İhtiyaç duyulan düşmanı yaratmaya çalışmak

0
851
Türkiye, tarihi, siyasal ve kültürel arka planından gelen derin kutuplaşmalar yaşayan ve bunu aşmak için, en azından her dönem ideolojik vatandaş inşa etme peşinde olan devlet düzeyinde, pek çabanın harcanmadığı bir ülke. İnsanların kendi dışındakiler hakkında duydukları korkular, güvensizlikler; dolayısıyla içe kapanarak geliştirilen savunma mekanizmaları, cemaatçilikler ne yazık ki toplumun hafızasında, derinlerde bir katmanda ciddi bir yer işgal ediyor. Konjonktüre bağlı olarak, bu korkular ve korkulara bağlı önyargılar zaman zaman radikal bir şekilde nüksedebiliyor. Mesela modernleşmenin, sınıfsallaşmanın, kentleşmenin çok güçlü bir dinamik olarak yaşandığı ve 12 Eylül askeri diktatörlüğü ile sona eren 70’li yıllar tam da bu kutuplaşmaların en bariz olduğu dönemlerden biriydi. Şimdi tek adam rejimiyle, tek adama atfedilen olumlu ve olumsuz anlamlarla toplumun, eski gerilimlerine yeni bir anlam yüklendi. Aslında çok farklılaşmış, çok kültürlü bir yapı sunan Türkiye, belki de ilk defa olarak, bu kadar net “siyah” ve “beyaz” ikili bir basitleşmeye düştü. Söz konusu travmatik geçmiş olmasa bile, bütün başkanlık sistemlerinde olduğu gibi, toplum içinde siyasal ya da kültürel farklılaşmaları tek bir etiket altında toplamaya zorlayan rejimlerin kutuplaşma üretmesi kaçınılmazdır. Toplumdaki çoğulluğu yansıtmak yerine, her şeyi sembolik olarak bünyesinde toplayan bir otoritenin, bir müddet sonra o otoriteyi hasbelkader destekleyen yandaşlarının varlığının da bir koşulu olarak görülmesi kaçınılmazdır.
Dolayısıyla, tepedeki otorite, travmatik insan kitlelerin bir kısmı için ”ilâhi” bir nitelik kazanırken, bu tür bir teklik karşısında kendi varlıklarını tehdit altında hisseden diğer travmatik kesimler için de aynı otorite bir “nefret nesnesi”ne dönüşebilir.

“Bizim aile şu kadar insan götürür”

