Uzun zamandır kolay düşmanla yetinenler, ezberciler, ben bilirimciler her fırsatta günah keçisi ihtiyaçlarını tatmin ederken başvuruyorlardı ama 2010 Anayasa Referandumunda “yetmez ama evet” formülüyle tavır almış olan insanlara dönük bugünlerde gene bir salvo atışı başladı. Gazete Duvar’dan arkadaşlar da sağ olsunlar, gerçek gazetecilik yapıp, benim gibi adı “yetmezamaevetçi”ye çıkmış olanlardan o zamanki tavırlarıyla ilgili görüş topladı. Yani “önüne gelen vurup duruyor, bakalım bu adamlar şimdi ne söylüyor acaba?” diyerek hakkaniyetli bir iş yaptılar. Kuşkusuz yer sorunları nedeniyle, yaptığım açıklamanın çok az bir kısmına yer verebildiler; ben de Jıneps yazımı vesile bilip, bir iki rötuşla tamamını buradan aktarıyorum.
Tabii ki 2010’da aldığım “yetmez ama evet” tavrını ve bu konudaki kararımı sahipleniyorum. Daha doğrusu 2010 Anayasa referandumu koşulları bugün olsa, o günkü aktörler o zamanki söylemleriyle bugün konuşsalar gene aynı tavrı sergilerdim. Ben aktörlerin niyetlerini okumak, gerçek düşüncelerini okumak konusunda “uzman” değilim. Sosyolog olarak elimden gelen şey insanların, siyasal aktörlerin ya da toplumsal hareketlerin “söylediklerini” dinleyip, anlamaya çalışmaktır. Kendi çapımda siyasal kararlar almaya çalışan bir birey olarak da kendi değerlendirmelerimin yanısıra, başkalarının değerlendirmelerini dinleyip, yan yana gelebildiğim insanlarla ortak değerlendirmelerde bulunup, aklıma yatan kararlara uymak ve gerekli gördüğüm siyasi adımları atmaya çalışmaktır. Tabii ki bugün AKP’nin gelmiş olduğu noktanın, o günkü söylemleriyle ilgisi yok. Ancak burada sorun benim gibi “yetmez ama evet” diyenlerin yanılgısı değil; bizzat toplumdaki özgürlük meselelerine hassasiyet gösteren, Ermeni meselesinde “gerekirse özür dileyen”, Kürt meselesinde “analar ağlamasın” diyen, AB ile demokratikleşme adımları atan, o zaman kadar görülmeyen bir ölçüde devlet ve toplum arasında yumuşama sinyalleri veren bir AKP’nin nasıl olup da bugünkü 180 derecelik farklı bir konuma geldiğidir. İşte sanıyorum totaliter zihniyetin AKP’sinin sebebini “yetmez ama evet”çilerde değil, AKP’nin otoriter devlet geleneğiyle hemhal olmasında, o geleneğe esir olmasında rol oynayan aktörlerde aramak lazım. Mesela bırakın “yetmez ama evet”i, o günlerde bizzat “hayır” diyen ve bugünün politik mimarlarından MHP gibi odakların rolünü düşünmek lazım. O günlerde söz konusu olan ve özgürlükler konusunda göreli de olsa, adımlar atılabileceğine dair –en azından benim gibi insanlarda- umut uyandıran (mesela darbecilerin yargılanabilmeleri ihtimali) “Anayasa”dan fersah fersah uzağız.
Yani bir anlamda, AKP’nin bir bütün olarak, homojen bir biçimde, niyetinin bugünkü kâbus dolu Türkiye’yi kurmaya niyeti olup da bunu sakladığını düşünmüyorum. Söz konusu olanın daha ziyade AKP’nin devletin içine girdikçe, değiştiğini, devlet içinde girdiği koalisyonla (yani referandumun “hayır”cılarıyla!) totaliterleştiğini düşünüyorum.
Kaldı ki, “yetmez ama evet” ben bilirimci “tek aktör patolojisine” karşı alternatif bir siyaset yapma biçiminin izdüşümüydü. Siyaseti uzlaşmalar ve koalisyonlar olarak düşünmek için olağanüstü bir adımdı. Herkesin “en doğruyu ben bilirim” dediği bir memlekette bir tevazu örneğiydi. Başkalarıyla köprüler kuran, başkalarıyla birlikte, yeni daha iyi hedefler koyma çabasıydı. Kibirli bir devletin altında, herkesin kendi gettosunda ve kibirle siyasi “cemaatler” ürettiği bir toplumda “yetmez ama evet” bir “suç” değildi. Eğer bir “suç” varsa, o zamandan sonra sürekli üzerine çullanacak düşman arayan iktidarda ve o zamandan beri bugünkü iktidarın diline benzeyen dilleri kullanmakta çekince görmeyen, bitmez tükenmez bir düşmanlıkla, kolay günah keçisi arayan odaklara bakmak faydalı olabilir.
Ama ben gene de suçlu arayıp bulmakla pek bir adım atabileceğimizi düşünemiyorum. Şu anda memleketin kumandasına oturmuş ve insanların her anlamda nefes almasını imkânsız hale getiren bir zümreye karşı “illâ benim dediğim olacak” kibrine düşmeyen bir tavırla “yetmez ama evet” denilebilecek siyasi alternatifleri düşünmekte fayda var.
Dolayısıyla, o dönemde aldığım karar ve tavırdan ötürü pişmanlık duymuyorum. Ama derin bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Memleketin biraz daha iyi bir memleket olma ihtimalinden geriye çark edilmiş olmasından ötürü içim acıyor. Ve AKP’nin zaman içinde kotardığı düşmanlık ve kutuplaşma politikalarına karşı, onun MHP gibi savaş partileriyle aynı yatağa girmesini engelleyecek daha geniş barış platformları oluşturabilseydik keşke diyorum. Ya da memlekette “evet”, “hayır” ya da “boykot” diyen ama her kesim içinde gerçekten demokrasi isteyen kesimlerle bir araya gelmenin ve konuşmanın yollarını bulabilseydik keşke diyorum.
AKP’nin otoriterleşmesi
AKP’nin otoriterleşmesinde dönüm noktasının 2010 olduğu yönünde de dile gelen görüşler var; ben bundan emin değilim. Bir ölçüde evet ama AKP en önemli virajı “Gezi direnişi” ile aldı. Gezi, her türlü talep patlamasından korkan bir devleti ve her türlü alternatif arayıştan korkan muhafazakâr bir kitlenin korkularını birleştirdi. Bence, 1930’lardan beri sınırlı ve azınlık bir kitle desteğine sahip otoriter Türk devleti, “korkan” ve “muhafazakâr” AKP seçmeni sayesinde hatırı sayılır bir kitle tabanı sağladı. Başka bir şekilde ifade edecek olursam, AKP’ye destek veren “Anayasa’ya evet” diyen kitlenin özgürlük arayışı ile Gezi’de “Erdoğan’ı yedirmeyiz” diyen kitle arasında ruh hali bakımından dağlar kadar fark var. Birisi korkmayan, alternatif düşünen, diğeri otoriter popülist bir rejime payanda olan bir kitle… İşte Gezi, bu kitlenin siyasette ihtiyaç duyulan, totaliter pratikler için her zaman hazır bir kitle haline gelmesine vesile oldu. Gezi’den sonraki ikinci aşama ise “devrim kardeşi” Gülencilerle girdiği savaş oldu. Tarihteki bütün totaliter örneklere baktığımızda, dönüşüm dalgasının üzerinde iktidara gelen sınıf ve siyasi grupların “özgürlükçü” karakterlerini “devrim”den hemen sonra kendi içlerinde iktidar savaşı vermeye başladıklarında kaybettiklerini ve küçük bir kesimin bizzat totaliter yapıyı ürettiğini görürüz. Önce “paralel yapı” olarak adlandırılıp, sonrasında “Fetö”ye terfi eden Fethullahçı cemaat de, özellikle Gezi’den sonra, devletin tepesindeki ittifakların yeniden tasarlanmasında çok iyi bir fırsat oldu.
Sonuç olarak, Türkiye siyaseti umut ve umutsuzluk arasında, demokrasi ve totalitarizm arasında gidip geliyor ve daha uzun süre böyle de gidecek gibi görünüyor. İnsanlar daha iyi bir dünya umut ettikleri ve bunun için mücadele ettikleri zaman demokrasi güçlenecek; değişim, riskler ve belirsizlikler karşısında endişe duydukları zaman da durumu sabitleyen totaliter yapılar güçlenecek. Hayat ise sadece parti programlarında ya da propaganda bildirilerinde gerçekleşmediği için ve biz de geleceği gören tanrılar ya da falcılar olmadığımız için, elimizden gelen kararları vermeye çalışacağız. Verdiğimiz kararlar ummadığımız umutların yeşermesine ya da kararmasına neden olabilecek.
Sayı : 2020 09
Yayınlanma Tarihi: 2020-09-01 00:00:00