Korona nedeniyle yarım kalan bir gezi

0
984

Üç yıldır planladığımız ancak bu yıl gerçekleştirebildiğimiz iki aylık Güney Amerika maceramız, İstanbul Havalimanı’ndan 16-17 saatlik bir yolculuktan sonra, Sao Paulo üzerinden Buenos Aires, Ezeiza Havalimanı’na vardığımızda başladı. Pasaport kontrolünde yol arkadaşım İlknur (aslında gezi ve program onun olup ben sonradan kendimi kattığım için yol arkadaşı ben oluyorum) ve beni içeride bir odaya aldılar, bizden başka genç bir kadın ile 20 kadar erkek olduğunu gördük, tabii ki hepsi Türkiyeliydi. Genç kadın gezmek için yalnız, erkeklerse tur rehberiyle birlikte grup olarak iş seyahatine gelmişlerdi. Bizim işlemlerimiz aşağı yukarı yarım saat kadar sürdü; niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, yanımızda pasaporttan başka fotoğraflı kimliğimizin olup olmadığını soruşturdular ve biz çıktığımızda diğerleri hâlâ oradaydı. Kısaca, her ne kadar Arjantin vize istemiyorsa da anlaşılan TC pasaportu taşıyanlardan pek hoşlanmıyorlar.

Otelimiz, önünde büyük bir park, parkın sonunda ise parlamento binası olan bir caddedeydi. Buenos Aires’te gezdiğimiz tüm mahallelerde büyük parklar, içinde çok güzel muhtelif ağaçlar ve devlet büyüklerinin heykelleri var. Her bir ağaç ve her bir heykel birbirinden güzel… Şubat sonunda oradaydık, hava da şehrin ismi gibi (Buenos Aires güzel havalar demek) çok güzeldi.

Şehir büyük, kalabalık ve keyifli, görülecek çok yer var. Şehrin muhtelif yerlerindeki küçük meydanlarda canlı tango gösterileri izleyebiliyorsunuz. Kadınlar için güvenlik açısından sorunsuz görünüyordu. Yürümekten günün sonunda yorulduysanız taksiye binmekten kaçınmaya gerek yok zira taksiler ucuz, ayrıca metro, otobüs ve metrobüs de var.

Plaza de Mayo Anneleri

Plaza de Mayo’da perşembe günleri, kayıplarını arayan annelerin eylemi devam ediyor, ancak katılımcı sayısının azaldığını belirttiler. Gitmişken biz de onlara Cumartesi Anneleri’nin selamlarını götürdük. Birçok sanat galerisi, müze, açık pazar gezdik. Hatta üç günlük tatil ve de bir günlük festivale rastladık. Festivalde şehrin büyük caddelerinden biri kapatılmış, giriş-çıkış bizdeki mitingler gibi kontrollü. Çeşitli sokak satıcıları var ve herkes birbirine köpük sıkıyor, dolayısıyla sokaktaki herkes kardan adam gibi. Pek çok meydanda belli saatlerde tango gösterileri var. Krizin etkileri çok net şekilde görülüyor. En lüks caddelerde bile çok sayıda, muhtemelen eskiden mağaza veya işyeri olan mekânlar kapalı, terk edilmiş halde. Gerek sahipli gerek sahipsiz çok fazla köpek var. Sokakta yaşayan insan sayısı epey fazla ancak ilginç şekilde hiç dilenen birini görmedik, belki de bize rastlamadı. Şehrin her bölgesinde parkları, evleri haline getirmişler ve birçok eşyayla yaşıyorlar. Aralarında bir centilmenlik anlaşması var ve kimse başka birinin eşyasını çalmıyor olmalı. Bir gece caddede yemek dağıtımına rastladık, muhtemelen düzenli olarak yapılıyor, çok uzun bir kuyruk vardı. İlginç olan, kimse evsizleri ne parklarda ne sokakta dışlayacak şekilde davranmıyor. Banka şubesinin önüne yerleşeni bile gördük, güvenlik görevlisi hiç rahatsız olmuş gibi durmuyordu. Halk çok yardımsever, dost canlısı ve medeni…