İşte geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalında vatanseverlik, kahramanlık konusunda kendisini otorite ilan eden bir kişinin, travmatik ve derin korkuları olan bir insan olarak, güçten yana taraf olarak kendini nasıl kurtarmaya çalıştığına şahit olduk. Nasıl yeryüzü ilâhlarına ihtiyaç duyduğuna, onlarla birlikte günah-sevap, tapınma ritüelleri geliştirdiğine şahit olduk.
Aslında soyadı Noyan olan bu kişi nezdinde, bu şekilde yeni bir enerjiyle yeniden üreyen korku ve kutuplaşmaların yeni bir tezahürünü izliyoruz. Noyan’ın en “samimi” duygularının neler olabileceği hakkında yüzde yüz emin olamayacağımıza dair şüpheyi aklımızda tutarak, bu sözlerin neye tekabül ettiğini, başka insanlar üzerinde ne tür etkileri tetikleyebileceğini düşünelim:
Öncelikle söz konusu kişinin “Bizim aile 50 kişiyi götürür. Bu konuda çok donanımlıyız maddi ve manevi olarak. Benim listem hazır” gibi sözleri şüpheye yer bırakmayacak kadar çok açık. Ancak gelen tepkiler üzerine sözlerini oldukça rötuşladı, hatta Cüneyt Özdemir’e verdiği röportajda süt dökmüş kedi kıvamına bile yaklaştı. Bu da normal, çünkü söyledikleri “görüş” değildi; kutuplaşmanın tarafı olarak duygusal, derin bir iç huzursuzluğa tekabül eden, cemaatçi bir “savaş” diliydi ve bu dilin sahibinin, karşısında daha güçlü dil bulduğu zaman, korkup geri adım atması da anormal bir durum değildi.
Çünkü hezeyanlarla, güçlü olduğunu düşündüğünüz bir kanatta olduğunuzu düşünüp, karşınızda sizi okşayan bir paralel dilin de kolaylaştırdığı “kendinden tatmin olma” haliyle dozunuzu yükseltebilirsiniz ama bu dil garantili bir dil değil. Çünkü kendi yanında olduğunu düşündüğü insanlar bile bu sözlerin şiddeti karşısında, yaratılan “korkunçluğun” vereceği etkiyle tam karşı tarafa da sürüklenebilirler. İşte bu bayanın diline karşı gösterilen ve muhafazakâr kesimlerden de gelen tepkilerle, sözlerinin vurgusunu değiştirmeye çalıştı.
Ancak, öyle anlaşılıyor ki, bu kişinin müktesebatı, kendi açısından, çok güvenli değil. Şu sıralarda kendini, güvenli sularda hissediyor ya da güvenli sularda bulunmaya, bu cenaha kendini sevdirmeye çalışıyor olabilir ama o ‘geçmiş’ her an onu arkasından kovalayabilir. Dolayısıyla o geçmişten en iyi saklanma yerinin kalabalıklar içinde ortalama totaliter dil olduğunu bilmese bile hissediyor ve bu yüzden içinde “ölüm”, “öldürme”, “ilah için ölme” olarak özetlenebilecek ve neredeyse yeni bir dine ihtida ediyor ve birçok benzer ihtida durumunda olduğu gibi keskinliğin dozunu iyi ayarlayamıyor.
Bunlar söz konusu kişinin bireyselliği ile ilişkili…

İç savaş tehdidiyle toplum yönetmek

Ancak onu aşana başka ve çok daha önemli bir mevzu var. Bu kişinin hezeyan içinde söylenmiş sözleri asla münferit değil… Oldukça uzun zamandır, en gayri resmi “kamuoyu” organlarından -fısıltı gazetelerinden- sosyal medyaya, sosyal medyadan özellikle televizyonlardaki yandaş programcılara ve sohbet uzmanlarına ve devletin en tepelerindeki resmi ağızlara kadar uzanan bir gruptan bu yönde mesajları sık sık duyuyoruz.
Farklı muhalif grupları, onların sözlerini darbeyi çağrıştıracak anlam bükmelerine uğratarak, zorlama yorumlarla, “darbecilikle” suçlamak ve bu şekilde yaratılan ve sürdürülen “tehlike algısı”, öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’deki şimdiki hâkim grubun çok işine geliyor. Başka bir ifadeyle “tehlike” araçsallaştırılıyor” ve iktidarın üzerinde yükseldiği kitleyi tahkim edip, kimliğini sürekli, sadık ve güçlü kılıyor. Mesela 15 Temmuz darbe girişimi ve terör eylemleri ile “bunların devamı niteliğindeki eylemlerin” bastırılması kapsamında hareket eden sivillere dokunulmazlık getiren 7079 sayılı kanun, tam da taşıdığı ve her tarafa çekilebilecek anlamlar içeren sözcüklerle, düşman olarak görülen grupları “tehlike” ile özdeşleştirip, siviller vasıtasıyla cezalandırmanın önünü açıyor.
Bu çabanın bütün tezahürlerin dökümünü yapmak gazetecilerin işi ama benzer dil ve performansların sık sık görüldüğünü fark etmek çok zor değil. Şimdiye kadar sosyal medyada, açık ya da anonim isimler arkasına saklanan organize propaganda ekipleri tarafından düzenli bir şekilde dile gelen tehditleri hatırlayalım. “HÖH”, “Sadat” gibi ne oldukları bilinmeyen ya da bizzat “muamma” olarak fısıltı dünyasında dolaştırılan paramiliter yapılara dair bilgiler, bir takım mafya liderlerinin “kanlı” açıklamaları ya da 2008 Haziran seçimlerinden sonra pompalı tüfeklerle (ve de ne hikmetse kurşun geçirmez yeleklerle) sokağa çıkıp, kurşun cayırtısıyla “sevinç” gösterisi yapanlar memlekette “iç savaş” çağrışımının oluşması için yeteri kadar malzeme oluşturuyorlar. (Ben bu yazıyı yazdıktan sonra Atilla Aytemur’un Adalet Zemini’nin sitesindeki yazısını gördüm. Kendisi üşenmemiş, “iç savaş” çağrıştıran mesaj ve tehditlerin muhtemelen eksik ama oldukça zengin bir listesini çıkarmış. Meraklılar şu adrese bakabilir: http://adaletzemini.org/14-mayis-2020-hayir-curetleri-cehaletlerinden-degil-atilla-aytemur/
Öyle anlaşılıyor ki, devletin yönetiminde, devleti bizzat bu iç savaş tehdidiyle yönetmek konusunda kararlı olan kesimler var ve bu kesimler söz konusu bayan gibiler vasıtasıyla bu mesajı sürekli kılıyorlar ve gereken “denemelere” sık sık başvuruyorlar.
Bu denemelerin devlet içindeki bir takım grup ya da gruplar için, gerçek bir hazırlık mı yoksa tehdidin kendisinin bir yönetim yöntemi mi olduğu hakkında fikrim yok. Ama sonuç olarak, gerçek veya tehdit olarak “iç savaş” için en az iki taraf gerekir ve bütün bu denemelerde “karşı tarafın” da oluşması için gereken taşlar döşeniyor gibi görünüyor. Yani bu denemelerin bilinçli ya da bilinçsiz bir parçası olarak dile gelen bu sözlerin yaratması beklenen sonuç, “karşı” olarak işaret edilen insanları da silah fikrine yaklaştırmak olduğu söylenebilir. O durumda geriye kalan tek şey, savaş için gereken kıvılcımı beklemek, çakmak ya da karşı taraftan çakılmasını sağlamak olabilir.
Bütün bunlara rağmen, bu seferki denemeyi gerçekleştiren kişinin özellikleri (belki kadın olması?) ya da dile gelen sözcüklerin düzlüğü ve aleniliği, genel ortalama kitleler nezdinde her zamanki korku ve sinme etkisini yaratmamış gibi görünüyor. Ya da bu sözler o kadar çok yavan ve sivriydi ki, uzun zamandan sonra ilk kez “iç savaş” tehdidi ve olasılığı, kutupların farklı kanatlarından, geniş kesimler tarafından mahkûm edildi. Yani bu sözler paradoksal bir şekilde, silahlanmaya değil, tam tersine, ibrenin, ne olursa olsun silahlanmama ve şiddetsizlikten yana dönmesine vesile oldu.
Bütün dünyada, karar vericiler çok da hâkim olamadıkları bir pandemi karşısında kararlar alıyorlar; politikalar uygulamaya koyuyorlar. İnsanlar çaresizlik içinde bu kararlara boyun eğiyorlar. Çaresizlik, insanların güven duymak istediği otoriteyi, otoritarizmi güçlendiriyor. Bu dönemin en önemli çıktılarından biri de korkan ve uysallaşmış bedenler olacak. Muhtemelen bu bedenler bizzat yeryüzüne dair kutsalların da tavan yapmasına malzeme olacaklar.
Ancak böyle bir dönemde, üstüne üstlük savaş çığırtkanlığı yapan insanlar karşısında insanların seslerini çıkartabilmeleri gerçekten ruhları iyileştirici bir özellik sergiliyor. İşte bu da bu dönemin en önemli çıktılarından bir başkası olacak.
Bu memleket, hafızalarında çok fazla acılar olan insanların memleketi… 156. yılında, 21 Mayıs Çerkes sürgün ve soykırımı kurbanlarını anarken, acılara saygı duyarak, hepimizin ölümden değil; hayattan ve iyileşmekten yana dersler çıkarması umuduyla…

Sayı: 2020 06

Yayınlanma Tarihi: 2020-06-01 00:00:00

Önceki İçerik21 Mayıs’a özel, anadilde, anayurtla ortaklaşa gazete
Sonraki İçerikİç ve dış düşmanlar
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.