B- Asimilasyon
Halihazırda yurdumuza orduyla giren Çarlık kuvvetlerinin toplumumuzda yarattığı ön-asimilasyonu bitirmişken, önce oradan devam edeyim “Asimilasyon” kısmına. Bilmek, unutmamak gerekir ki, Çerkesya’da hala Çerkes halkı asimile olmaktadır, dozunun diaspora kadar olmaması ise fazlasıyla anlaşılır bir şey. Sonuçta, orada hangi dağa baksanız bir hatıra hangi nehire gitseniz bir tarih canlanır. Kültürel nüveleri, politik bir hat olarak anlatmaya çalıştığım geçmiş makalelerimde bunu işlemiştim. Halihazır savaşın zaferini ilan ettikleri Sochi zafer kutlamasından sonra önce olduğu gibi sonra da Çarlık kuvvetleri Çerkesya dağlarında direnen grupları imha etme politikası izlemeye devam ediyordu, bir de bazı köyleri çeşitli bahanelerle katlediyordu. Katletmedikleri bazı köyleri de, tarlalarını, ağaçlarını ve hatta evlerini, bahçelerini, hayvanlarını talan ederek ve kundaklama eylemleriyle terke zorluyordu. Terk etmemekte ısrar edenleri, süngü zoruyla çıkarıyordu köylerinden, Çerkesya’nın karadeniz sahilleri; yaşlılar, kadınlar ve çocuklarla dolmuş taşmış, salgın hastalıklar kol gezmekteydi.
Açlık ve sefalet içinde hasta olmaya terk edilmişti bir halk. O gün orada ölmeyenlerinde büyükçe bir kısmı ya kapasitesini misliyle açan gemilerde Osmanlı limanlarına gelirken öldüler ya da indikleri limanda açlıktan ve hastalıktan öldüler (Dönemin Osmanlı veya Çarlık arşivlerinde açıkça bahseder, *Talihsiz Çerkeslere İngiliz Peksimeti adıyla da açlığımızın araştırmasını yapabilirsiniz) Peki sürgün edilmeyenler? Onlar da topraklarını, köylerini, düzenlerini terk etmeye zorlandılar ve Çarlığın gösterdiği yerlere ikamet ettiler. Rus Kolonyalizmi diye bilinen bir politika uygulandı ve Çerkesya, Çerkessizleştirilmeye hızla başlandı. Çerkesya’ya daha önce orada hiç bulunmayan ancak Çerkes-Rus savaşının öncü birliği olarak görev yapan Rus Kazakları yerleştirilmeye başlandı ve Rus Kazakları Çerkesya’da Çerkeslerden daha kalabalık bir hal aldı. Çerkesya hakkında, detaylı anlatacak kadar ayrıntı bilmiyorum, ancak bugün Çerkesya, o günlerde yaşanan kolonyalizmin ağır izlerini taşımaktadır ve Çerkesler, Çerkesya içerisinde azınlık haldedir. Ancak bu azınlık içerisinde “ dissosiyatif bozukluk” belirtileri az da olsa gözükmektedir. Ama asıl dissosiyasyon sorunu yaşayan, bunun ağırlığının belirginleştiği Çerkes çoğunluk Türkiye Cumhuriyetindedir. (Dissosiyasyonu aşağıda ele alacağım ama, üst üste birkaç defa kullandığım için ne olduğunu hemen belirteyim, hafızasızlık, kopma, bölünme, ayrışma gibi insan psikolojisiyle ilgili bir terim. Benim kullandığım anlamıyla, kitlesel hafızasızlaşma, kitlesel kopma, kitlesel aidiyet şizofrenisi diyebilirim).
Son günlerde sıkça duyduğumuz ancak kökeninin çok eskiye gittiğini tahmin ettiğimiz bir “kucak açma” meselesi vardır. İşte bu, sürgün gemilerinden inenler için kullanılan “en sığ” ve “en resmi” özettir. Hatta Türkiyeli Çerkesleri bu topraklarda asimile etmek üzerine gelmiş-geçmiş tüm politikaların ortak sloganıdır. Türkiye’de Çerkes asimilasyonu işte bu “kucak açma” ile başlamıştır. Bugün emin olun bize “kucak açıldı” diye, ortalığı velveleye veren hiçbir Çerkes ve “size kucak açıldı” diye ortalığı velveleye veren hiçbir kimse hayatı boyunca Edirne Antlaşması’nı (1829) okumamıştır. Eğer okumuş olsalar, okumuş kişilerin varlığından şüphe edip böyle zavallı bir slogan yerine, daha yaratıcı olurlardı. Çerkesya üzerinde, en az Çarlık kadar çıkar peşine düşmüş bir devletin, politik anlamda cephe gerisine düştüğü bir durumdan sonra ürettiği alternatif siyasetlerle halkı katledilen, ölmeyen akrabası kalmamış, açlık ve hastalıkla pençeleşen bir halka karşı hala menfaat üzerinden bakıyor olması, en başta halkımız için bir küfürken.. ne yazık ki halkımızın bugün dissosiyatif bozukluk problemi yaşayan bireyleri, onunla övünerek bu politikayı savunur hale geldiler. Çerkesler bu topraklara ilk geldikleri günlerde ciddi bir kültürel asimilasyona tabi tutulmadılar, ancak Çarlık politikalarının Çerkesya üzerinde “Çerkessizleştirme” politikalarına uygun bir şekilde politika ile karşılaştılar. Çarlık, gönderdiği Çerkeslerin asla Çerkesya’ya gelmesini istemiyordu ve Osmanlı da Çerkeslerin bir daha geri dönemeyeceği bir politika izliyordu. Akrabaları dağınık yerleştiriyor, imparatorluk sınırlarının her bir yerine taşıyordu vagonlarıyla halkımızı.
Bütün bunlardan sonra aklıma, Osmanlı’nın devşirme politikaları geliyor. Sahi, Osmanlı’da devşirmecilik nedir hiç bilir misiniz? Peki Osmanlı Çerkeslere “kucak açtığı” dönemde, halihazır Müslüman ve yüzyıllarca savaşmış bir kitleye post-devşirmecilik diyebileceğimiz bir politika uygulamış olamaz mı? Bunun için “devşirmecilik” nedir, hangi fikirle ortaya çıkmıştır ve nasıl uygulanmıştır bakabilir, bunun Çerkeslerin bu topraklara geldikleri zaman onunla ne kadar uyuştuğunu analiz ederek gerçeğe varabiliriz.
Çerkeslerin Osmanlı döneminde, dilinden, kültüründen ve tarihinden ne kadar uzaklaştıklarını kestiremeyiz, zira 1864 yılında sürgünle Osmanlıya geldiğinde 1 yaşında olan bir bebek, Cumhuriyet ilan edilirken 60 yaşındaydı ve çevresindeki hiç kimse o 1 yaşındayken Türkçe bilmiyordu ve çevresindeki herkesin tüm geçmişi yurtlarındaydı. O, Türkçe bilmeyenlerin içinde, bütün geçmişi Çerkesya’da olanların arasında büyümüştü. O’nun ne Çerkesceyi, ne Çerkesya’yı bilmemesi olağanüstü bir şey olmamışsa mümkün değildir. (Eğer yetimse ve başka bir Çerkes olmayan aile büyütmüşse, devlet yetimhanesinde büyümüşse, çocuk yaşta ailesinden ayırılıp Çerkes olmayan bir aileye verilmişse hariç mümkündür). O bebeğin, evlenip çocuğunun bilmemesi ise bugün saklanamaz boyutta bir asimilasyon aşamasından geçmesiyle mümkün olacağından ve bizim böyle bir büyük olayı bilmememizden kaynaklı şöyle bir yorumu daha ekleyebilirim, Çerkesya’dan Osmanlı’ya geldiğinde 1 yaşında olan çocuk, 24 yaşında evlenip 25 yaşında çocuk sahibi olsa, o çocukta 60 yıl yaşasa 1949 yılına kadar birinci elden Çerkesce ve Çerkes sözlü tarihinin yaşıyor olması gerekirdi. Fakat işte tam da bizim bu topraklara geldiğimiz zamanın içerisinde Avrupa’da yıldızı parlayan “ulusalcılık” elbette Osmanlı’da da taraftarlar oluşturuyordu. Gelin görün ki, daha savaşın yaralarını saramamış bu halk, tam da bu tartışmaların ortasındaydı ve ulusalcılar, çökme aşamasına gelen payitahta isyan ederek Ankara’da meclis kurup çalışmalara başladılar. İmparatorluğun çöküntüsünü paylaşan devletlere karşı; Anadolu’daki bütün halklardan oluşan direnişin başına geçip, bugün Türkiye’yi oluşturan sınırlar da devletleştiler.