Otobüs duraklarında herkes tek sıra halinde bekliyor, bizim pek alışık olmadığımız bir durum bu. Dışarıda yemek ucuz değil, fiyatları dolar üzerinden düşünüp TL karşılığı hesaplayınca normal tabii. Seçenek çok, ancak halkın geliriyle kıyaslayınca, krizi de hesaba katarsak durumun pek parlak olmadığı ortada. Her çeşit yiyecek var, et ve şaraplar muhteşem… Sokakta sürekli rastlanan bir şey de herkesin mate içmesi. Bir çeşit çay… Yanlarında taşıdıkları termostan içinde mate olan bir kupaya azar azar kaynar su ekleyip ellerindeki metal pipetlerle ezip yine pipetle içiyorlar. Dolayısıyla herkesin elinde ekonomik durumuna göre değişen şıklıkta (hasır, kumaş, deri vb.) içinde kupa, termos ve mate taşıdıkları özel çantalar var. Binaların çoğu (muhtemelen konut olanlar) balkonlu, parmaklıkların üzerinde çeşitli bitkiler için ince tel kafesler var. Daha sonra da çeşitli kentlerde göreceğimiz gibi duvar resimleri her yerde…

18 saatte şelaleler bölgesindeyiz

Buenos Aires’ten Puerto Iguazu’ya şelaleleri görmeye gittik. Uçak ile otobüs arasında çok ciddi fiyat farkı olduğundan 18 saat kadar süren karayolunu tercih ettik. Otobüsler çok konforlu; koltuklar geniş ve 160 derece kadar yatabiliyor. Çay-kahve, yemek ve kahvaltı servisi var. Yemeğin yanında şarap ikramı da…

Şelaleler Arjantin, Brezilya ve Paraguay sınırlarının kesiştiği noktada ve Arjantin ile Brezilya arasında. UNESCO’nun Dünya Doğa Mirası Listesi’nde. Şehirden şelalelerin olduğu Iguazu Ulusal Parkı’na otobüsle gidilebiliyor. Park içinde yürüyerek gezilecek rotalar var, isterseniz trenle de turlayabilirsiniz. Biz şelalelerin bir kısmına yürüyerek ulaşıp daha sonra minik trenle Garganta istasyonuna gittik, oradan da ızgara zeminli ilginç bir patikadan Garganta del Diablo’ya (Şeytanın Boğazı) ulaşıyorsunuz. Burası Yukarı Iguazu Nehri’nin yarısının aktığı, yarım ay şeklinde bir şelale. Dönüşte tren istasyonunda beklerken etrafımızda dolaşan quati/coati’ler oldukça ilginç (her yerde asılı “Beslemeyin, tehlikelidir” tabelalarına rağmen) ve halk tarafından besleniyorlar, zaten bu konuda çok da talepkârlar. Oturan bir turistin dizine çıkarak elindeki cips paketini çaldığına şahit olduk. Üstelik alıp kaçmadı, hemen orada, gelen arkadaşlarıyla birlikte yedi. Açık trene binip insanların ayaklarının arasında dolaşmaları da cabası. Tabii bir de maymun ve kuşlar varsa da onlarla karşılaşamadık.

Bölgede isterseniz botla nehir turu yapabiliyorsunuz; binmek için ana istasyondan nehre kadar orman içinden üstü açık bir araçla yarım saatlik bir yolculuk gerekiyor. Botla Aşağı Iguazu Nehri üzerinde, şelalelerin ortasında kalmış bir adacığın (San Martin) yakınından geçerek şelalelere yaklaşıyoruz. Karaya çıktığımızda bayağı ıslandığımızı söylemeye gerek yok sanırım.

Puerto Iguazu küçük, sakin bir tatil kenti havasında, şelaleleri gezmek dışında yapılacak fazla bir şey yok. Birçok kafe ve restoran var ancak Arjantinliler akşam yemeğini geç saatte yedikleri için pek çoğu gündüz saatlerinde açık değil. Oradan yine uzun bir otobüs yolculuğuyla Buenos Aires’e, feribotla da Uruguay’a geçtik.

 

Colonia’dayız…

Feribotla hem Montevideo’ya hem de Colonia’ya gitmek mümkün, biz ikincisini tercih ettik. Yol bir buçuk saat civarında. Colonia, Rio de la Plata kıyısında yer alan oldukça küçük bir şehir. 1995 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan, sakin, arnavutkaldırımlı, yeşil ve etkileyici sömürge mimarisiyle yürüyerek dolaşmaktan keyif alınacak bir yer. Ancak gece erken saatlerde şehir aniden tenhalaşıyor. En keyifli meydanlardan Plaza de Armas, kafe ile restoranların ve kilisenin de bulunduğu son derece dinlendirici bir alan. Tarihi şehrin kapısı ve küçük asma köprüsü de görülmeye değer. Ancak dediğim gibi hayat gece çok erken bitiyor. Gözümüze güzel gelmeyen tek şey, Rio de la Plata’nın kahverengi görünüşü. Tabii Buenos Aires’ten gelirken bindiğimiz feribotun dış görünüşü dışında…

Colonia’dan Montevideo’ya aşağı yukarı 2.5 saat kadar süren bir yolculuk, güzel bir terminalde son buluyor. Bindiğimiz takside şoför ile müşterileri ayıran bir cam olması ve paranın küçük bir delikten verilmesi dikkatimizi çekmekle birlikte genel bir uygulama olmayabileceği düşüncesiyle üstünde durmuyoruz, ikinci kez taksiye bininceye kadar tabii… Güvenlik nedeniyle genel bir uygulama olduğunu ve yeni başkanın (Uruguay’da Kasım 2019’da devlet başkanı seçimi yapıldı) güvenlik sorununu çözeceğini ümit ettiklerini ikinci taksinin şoföründen öğreniyoruz. Montevideo’da aldığımız turistik broşürlerden birisinde LGBTi dostu şehir olduğu belirtiliyordu. Başkent, klasik bir büyük şehir havasında ve çok pahalı… Yoksul bir ülke olduğu belli. Marketlerdeki gıda fiyatlarına baktık biraz, sadece turistler için değil halkın yaşaması için de pahalı bir kent. Çok güzel eski binaların yakınında modern ve yüksek, bizdeki gibi şehrin dokusuna uymayan binalar karşınıza çıkıyor. Limana doğru ilerledikçe de son derece yoksul görünüşlü, küçük, eski konutlarla karşılaşıyorsunuz. Yarı değerli taşlar ve mücevher de satan büyük bir antikacının önünde ailesi yıllar önce Türkiye’den göçen bir Ermeni ile karşılaşmamız günün sürprizi oldu, epey sohbet ettik. Gezilecek birçok müze ve galeri var. Liman yakınındaki, içinde tamamen restoran ve birkaç market olan kapalı pazar çok ilginç, dışarısı da açık pazar. Trafiğe kapatılmış sokaklarda hediyelik eşya satılan stantların olduğu pazarlar kuruluyor. Gördüğümüz kadarıyla geç saatlere kadar yollar kalabalık ve otobüsler çalışıyor. Çok güzel ve uzun bir sahili var. Yine burada da Buenos Aires gibi parklar çok güzel. Oradaki kadar değilse de parklarda yaşayanlar var, farklı olarak dilenci de çok…

 

8 Mart yürüyüşünü Ushuaia’da yaptık

Montevideo’dan sonra tekrar feribotla Buenos Aires ve aynı gece yarısı Arjantin Patagonyası’na, Ushuaia’ya uçuyoruz. Uçak inerken gördüğümüz manzara inanılmaz!

Ushuaia küçük bir kent, daha güneyde yerleşim yeri olmadığı için Fin del Mundo (Dünyanın Sonu) olarak lanse ediliyor ve bu bayağı yaygın bir reklam sloganı haline gelmiş. Antarktika’ya gidecek gemilerin bağlantı limanı. Bulutlar ve dağlar çok güzel görünüyor. Şehirde yapacak çok fazla bir şey yok; mağazalar birkaç saat sabah, birkaç saat de akşamüstü açık. Saatleri denk getirebilmek biraz zor, sonuçta sürekli şehirde değilsiniz. Yiyecek çeşitli, her zevke hitap ediyor. Yüzyılın başında şehir sürgün yeriymiş ve hapishanesiyle ünlüymüş. Dünyanın ucundaki hapishaneden kimsenin firar edemediği söyleniyor. Mahkûmların yapımında çalıştığı demiryolu ve tren, turistik amaçlı hâlâ kullanılıyor. Hapishane de artık müze. 8 Mart’ta Ushuaia’daydık, kadın korteji uzun süre şehri dolaştıktan sonra yürüyüş sahildeki küçük bir parkta konuşmalarla sona erdi, biz de gaz ve polis eşliğinde olmayan bir mitinge katılmış olduk! Parkın içinde Arjantin cunta dönemini anlatan, sanırım sürekli orada olan bir fotoğraf sergisi var. Fotoğraflar konuyla bağlantılı olarak hazindi tabii.

Botla Beagle kanalında tura çıktık. Katamaran konforlu, kanalın etrafındaki tabiat çok güzel. Penguenleri ve denizaslanlarını ve tabii ki dünyanın ucundaki meşhur feneri de görüyoruz. Rüzgârlı ve dalgalı, aşağı yukarı 6 saatlik bir yolculuk…

Ushuaia’da ikinci görülecek yer Tierra del Fuego Ulusal Parkı. Şehirden otobüsle gidiliyor, yol doğa açısından son derece keyifli. Parkta birbirine bağlı birçok göl ve buzul mevcut Girişte minik bir postane var turistlerin kart atabilmeleri için. Göl kıyısındaki yosunlar ve kum midyesinden daha küçük midye kolonileri çok ilginç. Farklı zorlukta ve uzunlukta yürüyüş parkurları var, bizimki epey uzundu. Bitki örtüsü çok ilginç, ağaçlar çok yaşlı ve hepsinin üzeri yosun ya da mantar cinsi olabileceğini düşündüğümüz ortak yaşam formlarıyla kaplı. Yine göl kenarında insanlardan ürkmeyen, etrafındaki fotoğraf çeken 5-6 kişiye rağmen hiç istifini bozmayan bir kuş türü yaşıyor. Park civarındaki kamping alanı ise insanı çadırla gelmeye özendiriyor.

Yolculuk Şili’ye…

Ushuaia’ya dönüş ve ertesi gün otobüsle Şili, Punta Arenas… Şili sınırında köpekler eşliğinde arama var, ülkeye girişi yasak olan maddelerden biri de meyve ve bunları çantasında unutanlar yüzünden sınırda epey bekledik. Punto Arenas, Şili’nin güneyindeki en büyük liman şehri ve çevredeki doğal parklara ulaşmanın kilit noktası. Bağlantı yeri olarak düşünüp ertesi gün Puerto Natales’e doğru yola çıktık.

Puerto Natales deniz kenarında ve tüm bölgede olduğu gibi çevresi gezilecek doğa harikalarıyla dolu. Bu da şehrin outdoor meraklılarının çekim alanı haline gelmesine neden olmuş. Keyifli bir tekne turuyla Bernardo O’Higgins Ulusal Parkı’na, Serrano Buzulları’nı görmeye gidiyoruz. Tekneden gördüğümüz buzul, dik bir yamaçtan akan çağlayan şeklinde. Karaya çıkıp iskelenin arka cephesine giden patikayı geçiyoruz ve yine karşımızda göl ve buzul. Ürkütücüşahane, inanılmaz ve mavi…

Bölgede mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri de Torres del Paine Ulusal Parkı. Şehirden parka giderken arazide guanacu’ları görüyoruz. Lamanın ehlileştirilmeyen ya da ehlileştirilemeyen akrabası… Aynı zamanda condor ve mavi tilki de parkın müdavimleri. Parkın büyük bölümü kurak! Açıkçası aklıma milli park denilince daha ağaçlık, ormanlık bir alan geliyor, üstelikte bu coğrafyada. Daha sonra rehberimizden öğreniyoruz ki büyüklü küçüklü birçok yangın atlatmış ve hatta bir tanesinin iki yıl sürdüğünü belirtti. Bölgenin en çok ziyaret edilen noktası, dev üçlü granit kaya blokları: Torre Central, Torre Sur ve Torre Norte. Biz ancak uzaktan görebildik. Dört, beş saatlik yürüyüşle yakınına gitmek mümkünmüş. Grey buzulu ki adını gölden alıyor ve Salto Grande şelaleleri de görülmeye değer.

Ahh korona!

16 Mart sabah 8’de Arjantin, El Calafate’ye gitmek üzere biletlerimizi aldık. Niyetimiz Perito Moreno buzulunun da bulunduğu Los Glaciares Ulusal Parkı’nı görmekti. Gerçi üç, dört gün önce ulusal parkın kapatıldığını duymuştuk ama “Gidelim, belki üç beş güne açılır” düşüncesindeydik ki gece yarısı Arjantin sınırının da kapatıldığını öğrendik. Dönüş biletimiz Bogota’dandı ve Kolombiya sınır kapatan ilk ülkelerdendi. Üç yıldır planladığımız seyahatin koronavirüs nedeniyle sabote edilmesi tabii ki çok can sıkıcıydı. Uzaklarda, seyahatte olunca olayın ciddiyetini kavramak biraz zordu da… Bunun üzerine kuzeye hareket edip, ancak kuzeye ulaşabilmek için tekrar güneye, Punto Arenas’a dönüp oradan Puerto Montt’a uçup Puerto Varas’a ulaştık.

Puerto Varas, Llanquihue Gölü kıyısında küçük bir kent. Sakin ve keyifli, güzel bir kumsal; yazın göle girmek için çok elverişli görünüyor. Bölgede üç volkan var. Şili’nin Fuji’si olarak adlandırılan Osorno (18 sönmüş krateri varmış), Calbuco ve Casablanca. Tüm bölgedeki şehirler gibi çevrede gezilecek birçok doğal park var. Bir kısmı korunmakta olan koloni evleriyle mimari olarak da çok ilginç…

Puerto Montt; ulaşım kavşağı bölgenin havaalanı burada. Göller bölgesinde, Puerto Varas gibi LLanquihue Gölü kıyısında ve gördüğümüz tüm güney şehirleri gibi buranın çevresi de doğal güzelliklerle dolu. Biz sadece bilet almak için uğrayıp birkaç saat geçirdik, zira korona artık iyice görünür olmuştu ve eczanelerde maske kuyruklarıyla sosyal mesafe uygulanmaya başlamıştı.

Puerto Montt’tan otobüsle Santiago’ya (tam adıyla Santiago de Chile) doğru yola çıktık. Sabah gün aydınlanıp Santiago’ya yaklaştığımızdaki görüntü And Dağları’nın çevrelediği bir şehir…

Santiago’dan dönüş yoluna geçip Sao Paulo üzerinden Türkiye’ye dönmeyi hedeflediğimizden fazla kalamayacağımız belliydi, zaten korona nedeniyle müzeler ve parklar kapatılmıştı. Dolayısıyla şehirde yapılabilecek tek şey, sokaklar ve meydanlarda yürümekti. Pazar sabahı vardığımızdan hem tatil hem de pandemi nedeniyle bomboş sokaklarıyla keyifli bir şehir görüntüsü yoktu. Oysa ben Güney Amerika’daki favori şehrimin Santiago olacağını düşünmüştüm hep! Ertesi gün hiç değilse günübirlik Valparaiso’ya gidip UNESCO Kültür Mirası Listesi’ndeki şehri görmek istedik. Ancak şehre giriş hem toplu taşıma hem de özel turlara kapatılmıştı. Pazartesi şehir kalabalıklaşınca pazar günkü kasvet biraz olsun ortadan kalktı. Ulusal park ve müzelere girmediysek de şehir tüm coğrafyada olduğu gibi parklarla dolu, hava alacak yer çok…

Çarşamba günü ise Santiago’dan Sao Paulo ve oradan İstanbul’a ulaştık. Herhangi bir teknik aksaklık ve sağlık sorunu yaşamadığımıza şükretmiş olsak da büyük hayallerle çıktığımız seyahatimizin yarıda kesilmesi ve görmeyi gerçekten çok istediğimiz bölgelere ulaşamamak biraz canımızı acıtmadı değil…

Önceki İçerikKüba: ‘Sağlık’lı sosyalizm
Sonraki İçerikÇocuğun dünyası oyun
A. Seda Berzeg
İstanbul 1955 doğumlu, Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunu. Basın İlan Kurumu’nda başlayan iş hayatında, Lever Tem. Madd. A.Ş’den emekli oldu. Emeklilik sonrası Aktimedya Halkla İlişkiler, Kanal E TV, Barometre gazetesinde çalıştı. Gençlik yıllarında Kafkas Kültür Derneği Gençlik Kurulu’nda yer aldı, gençler ve veteran ekiplerinde dans etti, sonraları aynı dernekte profesyonel olarak çalıştı. Çeşitli sosyal projeler içinde yer aldı. Aralık 2019 yılından bu yana Jıneps gazetesi yayın kurulu üyesidir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz