Dostlarım, yoldaşlarım ve karşıtlarım, bu yazımda “Ben!” deme çağına erdiğim ve “BİZ!” deme aşamasında olduğum şu ana kadar, hiç unutmadığım ve unutmayacağım, bazı büyüklerimden, yaşdaş ve kardeşlerimden ismen söz etmek istiyorum. Bu değerlerden bazıları ne yazık ki artık hayatta değiller. Onları en içten ve en samimi duygularla anıyor, Txba’dan Дыгъэпc içinde yatmalarını diliyorum.
Sevgili dostlarım, buna neden ihtiyaç duydum? Yanıtım şudur; samimiyetle ifade edeyim ki, Çerkes geleneğinde bulunan ve hepimize pranga olan “Edilen iyiliği de ve yaptığın iyiliği de söylemeyeceksin!” kuralını yıkmak, en azından, bir kapı aralamak istiyorum. Burada, köyden kente göçtüğümüzde(1951), kentte karşılaştığımız pek çok ilginç ve enteresan olaylara değinmeyeceğim. Zira bu hal, hemen hemen tüm Anadolu insanının yaşam paydasıdır.
İlk iyilik ve ilk yardım, Merzifon Amerikan Kız Koleji mezunu, ev komşumuz Hadis Abla (Kahvecioğlu) beni ve kız kardeşimle en küçük kardeşimizi, ilkokula yazdıran insan. Sonra İrfan İlkokulu, öğretmenlerim, Ali Kargı ve Kamil Özyazar. Derken birinci astsubay hazırlama ortaokuluna girmeye karar kıldık. Ancak oraya girebilmek için önce noterden iki kefilli borçlanma belgesi almak gerekiyordu. Kefillerim, Kamil Özyazar ve kendi köyümden Gazi Kuzucu (Щынахъу) oldu. İlkokula girebilmem için yaşımı uygun tarihe yine Hadis Abla vasıtasıyla uyarlamışlardı. 01.01.1946 olarak. Bu defa da askeri ortaokul kurallarına göre yaşım küçük sayıldı ve bir yıl ihsari okumam gerekti. Oysa birlikte okuyacağım çocuklardan en az 5-6 yaş önde idim. Zira ben, ilkokul ikinci sınıfta iken sakal traşı oluyordum.
Sevgili dostlarım, okula teslim olur olmaz askeri urbalara büründük. Giyim, kuşam, yemek ve yatakhaneler dört dörtlüktü. Yatmak, kalkmak, yemek, dersler ve mütaala boruları birbirini izliyor. Yani otomatiğe bağlı bir yaşam. Sonra, Asteğmen Ayhan Bağ’la (Yaşar Bağ’ın Kardeşi-Хьаткъуэ) tanıştım. Bir müddet edebiyat derslerine girdi ve sonra terhis oldu. Onun Çerkes olduğunu babamdan öğrendim. Bir yıl sonra ise Teğmen Rasim Doğan (Къашыргъэ – Kayseri eski milletvekili Şevket Doğan’ın kardeşi) ile tanıştım. Beden eğitimi öğretmeni idi. Onun vasıtasıyla personel Üsteğmen Ata Katı (Шыгъэлыгъуэ) ile tanıştım. Ata ağabey, K.K. Komutanlığında görevli olarak okulumuza gelip gidiyordu. “Sınıf seçimi için” her iki büyüğümden de ilgi gördüm. Özellikle Rasim Doğan’dan pek çok şey öğrendim. O, şimdi yok. Ancak, Ata Katı hayatta, daha nice yıllar diliyorum. Din dersi hocalarım, Yüzbaşı Ahmet Okutan, Yüzbaşı Kerem Avşar (Hülya Avşar’ın amcası) ve Üsteğmen Akif Erol’du. Özellikle Kerem Avşar’dan çok yakınlık gördüm. Özel ilgisi nedeniyle o tarihte, dini bilgilerde diğer öğrencilere göre ileri notlar alırdım. Yurttaşlık Bilgisi hocamız Atğm. Sami Selçuk’tu. Şimdilerde Prof., hukukçu. Resim ve müzik hocamız, Atğm. Nadir Hilkat Çulha, İngilizce öğretmenleri ise Remzi Niyazioğlu ve Erdoğan Kenanoğlu. Çok değerli hocalarımdı.
Sevgili dostlarım, dört yılın sonunda 1961-62 yılında bitirme sınavlarında aldığım derece ile askeri liselere gitme hakkı kazandım. O tarihe kadar, yani dört yıl dönemin birincisi veya ikincisi olan ben, bitirme imtihanında 11. oldum. Bunun nedenini belki de merak edersiniz diye yazıyorum. Ailemin ani bir kararla İstanbul’a göç etmesidir. Çok üzülmüştüm, bu hal, subay çıkıncaya kadar devam etti.
Sevgili dostlarım, Erzincan Askeri Lisesi’ne gitmek için okul SÜLÜS kesti. Kara trenle gidecektik, beş kişi idik ve nihayet liseye ulaştık. İn yok, cin yok ve öğretim henüz başlamamış. Okulun bahçesinde ve koridorlarında ikmale kalmış öğrenciler ve tek tek rütbeli insanlardan öte canlı yok. Sessizlik okula hâkim. İkmalli öğrencilerin görünürdeki hal ve davranışları, moralimi fena halde bozdu. Subay olacak bu çocukların bu manzarası, hayalimdeki subaylık imajını hırpaladı.
Sevgili dostlarım, askeri lisedeki komutanlarım, Kurmay Albay Cemil Altan ve Kurmay Yarbay Bahadır Kılıç idi. Her ikisini de minnet ve şükranla anıyorum. Öğretmenlerimiz gerçekten çok seçkin insanlardı. Tarih öğretmeni Tahsin Ünal, edebiyat öğretmeni Osman Feyzioğlu idi. Böylece askeri liseyi de kazasız ve belasız bitirerek, Ankara Kara Harp Okulu’na girme hakkı kazandık.
Dostlarım, Kara Harp Okulu, ismi çoğu insan için sıradan bir okul gibi algılanır. Ama onun ekmeğini yemeyen, suyunu içmeyen, yemekhane ve yatakhanelerinden geçmeyen, iç bahçede içtimaya katılmayan, emir ve komutanın ne anlama geldiğini, askeri disiplinin ne ifade ettiğini yaşayarak öğrenmeyenler için EVET, sıradan bir okuldur. Ne var ki, 1283 yaka numaralı, harp okulu öğrencisi, Gazi Mustafa Kemal’in yetiştiği ve yurtseverliğin bu kutsal teknesinde mayalanmadan, orayı anlamak elbette ki zor ve hatta imkânsızdır.
Sevgili dostlarım, Tank Atğmn. rütbesi ile mezun olup, Etimesgut sınıf okuluna uğurlandık. Orada bir yıla yakın kaldık. 1965-68, bu üç yıl içinde Kafkas Kültür Derneği’ne ve düzenlenen etkinliklerin çoğuna katıldım. Elbette ki diğer Çerkes arkadaşlarımla. Bunların isimlerini yazmıyorum. Zira istemeyebilirler. En sık ziyaret ettiğim kişiler, rahmetli İzzet Aydemir, Sami Binici ve Muzaffer Özdağ’dı. İzzet ağabey ve muhterem eşi, ablamız Sümer’in, başta ben olmak üzere hemen hemen her Cumartesi ve Pazar günleri Emek mahallesinde bulunan evlerini mesken tutmuştuk. Bu arada, yine rahmetli Kemal Cankat ve Saime ablayı da şükranla anıyorum. Hele, Sn. Bayram Hergüner ağabeyimiz (Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç eden bir Çerkes) için sözün bittiği yerdir. Bize, özellikle bana nasıl katlandıklarının tanımını size bırakıyorum! “59/1” numaralı evi ise, anlatmaya benim sözcük hazinem yetmez.
Sevgili dostlarım, Ankara’da, Ulus’tan Samanpazarı’na çıkan yolun sağında bulunan, şimdi ismini hatırlayamadığım bir binanın ikinci katında bulunan Hukuk Bürosu ve sahipleri Av. Sami Binici ve Av. Muzaffer Özdağ’ın yaşamımdaki pozitif katkıları halen beni taşıyan sütunlardan biridir. Av. Muzaffer Özdağ’ın oğlu, şimdilerde Prof. Ümit Özdağ’a öğrencilik harçlığımdan aldığım çikolataların hakkını, bir gün birebir karşılaşabilirsek sorma hakkını kendimde saklı tutuyorum.
Sevgili dostlar, yazım devam edecektir.
Notlar:
1-Bilgi ve belgeye dayanmayan herhangi bir konuyu tartışmayalım.
2-Dinsel inançlar (Göksel-Görsel) inanan ile inanılan arasında kalmalıdır. Varlığı veya yokluğu kanıtlanamayacak bu konunun “tartışma” meselesi haline getirmek, ne “tartışanları” ne de “tartışılanı” yüceltmez.
3-Zaman ve mekânla izahı mümkün olmayan, ancak “inanıyorum” ile “inanmıyorum” gelgitinde sürdürülen didişmeler tarih boyu var olmuştur. Sonuç nedir? Yanıt; savaş, cinayet ve çöküş!
4-Kuzey Kafkasyalılar bu tartışma ve didişme tablosunun her kademesinden geçmiş toplumların belki de en dramatik örneğidirler.
5-O halde, ne yapmalı? Çokbilmiş ve kendini bir metaa sanan ben derim ki; “Birbirinizle uğraşmayın”.
6-Anadilimizi nasıl koruyacağımıza ve bunun için gurbette bulunduğumuz her ülkede “YASAL” teminat için mücadele edelim.
7-Anavatanla irtibatımızı asla kesmeyelim. Anadilimizle okumayı ve yazmayı mutlaka öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz.
8-Siyasi görüşümüzü “ÖZEL” tutalım. Genelin sorunlarını, dile getirmek, bizim kültürel kimliğimizi geriletmemelidir. Neyin hayati öncelikli olduğu hususu dayatıldığında, daha önceleri geçtiğimiz mücadeleleri hatırlatmalıyız. Sakın kızmayın, sakın küsmeyin, sakın şiddete başvurmayın. Yeter mi?