Doğallığın adresi: Madalı Keçi Çiftliği

0
1289

Doğal, sağlıklı ve temiz gıdaya ulaşmak artık hepimizin kaygısı. Son yıllarda yaygınlaşan bazı hastalıklar hep gıdayı işaret ediyor ve nedeninin üretimde kullanılan tohumlar, ilaçlar, suni gübre olduğu belirtiliyor. Jıneps olarak hedefimiz, sağlıklı gıda üretenlerle sizleri tanıştırmak; bu kez Beyşehir’deki Madalı Keçi Çiftliği’ni ziyaret ettik. 

Yamçı dans grubu temsilcileriyle birlikte Beyşehir’e yaptığımız ziyarette hem bölgenin doğal ve arkeolojik hazinelerini keşfettik hem de Waynakh (Çeçen-İnguş) ailelere konuk olduk. Bu esnada büyüklerle sohbetin yanı sıra ateşin etrafında lowzar halkası da kurduk, haldmıj-gılnış da yedik.
Madalı Çiftliği’ni ziyaretimizde ise tüm ailenin bir arada olduğu söyleşiyi Filiz Özdemir Taşkoy ile yaptık, projenin fikir babası Ercüment Taşkoy’dan da teknik bilgiler aldık.

-Eşiniz Ercüment Bey matematik öğretmeni, ticaretle uğraşmış, siz de öğretmendiniz, keçi çiftliği nasıl aklınıza geldi?
-Filiz Özdemir Taşkoy: Yaklaşık 30 sene İstanbul’da kendi işlerimizi yaptık ama memleketimiz Beyşehir’e senede en az iki kere geliyorduk çocukların da kopmaması için. Bu gidiş gelişlerimizde tarhanadan tutun da salçaya, ete, peynire kadar her şeyimizi Beyşehir’den götürüyorduk, hatta kışlık sebzemizi bile. Uzun “son kullanma süre”li ürünleri çocuklarımızı büyütürken de kendi mutfağımızda da hiç kullanmadık. Sonra Ercüment şehirde temiz gıdaya ulaşmanın ne kadar zor olduğunu görüp bir çiftlik hayali kurdu ve hepimiz de bu hayale ortak olduk. Tek amaç vardı; şehirliye eskiyi, eski lezzetleri ve çok uzaklaştığı kırsalı hatırlatmak. Kendi soframızda olanı, ulaşmak isteyen şehirliyle de paylaşmak. Böylece eşimin hayalleriyle biz de tekrar topraklarımıza dönmeye karar verdik.

-Çiftliği hayata geçirirken ne tür zorluklar yaşadınız? Bildiğimiz kadarıyla keçileri bir yerden bir yere aktarırken herhangi bir virüs, mikrop taşıyor mu diye 6 ay karantina bölgesine çekiyorlar…
-Kesinlikle kolay olmadı, hâlâ da zor. Canlıyla uğraşmak hem çok zor hem çok riskli. Öğreneceklerinizin asla sonu gelmiyor. Her gün yeni bir vaka ile karşı karşıyasınız. Özellikle de hayvanlarınıza değer veriyor ve çocuğunuz gibi bakıyorsanız. İkincisi, oldukça maliyetli. Öngöremediğiniz birçok masraf çıkıyor gün içinde; eğer fabrikasyon iş yapmıyorsanız. Peynirlerin el yapımı olması, maksimumda hayvan konforuna verilen önem vs. hep daha yüksek maliyet demek. Üstelik biz hayvan bakımından peynir yapımına, paketlemeden dağıtıma hepsini kendi yapan bir çiftliğiz, dolayısıyla işimiz daha da zor.
Evet, hayvanlarımızı çiftliğe getirirken bir karantina dönemi oldu, zaten prosedür bu; fakat bizim için en büyük zorluklardan biri coğrafya. Anadolu’da yılın sadece iki ayı yeşil. Dolayısıyla hayvanlarımızın temiz beslenmesi için kendi yoncamızı, otumuzu da kendimiz yetiştirmek durumundayız.

En büyük sorun: Küçükbaş konusunda yetkin veteriner

-Hayvan bakımında yaşadığınız en büyün sorun nedir?
-Veteriner. Küçükbaşta uzman bir veteriner bulmak çok güç.

-Yakınınızda Selçuk Üniversitesi var…
-Evet, veterinerlik fakültesi, zooteknik var. İlişki kurduk ama küçükbaşta uzmanlaşmış bir veteriner hekim maalesef yok. Doğumlarda hastalıklardan dolayı çok hayvan kaybımız oldu. Aşı, ilaç dayatıyorlar; deneme yanılma… Bu kadar ilaç hayvan için doğru bir şey değil. Her ilaç verdiğimiz hayvanı sağımdan çekiyoruz; süreyi doldurmasını bekliyoruz, ilaç vücuttan ve sütten tamamen atılana kadar sütü sağıp döküyoruz. Bu durum alacağınız süt verimi açısından bir kayıp. Hâlâ veterinerle ilgili sıkıntı çözülmüş değil. Konferanslara, tarımla ilgili toplantılara katıldığımızda dile getirdiğimiz soru şu; “Bu alanda bilgili veteriner açığını nasıl kapatırsınız?” Çiftliğimizi bir staj alanı olarak açmaya gönüllü olduğumuzu Selçuk Üniversitesi’ne teklif ettik örneğin. Bu alanda uzmanlar yetişmek zorunda çünkü sadece biz değiliz, yüzlerce çiftlik var ve hızla da artıyor. “Çiftlik kurmak istiyoruz, adınızı duyduk, yol gösterir misiniz” diye arayanlar var ayrıca. Büyümeye açık bir konu.

-Aileden hemen herkes işin içinde. Nasıl bir işbölümü söz konusu?
-Kızımız Aysu okulu bitirince iş geliştirme, satış ve pazarlamayı tamamen ona devrettik. Yeğenim Saadet ofis işleri, muhasebe, müşteri ilişkilerini yürütüyor, aslında çiftliğin yönetimi tamamen onda diyebiliriz. Hayvanların doğru beslenmesi ve bunun için yapılan kendi yem karmalarımız, onların oranları, yonca yetiştirilmesi, hayvan sağlığı ve çiftlik yönetimini abim Faruk Taşkoy yürütüyor. Peynir reçeteleri, Ar-Ge çalışmaları, ürün geliştirme, üretim ise eşim Ercüment’e ait. Aysu’nun eşi Tuğhan e-ticaret, operasyonel yönetim ve satın almanın başında; iş geliştirmeyi Aysu ile ortak yürütüyorlar.

-Siz?..
-Ben aslında biraz jokerim :)) Her zaman her yerde bütün ailenin işi bırakıp olabilmesi mümkün değil. Ben Madalı’nın temsilci yüzü sayılabilirim. Evin alanından uzak çalışanların işlerini üstlenecek biri lazım, genellikle o işler bana kalıyor. Festivallerde ya da İstanbul’daki fuarlarda, tanıtımlarda hepimiz oradayız. Bazen uzak noktalara, temsilen gidilmesi gereken yerlere beni gönderiyorlar.

-Geçen ay Kars’taydınız…
-Evet… Genelde ailece katılmak istiyoruz ama yoğunluk varsa yalnız gidiyorum. Bu işte şunu gördüm ki aile başında olmadığı zaman yürümesi zor. Keçileri herhangi birinin merhametine ve bilgisine bırakamazsınız, tıpkı çocuğunuzu herhangi birine emanet edemeyeceğiniz gibi. Hayvanı emanet edeceğiniz kişinin iyi niyetli olması yetmez, dilinden anlıyor ve hayvan seviyor olmalı. Mutlaka her insan vicdan taşır ama bazen bilinçsizlik, küçük bir ihmal bir hayvanın sakatlanmasına, az beslenmesine ve oğlakların ölmesine neden olabilir.

-Pırıl pırıllar, bunu nasıl sağlıyorsunuz?
-En önemlisi hayvana verdiğiniz kıymet. Bizim hayvanlarımız modern bir ahırda, tertemiz ve pislikten maksimumda arınmış bir yerde yatıyorlar. Bununla birlikte kendi kendilerini de temizliyorlar.

-Mekân temiz olmadığında hayvan kendini ne kadar temizlese de kirleniyor. Oğlakların açık alana çıkmaları önemli olmalı…
-Düzenli temizlik yapmalısınız çünkü sürekli gübrenin üzerinde hayvanlar. Üç gruplar; iki grubun ayak bastığı yerde parmaklıklı bantlar var, o parmaklıklardan gübreler aşağıya iner, bant sistemiyle dışarıya çıkar. Sadece bir bölüm samanın üzerinde durur, çünkü hayvanların çiftleşme döneminde diğer tarafın bazı sıkıntılara yol açtığı görüldü, o grubu samanın üstüne alıyoruz. Samanı da düzenli temizlemeniz lazım, hayvan dışkısının üstünde yaşamamalı. Sağım alanları, her sağımdan sonra sabah-akşam düzenli yıkanır. Sağımda memeler mutlaka yıkanır, temizlenir. Keçi kokusu bizim ürünlerde olamaz örneğin. Bir keçi peynirinde keçi aroması alabilirsiniz -ki bu olgunlaşma ile ilgilidir-fakat kötü ve ağır koku almamalısınız. Bu koku, tamamen hijyen koşullarıyla ilgilidir.

-Yani ürüne de yansır…
-Kesinlikle. Eğer memeyi temizlemeden sütü alırsanız, sütteki bakteri peynire de geçer; sağlığınızı tehdit edecek bir şey olmayabilir ama koku rahatsız eder. Fakat kokuyu şununla da karıştırmamalı; biz 45 günlük olgunlaştırma süresinde en az kokunun olduğu peyniri gruplarız, onları tüketiciye sunarız. Eğer siz onu bir yıl olgunlaştırırsanız o zaman aroma çok yüksek hissedilir, artar; peynir fermente olmaya devam eder çünkü. Şöyle bir tüketici grubu da var; “keçi peyniri yemek istiyorum ama kokmasın”, onlara kısa süreli olgunlaştırılmış sunuyorsunuz. “Aromayı hissetmek istiyorum” diyenler de var. Bu nedenle bizim iki grup peynirimiz var: Birincisi, aromanın daha az olduğu taze peynir grubu. İkincisi, mağarada 6 ay ve üstü olgunlaştırdığımız peynirlerimiz.

-Neyle besleniyor keçiler?
-Sağlıklı, doğal gıdaya ulaşmak isteyen tüketicinin, gezen tavuk misali merada otlayan keçi hayali var. Ancak bir şeyi göz ardı ediyoruz; 2019 yılında yaşayıp 1900’lerdeki hayatı sunamıyorsunuz. Konya şartlarında 12 ay meramız yok, normalde böyle bir alan kalmamış zaten. Bizim yılın iki ayı yeşil kalabilen küçük bir meramız vardı, şimdi onu yeniden yapılandırıyoruz. Kışlık yemlerimizden yoncayı kendimiz yetiştiriyoruz, kendimiz ekiyoruz. Bunun dışında takviye olarak saman veriyoruz. Bugünün koşullarında temiz, katkısız, hilesiz hurdasız, var olanın en doğalını üretmek yegâne amacımız ve bunu başardığımıza inanıyorum. Hem kendim ürünlerimizi gönül rahatlığıyla yiyorum hem de çocuklarıma, aileme yediriyorum.

-Eskiden Uzunyayla’da da hayvanı merada tutamazdınız ama yediği her şey doğaldı. Hayvan başına 8 ay boyunca tüketeceği miktar hesaplanır, depolanırdı. Sadece 5 ay meraya gönderilirdi.
-Çiftliğin arka tarafında yem depolarımız var. Dediğim gibi, yoncalarımızı kendimiz ekiyoruz. Kendi tarlamız, ayrıca kiraladığımız tarlalar var. İki gün önce o yoncalar biçildi, balyalandı. Hayvanın sevdiği ve sütüne de iyi gelen kendi karışımlarımızı hazırlamaya çalışıyoruz. Hayvanlarımızın verimini doğal ve hayvanınızın da sevdiği şekilde artırabilirsiniz. Bunda hiçbir yanlışlık veya sağlıksız bir durum yok.

-Anne sütü gibi, yani insanlar gibi…
-Evet, doğuran anneye doktorlar ne diyor? “Şunu içerseniz anne sütü daha çok gelir, bol sıvı almanız lazım”… Bilimsel verileri dikkate alarak süt verimini artırmak için neler yedirmeliyiz, hangi oranda vermeliyiz? Ne sadece yağlanması lazım ne de sadece etlenmesi. Süt veren hayvan çok etli olmamalı; dengelemeniz lazım.

-Şırdan ile mayalanıyor peynirleriniz. Şırdan nedir?
-Şırdan hayvanın kursağından, onun fermante edilmesiyle oluşturulan, sıvı bir maya türü. Başlangıçta şırdanı da kendimiz yapabilir miyiz diye denedik ama bizim gibi günde 600 kg. süt işleyen bir işletmede yetiştirmek çok zor. Doğal yapısını bozmadan üretenler var, onlarla çalışıyoruz.

-Peynir altı suyuyla da mayalıyor musunuz?
-Çerkes peynirini öyle mayalıyoruz. Ama o peynirin de şırdanla mayalanmış olması lazım. Dolayısıyla Çerkes peynirini şırdan ile mayaladığımız peynir altı suyuyla yapıyoruz.

-Keçi sütünden sabun da çok revaçta, ürünleriniz arasında…
-Ayvalık’ta zeytinyağıyla yapıyoruz. Birlikte çalıştığımız bir atölye var. O tarafta da güzel planlarımız var. Sadece hepsi zamanla olacak.

-Çiftlikte hangi mevsim daha zor geçiyor?
-Kış tabii ki zorluyor ama yetişmiş hayvanda üşütme derdi yok. Mesela 2017 kışı sert geçti, böyle bir kış görmedik. Herhangi bir problem olmadı. Sadece oğlaklarda sıkıntı yaşıyoruz. Doğumlar kış aylarına rastlarsa sıkıntı olabiliyor. Yeni doğanları büyük ampullerle ısıtmaya çalışıyoruz. Altlarındaki saman da ısınmalarını sağlıyor.

-Son dönemde hem keçi sütüne hem de keçi sütünden üretilmiş diğer ürünlere bir rağbet var, niçin?
-İnsanların bu konuda bilinçlenmesini sağlayan sağlıkçılar oldu; doktoru, akademisyeni, araştırmacısı… Keçi sütünün anne sütüne en yakın süt olduğu sonucuna varıldı. İlk duyarlılık, farkındalık buradan başladı. Süt, hayatımızın vazgeçilmez ürünü, özellikle çocuklar için. Bizdeki keçilerin süt verimliliği de fazla, süt verme süreleri de… Bir programlama ile doğumlarını dengelerseniz, bir grup kesilmişken öbür grup doğum yapmış oluyor. Böylece bir dönem sütümüz azalır ama hiçbir zaman sıfırlanmaz.

-Keçiye yönelmede alerjiler de etken oldu galiba…
-Evet, son yıllarda bir inek sütü alerjisi patlaması yaşanıyor, hem erişkinlerde hem de çocuklarda. Keçi sütünde olmadığı fark edilince hekimler, diyetisyenler tüketicileri yönlendirmeye başladılar. Dolayısıyla sanki yeni tanışmış gibi Türkiye’de bir keçi merakı başladı. Ama bu bölgede yaşayan bizler keçiyle yeni tanışmadık.

-Özellikle Yörükler, değil mi?
-Kesinlikle. Çocukluğumdan beri keçi peyniri yerim, herkes de çok şaşırırdı. Burada hep keçi eti yenilir, kurban için keçi kesilir.

-Herhangi bir marka süt ürününü, peynir çeşidini sürekli tüketmek istiyoruz ama güvenilirliğini kendimiz test ettirmek istiyoruz. Böyle bir durumda nelere bakmak gerekir?
-Bu analizleri tüketici bizden talep etmez ama biz düzenli olarak yaptırırız. Yarın bir gün ‘Sizin peynirinizi yedim, içinden şu çıktı’ karalamasını yaşamak istemeyiz. Antibiyotik testimizi yaptırırız. Zaten antibiyotik verdiğimiz hiçbir hayvan sağıma alınmaz. Her bir hayvan kayıt altında; her birinin süt verimi, gebeliği, kaç tane doğurduğu, sakat hayvan doğurup doğurmadığı, hepsinin istatistiği var. Çiftleşme döneminde kardeşleri bir araya getirmeyiz örneğin. Bir şey atlandı ve fark ettiysek hemen ayrı bir takibe alırız. Zaten sağım sırasında herhangi bir olumsuzluk varsa, sağımlar elektronik olduğu için uyarı verir, dikkate alırsınız. En son glüten analizi yaptırıldı. Veteriner danışman hekimimiz ve teknisyenimiz ile birlikte gerekli analizlerin hepsini düzenli yaptırırız, hepsi dosyalıdır. İlçe tarım sürekli denetime gelir ama bu konu vicdanen içinize sindirmenizle de alakalı.

-Pastörize etme, sütün besin değerini öldürüyor mu?
-Hayır, çünkü 90 derecede kaynatmıyorsunuz; daha doğrusu bugünkü koşullarda bize göre en sağlıklı yöntem bu. Yörükler peyniri çiğ sütten yaparlar ama haziranda yapılır, salamura edilir, tenekelere bırakılır, ekime kadar yenmez. Üç ay tuzlu suda beklediğinde brusella benzeri zararlı mikrop, bakteri ölür. Çiğ sütten yaptığım peynirim var ama 7-8 ay olgunlaştırılmış peynirdir. O aromayı seven tüketici alır.

-Peynirlerin içinde katkı maddesi yok. Peki, raf ömrü ne kadar?
-Peynirlerimizin her birinde raf ömrü değişik, minimumu üç aydır. Peynirler takribi 250 gramlık paketlerde, koyduğumuz tuz koruyuculuğu sağlıyor. Ama bir sene bekletirsen o peynir dayanmaz. Bir de satışta ambalajları vakumlu yaptığınızda bozulma riski çok daha aza iner.

-Gıdada organik tartışmaları da çok güncel…
-Önce organikle doğalı birbirinden ayırıyoruz. Ben organik değilim, öyle bir sertifika girişimimiz yok, yapmayı da düşünmüyoruz. Bir tek şeyin kefiliyim; ürettiğim ürünün içinde kimyasal, katkı, koruyucu hiçbir şey bulamazsın. Bunun analizini yap diyorum tüketiciye, eğer söylediklerim dışında bir şey bulursan hem hukuki, hem maddi her türlü karşılamaya hazırım. Ürünümün içinde raf ömrünü uzatıcı, dayanıklılığı artırıcı, sertleştirici ya da gevşetici gibi hiçbir kimyasal kullanılmaz. Sütün ve mayanın dışında, peynirin kendi formülünün dışında sadece kaya tuzu kullanırız.

-Yeni çeşitlerin üretim sürecini de merak ediyoruz. Başka kültürlere ait peynirleri de takip ediyor musunuz?
-Kesinlikle. Ar-Ge’miz Ercüment Bey. Peynirin Türkiye’de alanı çok zenginleşti. Çocukluğumda sadece kahvaltıda peynir bilirdik, şimdi insanlar salatasında, her türlü içeceğiyle, değişik yemeklerin üstünde kullanım alanını çok zenginleştirdiler. Bu, peynirin hareketliliğini sağlıyor, insanların da ufkunu açıyor, yenilerini üretmeye teşvik ediyor. Ar-Ge bitmiyor. Hep araştırıyorsunuz.

-Ürünlerinizden almak isteyenler nereden ulaşabilir?
-İnternet sitemiz en kolay ulaşım noktası. Telefonla arayanlara yardımcı olmaya çalışıyoruz. Ama artık telefon yoğunluğu o kadar hızlandı ki atlayabiliyoruz, bakamayabiliyoruz. Sitemizde ürün verdiğimiz şarküterilerin bilgileri de var.

-Hangi illerde yaygın?
-En çok noktamız İstanbul’da. Ankara, İzmir, Yalova, Adana…

-Kargoyla iletirken bozulmadan ulaşmasını nasıl sağlıyorsunuz?
-Kış döneminde sıkıntı çekmiyoruz, hiçbir ürün bozulmuyor. Ürünler karayoluyla gider; şehirlere göre araçların rotaları var. Bu sene strafor ambalajlara döndük, içine bir de buz aküsü koyuyoruz, çok daha korumalı oluyor.

-Büyük market zincirlerinde ürünleriniz var mı?
-Büyük marketlerde yok çünkü bizim gücümüzü aşan şartlarda çalışıyorlar.

-Herhangi bir gıda topluluğuna, ağa ya da kooperatife dahil misiniz?
Ağ olarak nitelendirirsek; Slow Food. Bodrum Slow Cheese yapıldığında tüketici-üretici olarak katıldığımız ilk yer orasıydı. Bölgede tanınırlığımız oradan başladı, bize birçok açıdan zincirin halkaları gibi kapılar açtı, o yüzden bende yeri ayrıdır Bodrum’un. Slow Food kanalıyla Torino’ya gittik. Bu toplulukların faydası sayısız ama farklı bir konsepti var. Bizim alanımız, Ege, Marmara bölgesi gibi kooperatifleşmenin oluştuğu, değer kazandığı bir yer değil henüz, çok büyük bir eksiğimiz var. Sağ olsun yeni Belediye Başkanı bize bunu önerdi; büyükbaş hayvancılara ve bizlere… Böyle bir oluşum başlatılırsa tabii ki seve seve içinde yer alırız. Sadece peynir için değil, mesela coğrafi işaretli fasulye olabilir, buğday olabilir; öyle hayallerimiz var.

Tarım ve hayvancılıkta bir güç olabilirsek tarım politikalarını etkileyebiliriz

-Başkalarına benzeri bir işi tavsiye eder misiniz?
-Türkiye üretmek zorunda; sağlıklı üreticisiyle ayakta durmak ve bu alanı yaşatmak zorunda. Tarım ve hayvancılıkta bir güç olabilirsek tarım politikalarının değişiminde kısmen etkili olabiliriz. Bu gücü yakalamamız lazım. Sadece şu düşüncede olanlar bu işe girmesin; ben hayvan severim, keçiyi de çok severim, alayım da… Bu sadece sevdayla değil emekle altından kalkabileceğin, yılgınlık kabul etmeyen bir alan. O hayvanın bütün hayatı sana emanet. Türkiye hayvancılıkta biraz ayağa kalkmalı diye düşünüyorum naçizane.

-Tüketicilere ilişkin neler söylemek istersiniz?
-Bir sorunuzda kooperatifleşmeyi konuşmuştuk, bu ülkenin artık üretmeden ayakta duramayacağını öğrenmiş olması lazım. Farkında olan oldukça önemli bir sayıdayız ama bu sayı yetmiyor. Türkiye’nin tamamının üreticiyi destekler hale gelmesi lazım. Devlet politikalarını biz zorlamazsak devlet kendiliğinden böyle bir alanı bize kolaylaştırmayacak, o artık çok açık. Ancak biz ne kadar zor olsa da işin içine girerek bir güç oluşturabilirsek devletin de bu alanda yapabileceği kolaylıkların biraz baskılayıcısı olacağız. Ama insanlar üretecek, üretmeden tüketmek yok. Tüketiciye bir serzenişim olabilir, aldıkları ürünün her türlü sorgulamasını yapsınlar; bu konuda baskılayıcı, sorgulayıcı olsunlar, talep etsinler ama üreticiyi de bezdirmesinler. 200 yıl öncenin üretimini beklemesinler; öyle bir dünya yok. Dengeyi doğru kurabilmemiz lazım.

-Jıneps’e Madalı’nın kapılarını açtığınız, zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

 

Beyşehir’de gezilecek yerler, etkinlikler

* Beyşehir Gölü: Üzerinde Madalı Keçi Çiftliği’ne adını veren Mada ve Çeçen adalarının da yer aldığı 27 adası olan, içme suyu olarak kullanılan, Türkiye’nin üçüncü büyük gölünde tekne gezisi, yüzme, çevresinde bisiklet turları
* Eflatunpınar Hitit Su Anıtı (3220 yaşında)
* Kilistra Antik Kenti (2250 yaşında)
* Kubadabad Sarayı kazı alanı (783 yaşında)
* Eşrefoğlu Camii (720 yaşında)
* Taş Köprü (105 yaşında)
* Balatini, Çamlık, Derebucak başta olmak üzere pek çok mağara
* Reha Bilir Leylekler Vadisi
* Sanatçıların kurduğu Sonsuz Şükran Köyü gezisi
* Yaptığı işi hurdacılık olarak niteleyen, ancak gerek mevcut objelerin niteliği, sayısı gerekse tasnif edilişiyle hayranlık uyandıran, Mehmet Erdoğan ve kardeşlerine ait adeta müze mekân
* Anamas Dağı’nda ve Yaka Kanyonu’nda kampçılık, safari, rafting, yamaç paraşütü
* Yakamanastır Milli Parkı’nda göl manzaralı kahvaltı
* Tolca Köyü’nde sazan tadımı ve günbatımı

 

Madalı Keçi Çiftliği

– Konya Beyşehir’de 2014’te kuruldu.
– Şu anda 400 keçileri mevcut.
– Tesiste 9 kişi çalışıyor.
– Tamamı keçi sütünden, yağı alınmadan, katkısız, şırdan mayayla imalat yapılıyor.
– Ürünler: Peynir, süt, yoğurt, tereyağı, sabun.
– Peynir çeşitleri: Sade, cevizli, çörekotlu, fesleğenli, kırmızı biberli tulum peynirleri; krem peynir, sade ve füme Çerkes peyniri, Merz adlı Kafkas peyniri, Fransız kütük peynir, tuzsuz bebek peyniri.
Online satış:
https://market.madalikeciciftligi.com/

“İktidar olanlar kendini azınlık gibi görmeli”

31 Mart 2019 yerel seçimlerine bağımsız aday olarak katılıp seçilen, daha önce de 15 yıl belediye başkanlığı yapan Adil Bayındır ile tarihi Taşköprü’nün ve Konya Ovası’nı sulayan kanalın kıyısında Beyşehir’i konuştuk. Planlanan konuları turizm, hayvancılık, seracılık, endemik bitki türlerinin korunması ve geliştirilmesi olarak sıralayan Belediye Başkanı Bayındır, Yörük ve Türkmen boyları ile Çeçenlerin yaşadığı bölge için bu çeşitliliğin bir zenginlik olduğunu belirterek şunları ekledi:
“Özgürlüklerden yanayım. İnsanlar kendi dilini, dinini yaşayabilsin ama biri diğerine baskı kurarak olmaz o iş. İktidar olanlar da kendini azınlık gibi görmeli; çoğunluk olarak da azınlığı görmeli, onun haklarına saygı duymalı.”

 

 

Beyşehir’de yaşayan ‘Waynakh’lar

Konya’nın 5. büyük ilçesi olan Beyşehir, Hititler’den Asurlular’a, Frigler’den Persler’e, Romalılar’dan Selçuklular’a ve nihayetinde Osmanlı’ya kadar geçirdiği tarihsel süreçte en büyük itibarı Anadolu Selçukluları döneminde görmüş. Alaaddin Keykubat, Kubad-abad şehrini kurmuş ve burayı 2. başkent yapmış ancak hemen akabinde Moğollar Anadolu’yu istila edince Eşrefoğlu Süleyman Bey, Süleymaniye (Beyşehir) şehrini kurup bağımsızlığını ilan ederek beraberinde Eşrefoğlu Beyliği’ni de yaratmış. Tabii ki mücadele bitmemiş. Eşrefoğlu Beyliği sonlandırılmış ve bunu takip eden 93 yıl içerisinde Beyşehir, Osmanlılar ve Karamanoğulları arasında tam 20 kez el değiştirmiş. Son noktayı 1467 yılında Fatih Sultan Mehmet koymuş ve Beyşehir’i kesin olarak Osmanlı devleti sınırlarına dahil etmiş. Bir paragraf ile zor özetlediğimiz bu süreci yaşayan, bir nevi ‘talihsiz şehir’ Beyşehir, Kafkasya’da yaşayan ve evlerinden, yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Çeçen-İnguş halkları için yeni bir başlangıç, bir umut olmuş.
“1901 yılında Grozni’den yola çıkan 120 hanelik Çeçen-İnguş kafilesi önce İstanbul’a gelmiş ve bir grup Uzunyayla’ya, diğer grup ise Konya’ya olmak suretiyle ikiye bölünmüş. Konya’ya gelen 60 hanelik grup, öncelikle Beyşehir’de Çarşamba Çayı kenarına iskân edilmiş.”¹ Her ne kadar bir Terek olmasa da yine de çay kenarına yerleşecekleri için sevinen Çeçen-İnguşlar, çay kenarındaki bataklıktan üreyen sivrisineklerden dolayı maalesef burada uzun süre kalamamışlar.
“1905 tarihli arşiv belgelerinden anlaşıldığına göre, 1904-1905 yıllarında Beyşehir’deki muhacirler arasında sıtma hastalığı yayılmış ve bu hastalığa yakalanmış olanların sayısı bu tarihte 100 civarına ulaşmış. Hastalar bu süreçte tedavi edilmeye çalışılmış olsa da hastalık nedeniyle vefatlara engel olunamamış. En sonunda Konya Vilayeti Sıhhiye Müfettişliği’nce yapılan araştırmalar sonucunda hastalığın kaynağının Beyşehir Gölü kenarındaki sazlıklar olduğu anlaşılmış ki bu nedenle de ‘Beyşehir’e yerleştirilen muhacirlerin havası mutedil başka bir alana nakil ve iskânlarında mahzur olup olmadığı’ konusunda resmi müracaat yapılmış.”²
Müracaatın sonunda, hayatta kalmayı başarabilen dedelerimiz, ninelerimiz ‘Kosti’ denilen çay kenarından 500 m. uzakta ve daha yüksekte, ‘Üçler Tepesi’ adı verilen havadar bir bölgeye taşınmışlar. Aynı anavatanlarındaki gibi yine tepelik bir alanı tercih etmişler. Daimi yerleşecekleri tepeliği belirlerken bir ciğeri üç parçaya bölerek muhtemel yerleşim alanı olabilecek (Çarşı içi, Hacı Akif Tepesi ve Üçler Tepesi olmak üzere) üç ayrı noktaya asmışlar. Birkaç gün bekledikten sonra Üçler Tepesi’ne asılan ciğerin en geç bozulmaya başladığı, bu nedenle de yerleşime en uygun mevki olduğuna karar verilmiş ve mahallenin ismi de devrin padişahına atfen “Hamidiye” olarak konmuş. Böylece kentin en yüksek mekânına kurulmuş olan Hamidiye Mahallesi, göl ile tepe arasına sıkışmış olan Beyşehir’e, yeni bir kullanım alanı daha sunmuş.
O dönem sadece üç mahalleden ibaret olan Beyşehir, Waynakh (Çeçen-İnguş) muhacirlerinin resmi adı ile ‘Hamidiye’ ama yerleşik halkın ifadesi ile ‘Çeçenler’ mahallesini oluşturmasıyla birlikte dört mahallelik bir yerleşim yeri haline gelmiş.
“Bölgeye yerleşen ve kısa zamanda çevreyle uyumlu hale gelen Çeçen-İnguşlar arasında Beyşehir ve çevresinde yaşayan halkın önderi konumuna gelenler de olmuştur. Bunlardan en önemlisi Süleyman Bey’dir. 1918’de yeniden inşa edilen Beyşehir Hükümet Konağı’na Süleyman Bey’in çok büyük yardımları olmuş, nitekim bu yardıma karşılık devlet tarafından kendisine beşinci rütbeden mecidiye nişanı verilmiştir. Süleyman Bey, Milli Mücadele döneminde Beyşehir Umum Kuvâ-yı Milliye Kumandanlığı’yla birlikte, bir süre Beyşehir Belediye Reisliği görevini de yürütmüştür.”³
Beyşehir’e iskân edilen Çeçen-İnguş halkının bir kısmı direkt buraya gelenlerden, bir kısmı da önce Konya-Ereğli’ye gelip daha sonra Beyşehir’e yerleşenlerden oluşmaktadır.
“1901 yılında 32 hane Çeçen-İnguş halkı Konya Vilayeti dahilinde Ereğli Kazası’nda Armağanlı adıyla anılan mevkiye iskân olunmuştu. Muhacirlerin yerleştirilmesinden sonra Armağanlı karyesinin ismi Burhaniye olarak değiştirilmiştir. Ancak Burhaniye Köyü’ne iskân edilen 32 hane Kafkas göçmeni, daha sonraki tarihlerde iklim ve hava şartları ve geçim vasıtalarının yokluğundan dolayı azalarak 10 hane ve 40 nüfusa gerilemiştir. Bu aileler kötü gidişattan kurtulmak maksadıyla 1934 yılında vilayete başvurmuş, bu girişimlerinin sonucunda havası ve suyu nispeten iyi olan Beyşehir Kazası’na nakil ve iskân edilmelerine karar verilmiştir.”⁴
Günümüzde halen Çeçenler/Hamidiye adıyla anılan mahallede, yukarıda anlatılan kafileler halinde gelenlerle birlikte, II. Dünya Savaşı sonrasında soydaşları olduğunu duyarak Beyşehir’e gelmiş ve burada kalmış Çeçen-İnguşlar da vardır.

1. Beyşehir İlçe Merkezindeki Çeçen-İnguş Muhacirlerine ait Mezar Taşları Tarih Okulu Dergisi (TOD) /Hüseyin Muşmal- Mustafa Çetinaslan, Yıl 6, Sayı XVI, ss. 423-469
2. BOA, DH.MKT, 1016/26, lef 1/ lef 2
3. BOA İ. ML., 53/54, 19.Z.1320
4. BOA, A. MKT. MHM, Nr. 517-21

Figen Özdemir Çiloğlu

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz