabani bir ottur. Çerkesler tarafından, bu bitkinin yaprakları demlenerek ağrılarının hafiflemesi için hastalara içirilir, kökleri ise yemeğe renk katması için kullanılırdı. Türkçe adı bilinmiyor, İngilizce adı “Echium Rubrum Jack”tır.

(Devam edecek)

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz