Virüs ve “fırsatları”

0
2131

Hegel’in meşhur “Minerva’nın baykuşu, ancak gün batarken (alacakaranlıkta) uçmaya başlar” metaforik cümlesi genel olarak, tarihteki olaylar hakkındaki düşüncelerimizin, ancak olaylar bittikten sonra oluşabileceğine vurgu yapar. Yani önce eylem olur, arkasından düşünce ya da bilgelik gelir. Baykuş felsefenin baykuşudur, onun özgür uçuşuyla düşünce gelişir ve ‘gerçek’ hakkında ‘bilgi’ ve yorum kapasitesi artar. Bu genel kabul gören yorumun yanı sıra bu metafor, olaylar karşısında ‘mesafe’ alma gerekliliğine de işaret eder.

Ancak Hegel ne anlamda kullanmış olursa olsun, metaforun kendi hayatı vardır ve herkeste aynı imajları ve duyguları uyandırmak zorunda değildir. Her ne kadar yukarıdaki yorumlardan çok bağımsız olmasa da, metaforun bende uyandırdığı şöyle bir imaj da var: ortalığın karardığı bir ortam, sadece görünene bakan çıplak gözün değil, görünenin göstermediğine de yoğunlaşan düşüncenin zamanıdır. Gece yatıp uykunun kaçtığı zamanda kafamızın içinde yüzlerce imge ve irili ufaklı düşünce dolaşır, birbirlerinin peşinden koşarlar. Karanlık, ‘aydınlık’ gibi görünen şeyin bozulmasıdır. Her ne kadar ‘aydınlık’ ‘karanlığa’ kıyasla daha itibarlıysa da, karanlık aydınlığın cilasının bozulması ve alternatif düşünceyi tahrik etmesidir.

İşte içinde yaşadığımız virütik zaman ve alacakaranlık ortamında, göz kamaştırıcı boyalar altında içeriğini ve arka planını saklayan ideolojiler üzerine düşünebilme imkânlarımız artıyor. Bu zamanlar, düşünceyi tahrik eden, düşünme kapılarını sonuna kadar olmasa bile epey açan işaretler gönderiyor gibi geliyor bana.

Kapitalizm ve milliyetçilik

Öncelikle, belki zaten bildiğimiz ama modern hayatın temposu altında üzerinde uzun uzadıya kafa patlatamadığımız bir ilişki bütün çıplaklığı ile görünür hale geliyor. Geçenlerde Ali Bilge, T24’teki “Salgın küresel ama tedbirler neden küresel değil?” başlıklı yazısında, “Korona yaşlı nüfusu öldürerek, gençlerin önünü açacak!” diyen ve istihdamın ve üretimin önünün açılacağını hayal eden “çıldırmış” neoliberal ideologlar örneğinde, kapitalizmin kalelerinin derdinin nasıl sadece ‘ekonomik’ olduğunu anlatıyordu. Ve bütün bir gezegeni tehdit eden kapitalizme ve ‘küresel’ salgına karşı ortak bir refleks geliştirmek yerine, ‘ulusal’ tedbirlerden bahsetmenin korkunç paradoksuna işaret ediyordu.

Aslında Ali Bilge’nin yazısında bahsettiği odaklar niyetlerini ‘samimi’ bir şekilde açıklıyorlar. Bu arada “Allah nüfusu azaltmak için koronayı yarattı” diyen, yani bir bakıma neoliberal ideologların ‘ekonomik Darwinizmine’ dinsel-kaderci kılıf uyduranları bir kenara bırakalım. Ama bir de Şark kurnazları var; herkesi eve kapatmaya davet ederken, önlem olarak “uçak bilet ve otel konaklama fiyatlarında vergi indirimi, konut alımlarında kredi kolaylığı” gibi, hiçbir aklıselim ile açıklanamayacak, düpedüz ‘piyasanın’ (birilerinin?) çıkarlarını gözeten, akla ziyan önlemler aldıklarını söyleyenler var…

Ve bu “çok akıllı kapitalistler” milliyetçilik konusunda mangalda kül bırakmamayı da çok iyi biliyorlar. Her durumda, sınırlarımızın, vatanımızın, iç ve dış düşmanlar karşısında her daim tehlike içinde olduğunu haykırıyorlar mesela. Ellerinde topladıkları güce (asker, polis, yargı, medya vb.) bağlı olarak, başka zamanlarda ya da başka coğrafyalarda sayısız örneği olduğu için, bu konuda ne kadar çok bağırırlarsa, meşruiyetlerinin sorgulanmayacağını ve o ölçüde haklı gibi görüneceklerini düşünüyorlar.

İşte, en azından şimdiki dünyada, bir avuç seçkin zümrenin çıkarları üzerine kurulu kapitalizm ve milliyetçilik birbirlerine çok ihtiyaç duyuyorlar. Her ikisi de birbirine muhteşem bir gaz veriyor. Dünya çapındaki ‘popülist’ etiketi altında tanımlananlara paralel olarak, bugünün Türkiye’sinde de, dünün İslamcıları ve sekülarist takıntıları eşliğinde devlet kutsallığından vazgeçmeyen her dönemin muhafazakârları dahil olmak üzere, bütün milliyetçiler ve iktidar sarhoşluğunda uçuşa geçenler ya da iktidar arzusuyla yanıp tutuşanların hepsi sadece kapitalizmin payandası olmaktan başka hiçbir anlam taşımıyorlar…

Doğrudan üç-beş tane seçkin odağın sakilleşen söylemleri ve politikalarının yanı sıra çok daha başka bir çıplak gerçeklik daha var. Belki de virüsün bize kapitalizm hakkında gösterdiği en çıplak manzara bu… Virüse karşı mücadelede yer alan her türlü radikal söylem ve önlemin (evden dışarı çıkmamak, sosyal mesafe, maske-eldiven, 20 saniye boyunca el yıkama vb.) hiç değmediği bir dünyada çalışmak zorunda olan insanlar var. Bu insanlar için virüsten ölme korkusundan çok daha büyük bir korku var: açlıktan ölme korkusu!

Yani görünürde hayat durdu ama görünürde duran hayatı üreten işçi sınıfı çalışmaya devam ediyor!

Totalitarizm ve düşmanlar

Koronavirüs devletlerin vatandaşları üzerine, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar kontrol sağlayabildiği bir imkân sundu. Küresel korkularla üreyen, ancak ulusal ölçeklerde sağlanan bu totaliter kontrol küresel bir kontrolü de beraberinde getirdi. Başka bir ifadeyle, küresel bir sorun, ulusal önlemler vasıtasıyla, sadece salgına dair olmayan bir küresel korku ikliminin, güvensizliğin yerleşmesini sağladı. Bu güvensizlik çok daha büyük totaliter kontrol ve manipülasyon imkân ve tekniklerinin de düşünülmesine, harekete geçirilmesine zemin hazırlıyor. Artık ‘genelleşmiş’ korkular ve tehditler konusunda bırakın itiraz etmeyi, soru sormak bile çok cesaret isteyecek.

Mesela, istatistiklere göre, Almanya’da 2017-2018 kışında “influenza”dan ölenlerin sayısının 25 bin olduğunu hatırlatıp, bugünkü koronanın göreli olabileceğine dair şüphe içeren görüşler adeta suç haline geldi. “15 Temmuz’un aslında ne olduğuna” dair sorular sormak gibi…

Bütün bunlar, olayların ‘olmadığı’ anlamına gelmiyor ama korona salgını, totaliter rejimler ya da kapitalizmin totaliter yollarla yeniden üretilmesi için mükemmel bir fırsat veriyor. Ya da hayatımızın bütün imaj tüketimine egemen olan ‘salgın’ motifli sinema filmleri ve TV dizileriyle, korkunun ele geçirdiği ve boşalmış ama tehlike dolu sokakların dekoruna sinen korona ile manzara tamamlanıyor. Yani zaten böyle bir salgının nasıl olduğunu zihinsel ve imgesel olarak ‘biliyorduk’… Şimdi korona korkusuyla kendi filmimizin aktörleri haline hızla dönüşüverdik.

Artık “düşmanlar” çok daha kolay ulaşılabilir bir yerdeler. Kontrol edemediğimiz, görmediğimiz, “inanılmaz korkunçlukta” olduğunu öğrendiğimiz bir düşman fikri zihnimizi kemiriyor. Tam olmasa bile bu durumun yarattığı korkuya ve düşmanı bulma arzusuna tekabül edecek bir sürü somut düşman üretebiliriz. Sosyolog Osman Özarslan’ın dediği gibi, “Kriz ilk başladığında Çinlilerden nefret ettik; virüsü İsrailliler icat etti denildi ve İsraillilerden nefret ettik. Sonra da umrecilerden nefret ettik. Şimdi ise sokağa çıkan yaşlılara balkonlardan su atılıyor.”

Yani ıskalama ihtimali yok, herkes düşman olabilir… Herkes düşman ilan edilebilir…

Fırsatçılık ve ahlak

Kapitalizmin, milliyetçiliğin, totalitarizmin içinden geçen, bunların hepsini kesen ve ‘sistemden’ ziyade gündelik hayatta, bireysel düzeyde, doğrudan insanların yüz yüze oldukları bir mesele var. En sıradan insanlık hallerimizde, güvensizlik karşısında kendimizi nasıl kuracağımızla ilgili bir mesele… Bu kurma çabası, ideolojilerimiz, dinsel ya da geleneksel olmayan ama gene de her durumda dinsellikler içeren inançlarımızla doğrudan bağlantılı… Eğer içinde yaşadığımız toplumda binyılların, yüzyılların getirdiği kurumlar erozyona uğradıysa, ya da geleneksel kurumların yerine yeni kurumlar inşa olamadıysa, daha da kötüsü farklı kurumların arasındaki ilişki bir savaşa döndüyse, sıradan insanların varoluş mücadelelerinin de asgari ahlak ilkelerine bağlı kalmaları pek mümkün görünmüyor. Güven vermeyen, ahlaki ilkelerden ziyade kendi çıkarlarının meşruiyetini cilalayan yöneticiler tarafından kontrol edilen ve güven vermeyen yapılarda yaşayan her insan teki, ne yapıp edip, hayatta kalmak için her yolu mubah görecek bir insan potansiyeli üretebilir. Dinsel ya da seküler (aslında kuşkusuz ikisi birlikte) ahlaki referansların kalmadığı ya da bizzat maddi çıkarlar tarafından dönüştüğü, her kılıfa sokulabilir olduğu bir zamanda, ne olursa olsun “güçlü olma” ve “düşmanları yenme” çabası, üzerinde bulunduğumuz zeminin ahlaken çökmesini de beraberinde getiriyor.

Bu yüzden “Fırsatlar çok önemli! Fırsatları kaçırmamak gerekiyor!” Koronadan medet uman Darwinist ekonomistler gibi… Ve tabii ki sadece onlar değil söz konusu olan…

Örneğin “Kanal İstanbul”… Yıllardır gündeme getirilen, inatla savunulan, tabiatı katledecek, insanı tabiat karşısında “tanrılaştıran”, firavun kibri taşıyan bir proje… Korona ile birlikte ‘ekonomik önlemler’ tartışılmaya başladığında, yoksul halk kesimlerinin ihtiyaçları karşısında bile asla vazgeçilmeyen bir çıkar abidesi… İşte korona bize bir okuma yapma “fırsatı” daha veriyor. Yoksullarına korona süresince yaşam garantisi bağlayamayan bir devletin “yatırımları da yapabilecek güçte olduğunu” iddia edip, Kanal İstanbul ihalesini ertelemeyen fırsatçı bir zihniyet bizzat görünür hale geliyor. (Ulaştırma ve Altyapı Bakanı’nın görevden alınması başka hangi fırsata (gelebilecek tepkiler karşısında oy kaybetmek?) tekabül eder, bilemeyiz; ancak Kanal İstanbul konusunda emir kulu bir bakanın inisiyatif sahibi olmadığını not düşmeye bile gerek yoktur herhalde.)

Bu arada tabii ki, Kanal İstanbul çok görünür bir mesele… Onu gündemden kaçırmak çok kolay değil; ancak İnşaat Mühendisleri Odası’nın yaptığı açıklama, tabiat üzerinde gerçekleşen ve gerçekleşecek katliamlara, ortaya çıkacak olan korkunç bir faciaya işaret ediyor. İMO Başkanı Cemal Gökçe, yeni bir yönetmelikle askeri bölgeler, su ve orman havzalarından sonra, koronavirüs paniğinde, halkın can derdine düştüğü bir dönemde kamuoyunun dikkatinden kaçırılarak, şimdi de koruma altındaki doğal alanların sessiz sedasız imara açıldığını söylüyor.

Aşağıda biraz daha değineceğim, ama şimdiden not edeyim: CHP Doğa Hakları Genel Başkan Yardımcısı Gülizar Biçer Karaca’nın dediği gibi, “virüsün tüm dünyada çıkardığı anlam doğa ile uyumlu bir yaşam” iken, bazıları “bu krizi fırsata çevirmeye çalışıyor”…

Ama başka fırsatçılar da var… Tam tekmil her şeyi ele geçirmeye çalışan, kendini her şeye kadir gören bir devletin ve bu devletin koridorlarında “fırsat bu fırsat” her türlü arzularını ve ideolojik takıntılarını tepemize boca etmeye soyunan aparatçiklerle yüz yüzeyiz. İşte bu fırsatçı aparatçikler, uzaktan eğitim sisteminin derslerinin yayımlandığı TRT Eba TV’nin ortaokul derslerinde Başbakan Adnan Menderes’in idam görüntülerini detaylıca izletiverdiler küçük çocuklara. Çünkü Başbakan’ın idamı ve idamı üzerine alınacak tavır bir ‘kimlik meselesi’… Bütün ülke çapında, normal şartlarda televizyonun karşısına oturmakta olan çocukları “eğitirken”, fırsat bu fırsat, bir kimliği araya sokuvermek…

Ne yazık ki Türkiye’nin en kutsal tapınaklarından biri olan “milli eğitimde” bir alternatif düşünmek çok zor… Türkiye’de demokrasinin korkunç yamukluğunun belki de en önemli günahlarından biri olan bu idamı gerçekten “demokrasiyi düşünmek” (mesela “otoriter bir rejime boyun eğen hukuk” üzere konuşmak) yerine, “milli” televizyonumuzun “total endoktrinasyon” saatinde küçük çocukların duygusal sermayelerini ‘travma’yla işleyen, onların kimliklerini düşmanlık üzerinden kurmayı hedefleyen bir kurnazlık hikâyesine şahit olduk… Bir kere daha…

Başka “fırsatlar” da sundu korona bize… Mesela HDP’li dört belediyeye daha kayyum atandı; belediye eşbaşkanlarının evleri basılarak gözaltına alındı…

Bu olayları gören alacakaranlıktaki biz insanlar için de ‘düşünme fırsatı’, şu bir aradalığı görmek: Kanal İstanbul’un ihalesinin yapılması, kamu arazilerinin imara açılması, “kutsal” piyasanın arzularına uyulması, siyaseten yenemedikleri, ikna edemedikleri 6 milyon seçmenin partisinin belediyelerine el konması, falan… (Sahi, Suriye ne oldu bu arada?) Ne kadar uyumlu değil mi?

Çevre; insan ile tabiatın kavgası

Son olarak, bizim için bir fırsat daha var; korona vesilesiyle gezegenimizin ne hale geldiğine dair acıklı bir yüzleşme fırsatı bu… Modern kafalarımızda tabii ki aslında insan ile tabiat arasında kavga falan yok. Ama adı ‘kavga’ olarak konmasa da insan, özellikle kapitalist insan tabiattan her şeyi almaya çalışıyor ve kendisi gibi konuşmayan tabiata konuşma hakkı vermediği için, onun ne dediğini pek anlamıyor.

Thomas Cowan adlı Amerikalı bir hekim, bütün dünyada sosyal medyada çokça paylaşılan ama aynı zamanda oldukça şiddetli tepkilere de neden olan bir konuşmasında (“Virüs ve yeryüzünün elektrifikasyonu”, https://www.youtube.com/watch?v=-MPzRT-D3h0) “dünyadaki her büyük salgının, güçlü elektrifikasyon dalgaları sonunda ortaya çıktığına” dair bazı fikirler ileri sürdü. Bu fikirleri olduğu gibi alıp, “hah işte gerçeği bulduk!” diye başımızın üstünde ampullerle dolaşmamıza gerek yok. Mesela ilk olarak Çin’in Vuhan şehrinde başlayan korona salgınının aynı zamanda 5G teknolojisinin de ilk olarak kullanılmaya başladığı şehir olduğuna işaret eden Cowan’ın ispatlanması zor ama çok ilginç fikirlerini ezberlemeyelim ama şunu bu vesileyle aklımıza yazabiliriz:

Gözle göremediğimiz o küçücük ‘şeyler’in yarattığı tehditle birlikte, hep beraber evlerimize kapandığımızı düşünelim. Belki tabiatın konuşma yollarından biri de budur. İllaki bize ‘ceza vermek’ için falan da değildir bu virüsler; ama biz insanlar kafamıza estiği gibi bu dünyayı tepe tepe kullanıyorsak, bu dünyadaki farklı canlılar da, sadece ama sadece bizim yaptığımız değişikliklere uyum sağlayıp ayakta kalmaya çalışıyorlardır belki de.

Dolayısıyla, tabiatta her yerde ve her zaman var olan ve insanlara çeşitli zamanlarda salgın hastalıklar halinde musallat olan virüsler vesilesiyle belki insana atfedilen o üstünlük kibrinden biraz olsun sıyrılabilmek için bir fırsattır belki de Corona…

İsterseniz, metafizik bir açıklamayla bitirelim bu yazıyı: tabiatla ve içerdiği canlılarla birlikte mutlu olmak yerine, çılgınca, arsızca ve düşmanca bir büyüme takıntı ve kibrine karşı belki de tabiatın laneti böyle bir şeydir…

Her halükârda başka türlü bir insan olmak mümkün… Bu da alacakaranlığın bize vereceği en önemli bilgelik olsun…

Sayı: 2020 04
Yayınlanma Tarihi: 2020-04-01 00:00:00

Önceki İçerikМЫ ТХЫПХЪЭР ЗЫМИ КЪЫГУРЫIУЭНУКЪЫМ!
Sonraki İçerikUçan Üniversite Atölyeleri
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.