Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Tasarım bienalinde bir genç küratör

ODTÜ Mimarlık mezunu Eylül Şenses birkaç yıldır İstanbul Tasarım Bienali’nin kamusal programını düzenliyor. Bu işi yapan üç gençten biri olan Eylül ile bienali, kültür-sanat alanındaki kadınları ve projelerini konuştuk.

-Eylül merhaba. Sohbetimize seni tanımakla başlamak isteriz. Özellikle Çerkes kimiğinden söz ederek bize kendini tanıtabilir misin?

-ODTÜ Mimarlık mezunuyum ama aktif olarak bir mimarlık ofisinde hiç çalışmadım. Mezun olduktan sonra “küçük ölçekte işlerin büyük etkiler yaratabileceğine” inanan yeni mezun/öğrenci bir ekiple Türkiye’nin farklı yerlerine gittik, çeşitli gönüllü projeler yapmaya çalıştık. Tasarım ve mimarlıkla kullanıcı arasındaki ilişkiyi öne çıkaran bir pratik hoşuma gittiği için bu yoldan devam ettim. Daha sonra Tasarım Araştırma Katılım (TAK) ya da Tasarım Atölyesi olarak bilinen bir organizasyonda çalıştım. O da aslında yapılı çevre ile ilgili karar vericilerle , tasarımcılar ve kullanıcılar arasında köprü kuruyordu. Daha sonra Kadir Has Üniversitesi’nde Mimarlık ve Kent Çalışmaları yüksek lisansına başladım ve bu sene bitirdim.

2-3 senedir de İstanbul Tasarım Bienali’nin kamusal programını düzenliyorum. Bu yıl pandemi nedeniyle umduğumuz gibi bir kamusal program olamadı. Onun dışında bu sene gerçekleştirilen Empatiye Dönüş: birden fazlası için tasarım temalı 5. İstanbul Tasarım Bienali kapsamında bir araya getirilen Genç Küratörler Grubu’nun bir parçasıyım. Sanırım sizin de bu röportajı talep etmenizin sebebi bu.

-Evet, esas sebebimiz bu ama tabii ki Çerkes kimliğine sahip olan gençlerin sanatla ilişkili konularla uğraşıyor olması, özellikle kadın kimliğine sahip gençlerin bu tip işlerle uğraşıyor olmasını önemsiyoruz. Bunu paylaşarak yaygınlaştırmayı da arzu ediyoruz.

-Çerkes kimliğim de şöyle; dedem, yani annemlerin babası Qudeberdogua sülalesinden. Kayserili, Pınarbaşı’nın Pazarsu Köyü’nden. Anneannem Tsey, Balıkesirli. Babaannem ise Abzeh.

 

-Çekirdek aileniz içinde sürdürülen gelenekler var mı? Yoksa İstanbul’da yaşıyor olmanın ve modernleşmenin getirdiği bir değişim söz konusu mu?

-Bu tabii aile içerisinde süregelen bir konu. Genel olarak bana öğretilen bu kültürü bir şekilde içselleştirdiğimi düşünüyorum, örneğin psıhalive günleri çok önemlidir, ama bu gelenekler gündelik yaşam pratiğimin çok da parçası değil. Derneğe arada giderim. Düğünlere giderim zaman zaman. Dans etmeyi öğrenmeyi isterim, ama İstanbul’da ulaşım çok zor olduğundan derneğe devam edemedim. Umarım metro olduktan sonra daha sık gideceğim.

 

-Tekrar küratörlük konusuna dönmek istiyorum. Tabii ki bu konularda çalışmalar yaptığın için bu çevre ile bir bağın vardı diye düşünüyorum. Sizlerin seçilmesi nasıl oldu? Çünkü üç genç küratör var görev alan. Sizlere bu teklif nasıl geldi ve süreç nasıl gelişti?

-Bundan önce başka bir sergi için araştırma yapıyordum. Yüksek lisansımda kent-doğa ilişkisi ilgilendiğim bir konu olarak öne çıkmıştı. Kentin insan dışı bileşenleri ve kullanıcıları zaten ilgimi çeken bir konuydu. Bu süreçte bienal ekibiyle de sürekli bilgi alışverişi içerisindeydim. Sonra bienalin teması “empati” olarak belirlendi, bu da çalışma konuma çok paraleldi zaten. Dolayısıyla birlikte çalışabileceğimizi düşündük. Diğer arkadaşlarım için de benzer süreçler oldu.

 

-Belki nispeten konuya uzak olanlar için de daha açıklayıcı olması açısından bilgi verir misin, bir küratörün görevi nedir?

-Aslında birçok şey yapabilir. Daha doğrusu bu iş birçok farklı biçimde yürütülebilir, ben kısaca bu bienalde Genç Küratör Grubu’nun bir parçası olarak ne yaptığımdan bahsedeyim. Esasında bu pandemi öncesi belirlenen bir projeydi ve çalışmaya başlamıştık. Eğer pandemi olmasaydı bambaşka bir şekilde ilerleyebilirdi, yani kapalı bir sergi mekânında, bir müzede gerçekleşirdi, biz de küratör olarak muhtemelen bir parçasından sorumlu olurduk. Ama pandemiyle birlikte işler de biraz değişti. Bienalin teması aynı kalsa da bir şekilde var olan durumlara ayak uydurmak, uyum sağlamak ve onlardan öğrenmek gerekti. Biz bir şekilde bu bienali yapacaksak var olan koşulları göz önünde bulundurmamız gerekiyordu. Dolayısıyla bienalin esas küratörleri ufak format değişiklikleri yaptı. Sonuç olarak bienal artık üç parçadan oluşuyor. İlki ARK Kültür’de yer alan “Kara ve Deniz Kütüphanesi”. İkinci parça “Eleştirel Yemek Programı”, Mart 2021’e kadar yayımlanacak çevrimiçi film gösterimlerini kapsıyor. Üçüncüsü ise “Yeni Yurttaşlık Ritüelleri”, genç küratörlerin çalıştığı kısım da bu. “Yeni Yurttaşlık Ritüelleri” programı kapsamındaki projelerin ikisi Pera Müzesi’nde, diğerleri de şehrin değişik yerlerinde, kamusal alanlarda yer alıyor.

Bienalin birçok katılımcısı Türkiye dışından. Dolayısıyla onların yaptığı projelerle buradaki doku ve kullanıcılar arasındaki ilişkiyi bir şekilde kurmamız gerekiyordu. Pandemi nedeniyle tasarımcılar seyahat edemediğinden ve bilgi akışı zor olacağından biz genç küratörler olarak buradaki yerel kullanıcı ve gruplarla projeler arasındaki ilişkiyi sağladık. Bu grupları ve kullanıcıları belirledik. Örneğin mikroplar ve toprakla ilgili bir proje var, o projenin sahiplerini Türkiye’de toprak üzerine çalışan, bu projeden yarar sağlayabilecek ve ona katkıda bulunabilecek kişi ya da gruplarla bir araya getirdik. Yani bir projeyi sadece paraşütle sokağa koymak yerine onun bir anlam ifade etmesini ve gerçek bir işleve sahip olmasını istediğimiz için genç küratörler olarak bu ilişkileri kurmaya ve bu projeleri bir program dahilinde daha anlamlı hâle getirecek aktivasyonları sağlamaya çalıştık. Ekim ayında daha yoğun bir kamusal programımız olacaktı, ancak pandemi sebebiyle kamusal alanda etkinlik yapamadığımızdan bunların bir kısmı nisana ertelendi.

 

-Yani nisana aktarılacak sadece çevrimiçi etkinlikler değil…

-Hayır, sadece çevrimiçi etkinlikler değil. Zaten kamusal alan yerleştirmelerinin bir kısmı ya kalıcı eser gibi yerleştirildi ya da en azından nisana kadar kalacağını biliyoruz. Umarım nisanda da bir şekilde bizim düzenlediğimiz programlarla aktive edilecek ve oradaki yerel mekânla da ilişki kuracaklar. Şu anda da yapabiliyoruz aslında ama çok daha küçük ölçekli. Açık çağrılar yapmıyoruz, 2-3 kişi gidip o ilişkileri yine de kurmaya ve devam ettirmeye çalışıyoruz. Nisanda daha farklı olacağını umuyoruz.

 

-O zaman şu anda gidip görebilen 2-3 kişilik gruplar sizin bir şekilde iletişime geçtiğiniz gruplar diye anlıyorum…

Benim sorumlu olduğum işlerden bir tanesi Bits to Atoms diye bir mimarlık ofisinin tasarladığı “Devrimin Sobası” adlı soba. Şu an Karaköy sahilinde ziyarete açık. Bits to Atoms’a BeirutMakers adlı kolektif eşlik ediyor. Onların projesini Türkiye’de urban.koop diye bağımsız disiplinlerarası şehircilerden oluşan, kentsel çalışmalar yapan yeni bir kooperatif sahipleniyor. Projeyle onların ilişkisini kurduk, sonra da bu sobanın nereye yerleştirilmesi gerektiğini, kimlerle ilişki kurulacağını ve belgelendirilmesinin nasıl yapılacağını birlikte değerlendirdik, hâlâ da gözlemlemeye, önceden ilişki kurduğumuz insanlarla konuşmaya devam ediyoruz.

-“Yeni Yurttaşlık Ritüelleri” hakkında benim de aklımda kalan anahtar kelimeler “Yerel bağlam kazandırmak”, “Müdahaleler”, “Tasarlanmış Öğün”, “Kamusal Münazaralar” gibi… Ama bunların birçoğu şu an hayata geçemedi diye de tahmin ediyorum…

-Şu an o projeler sadece orada var olarak oradaki yerel gruplarla, ziyaretçilerle etkileşime geçebiliyor, yüz yüze programlar ise nisanda olacak. Yine de dijital programımız var, tasarimbienali.iksv.org adresinden takip edebilirsiniz. O projelere ev sahipliği yapan kişi ve kolektiflerle söyleşilerin yer alacağı ya da projeye dair ayrıntılar verecek birkaç programımız olacak. Bunlar YouTube üzerinden yayımlanacak, ama “Yeni Yurttaşlık Ritüelleri”nin asıl farklı gruplara karşılaşma olanağı sunmasını, hatta birçok farklı ölçekteki kent bileşenini bir araya getirmesini hayal ediyoruz. Tabii bu bienal pandemi nedeniyle biraz yavaş işleyen bir sürece dönüştü, bu da belki iyi bir sonuç doğurabilir. Örneğin sobayı oraya yerleştirdik. Kışın nasıl kullanıldığını gözlemleme şansımız olacak, sonra tekrar bir araya gelip bunun üzerine konuşabileceğiz, bu da farklı bir deneyim olacak.

 

-Kesinlikle öyle. Belki de önümüzdeki yıllardaki bütün deneyimlerimiz de yavaş yavaş böyle olmaya başlayacak. Bu bir geçiş ve hazırlık dönemi olarak da değerlendirilebilir.

-Yavaş ve farklı bir bienal… Dolayısıyla bu durumu bir şekilde kabul edip ona uyuyoruz.

 

-Belki de bu sefer edindiklerimiz tecrübe olarak bir sonrakine de aktarılacak olabilir. Peki, tekrar bir üstbaşlığa dönecek olursak, yani “Empatiye Dönüş”e… Bununla ilgili biraz konuşmak isterim. Belki bunun cevabı sende değildir ama bu sene neden “Empatiye Dönüş” temasına odaklanıldı? Özellikle bu dönem özelinde bize ne anlatıyor? Bununla ilgili de yine aklımda kalan anahtar kelimeler “Birbirimiz ve diğer türlerle ilişkiler”, “Bitkisel ve jeolojik bedenler” gibi şeyler. Bunlarla ilgili biraz konuşabilir miyiz?

-Tabii bununla ilgili küratörler kadar iyi bilgi veremem, ama bienalin ana küratörü olan Mariana Pestana’nın kendi pratiği de biraz bu konularla ilgili. “Empatiye Dönüş” aslında pandemiden önce belirlenmiş bir temaydı, ama bugünlerde yaşadığımız iklim krizi, onun sonuçları, dijital dönüşüm, pandemi dönemi ve onun getirdikleriyle çok daha anlamlı hâle geldi, başka bir bağlama oturdu. Bu tema, sadece insanı merkeze alarak düşünüp kenti de ona göre planladığımız bir dönemin geride kaldığı, artık hem şehirleri hem de dünyayı insan dışı başka ölçek ve bambaşka perspektifleri de denkleme dahil ederek değerlendirmemiz gereken bir döneme girdiğimiz düşüncesinden hareketle belirlendi, projeler de bu eksende oluştu. Örneğin projelerden biri İstanbul bostanlarıyla ilgili. Normalde biz İstanbul bostanlarının ve kent içi tarımın ne kadar önemli olduğunu bir süredir konuşuyoruz. Ancak bunu hep insanlar üzerinden, oradaki çiftçiler ya da oradan gıdasını temin eden insanlar üzerinden konuştuk. Amerika’da yaşayan disiplinlerarası sanatçı ve tasarımcı Orkan Telhan ve İspanya merkezli tasarım ofisi elii’nin ortak projesi “İstanbul’un Mikrobiyal Meyveleri” ise İstanbul bostanlarına tamamen mikroorganizmaların perspektifinden bakıyor, bu da bambaşka bir bakış açısı. Çünkü mesela üzerinde yapılaşmalar oldu, İstanbul’un bostanları yüzyıllar içinde değişti, bir çoğu yok oldu, ama 1500 yıldır orada olan mikroorganizmalar var. Bu bir şekilde bizim hayatımızı etkiliyor, biz de oradaki mikroorganizmayı etkiliyoruz. Bu proje de bizi bunun hakkında düşünmeye ve etkileşime geçmeye teşvik etmek için mikroorganizmalarla başka türlü ilişkileri nasıl kurabileceğimize odaklanıyor. Dolayısıyla şehri ve dünyayı sadece farklı insan grupları ya da disiplinlerle değil, aynı zamanda farklı ölçek ve perspektiflerle okumayı amaçlıyor.

 

-Bu bana son İstanbul Bienali’ni de hatırlattı. Temalar anlamında İstanbul Bienali ile Tasarım Bienali birbirine paralel mi ilerliyor? Aslında dünyanın genel gündemi de bunun üzerine olduğu için sormak istedim…

-Evet, aslında o bağlamda bir benzerlik var. Bildiğim kadarıyla iki bienal arasında o mânâda bir paralellik gözetilmiyor. Ama ister istemez oluyordur tabii. Zamanın ruhuyla da ilgili…

 

-Bienal ile ilgili senin eklemek istediğin, bize aktarmak istediğin başka konular olabilir mi?

-Aslında bir bilgi olarak şunu ekleyebilirim, ARK Kültür’deki Kara ve Deniz Kütüphanesi’ni gezebilmek için rezervasyon.iksv.org adresinden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Pandemi koşulları sebebiyle beşer beşer ziyaret edilebiliyor. O yüzden gitmek isteyenler mutlaka önceden rezervasyon yaptırmalı. Bir de tabii bu kamusal alandaki işler her an her yerde insanların karşısına çıkabilir. Beşiktaş’ta, Kalamış Parkı’nda, Fenerbahçe’de, Karaköy’de… O yüzden bu karşılaşmaya katılmak isteyenler şehrin her yerinde bu projelerden birine denk gelebilirler.

 

-O zaman bienal ile ilgili kısımdan farklı bir konuda ilerlemek istiyorum. Bir kadın olarak bu tip bir alanda var olabilmekle ilgili yaşadığın olumlu-olumsuz deneyimler var mı? Ya da bununla bağlantılı olarak Türkiye’de kültür-sanat alanında kadının konumuyla ilgili bir şeyler söylemek ister misin?

-Açıkçası diğer pek çok sektöre kıyasla kültür-sanat sektöründe çok fazla kadın çalışan ve üretici var. Bu anlamda kendimi şanslı hissediyorum. Tabii ki yine de Türkiye’de bir kadın olarak var olmak ve çalışmak daha zor olabiliyor. Ama bu bienal kapsamında üç kadın küratörle ve benim dışımdaki iki genç kadın küratörle (Nur Horsanalı ve Ulya Soley) çalışmaktan çok mutlu oldum. Bizim Genç Küratörler Grubu programımız British Council’ın Kültürde Kadın Gücü fonuyla desteklendi. Özellikle kadın olmamız üzerinden seçilmedik, bu tamamen tesadüfen oldu ve ben çok memnun kaldım. Zaten çalışma ekibimin de çoğu kadın. Kadınlarla çalışmanın ve kültür-sanat ortamında kadın olarak var olmanın farklı bir bakış açısı sunduğuna inanıyorum. Kendi pratiğimde de insanlarla o ilişkileri kurarken konuya bambaşka ölçeklerden yaklaşma imkânı sağladığını düşünüyorum. Ayrıca kadınlarla dolu bir ailede büyüdüm; yemekler, yemek çevresinde kurulan hikayeler, ritüeller -Çerkes kültürü, yemekleri ve ritüelleri de elbette- aynı zamanda dayanışma ve empati gibi kavramlar gündelik yaşantımın önemli bir parçasını oluşturdu. Bu geçmiş yaşantıların da etki ettiği, hâlihazırda düşündüğüm, dert edindiğim konularla ilgili bir üretimin içinde bulunmak da beni mutlu ediyor.

 

-Tekrar meslek seçimin ve sonrasında seçmiş olduğun yol ile ilgili sormak istiyorum; bu yol alışılagelmişin epeyce dışında. Ailen ya da çevren tarafından bu seçiminle ilgili olumlu-olumsuz nelerle karşılaştın?

-Açıkçası ailemin desteği konusunda çok avantajlı olduğumu düşünüyorum, çünkü bana kimse “bunu yapma da şunu yap” demedi. Ama hâlâ tam olarak ne yaptığımı anlamak konusunda bazı zorluklar yaşanıyor. Tabii bir mimarlık ofisinde mimar olarak çalışmamı tercih edebilirlerdi, ancak neticede mimarlığın bina yapmak ya da fiziksel üretim kısmından ziyade yapılı çevre, onun kullanıcıları ve çok çeşitli bileşenlerle ilişkilerini araştırmaya ve kurmaya dair çalışmayı çok daha heyecanlı buluyorum. Hep öyleydi zaten… Okurken de öyle hissediyordum. Ama evet, bu konuda avantajlıyım, hiçbir sorunla karşılaşmadım ailem ya da çevremde.

 

-Peki, yüksek lisansı tamamladım, dedin. Akademik anlamda bir devamlılık düşünüyor musun?

-Düşünüyorum, ama açıkçası şu an pandemi nedeniyle herkes gibi benim gelecek planlarım da belirsiz. En kısa zamanda karar verip devam edeceğim. Bunun için pandeminin hayatımızda daha az etkisinin olduğu bir dönemi bekliyorum. Aynı zamanda kültür-sanat sektöründe devam etmeyi de diliyorum.

 

-Söyleşiyi yavaş yavaş sonlandırırken senin özellikle değinmek istediğin başka konular var mı?

-Aslında kadın konusuna da değinen bir projeden bahsedebilirim. Bu “Yeni Yurttaşlık Ritüelleri” kapsamında Dansbana! adlı mimar ve dansçılardan oluşan bir ekibin projesi var Kalamış Parkı’nda. Kamusal alandaki erkek varlığı kadınlardan çok daha fazla ve kadınlar kamusal alanda erkekler kadar hareket özgürlüğü olduğunu düşünmüyor. Bu durum dünyanın birçok yerinde de böyle. Aslında Dansbana!’nın amacı da kadınları kamusal alanda kendilerini ifade etmek, hareket etmek için teşvik edecek mekânlar tasarlamak. Bu alanlardan biri “Dansbana! Kalamış” adıyla Kalamış Parkı’nda devamlı kalacak, Kadıköy Belediyesi onu sahiplendi. Nisanda çeşitli dans gruplarıyla zaten aktive edilecek, ancak ekim sonunda bu dans pisti kurulacak, sonrasında da herkese açık olacak. Herkes telefon ya da hoparlörleriyle gidip orada dans edebilecek. Program kapsamında dans edecek gruplardan biri HipHop Ladies diye bir grup. Bu proje kadınların kamusal alandaki hareket özgürlüğüyle ilgili, benim de en sevdiğim projelerden biri. Aktive edildikten sonra üstünde konuşmak daha iyi olur belki, ancak beni şimdiden heyecanlandırıyor.

Bir de buna ek olarak az önce konusu geçen sobanın bağlamından da biraz daha söz etmek isterim. Sadece oraya bir soba kurduk gibi oldu, ama bu devrimin sobası… Lübnan’da geçen seneki eylemler sırasında protestoculara destek olmak adına Beyrutlu mimarlık ofisi Bits to Atoms bir soba tasarladı ve çeşitli yerlere yerleştirdi. Bunu bir şekilde o eyleme katkıda bulunmak adına yaptılar. Gerçekten de insanlar sobayı ısınmak için kullandı, hâlâ da orada aktif bir soba var. Ofis açık kaynak kodlarıyla sobanın çizimlerini paylaştı, herhangi birinin çizimleri indirip, bir saatte kurup, herhangi bir yere koyup kullanabileceği hâle getirdi. Biz de bu sobayı İstanbul bağlamında bambaşka bir anlamla konumlandırdık tabii. Karaköy sahilinde balıkçılar, evsiz insanlar ya da orada vakit geçiren herhangi birinin gidip ısınabileceği, çayını ısıtabileceği bir soba var artık. Bunu söylemeden bitirmek istemedim.

 

-Gerçekten başka bir ülkede bambaşka bir biçimde kullanılan ürünün bizim ülkemizde farklı bir konumda kullanılması, bu iletişim çok etkileyici…

Aynı zamanda bu dijital dönüşüm çağında ürünleri açık kaynak kodlu paylaşmak da çok değerli. Her an herkesin yararlanabileceği bir kaynak oluşturmak… Bir yandan bu soba üzerinden gelişen programda da yeni dijital üretim araçlarının kente müdahalede nasıl bir işlevi olabileceği konusunu tartışacağız. Ama bunların hepsi nisanda olabilecek.

 

-Eylül, benim için çok keyifli bir sohbetti. Umarım sen de keyif almışsındır.

-Ben de çok memnun oldum.

 

-Tekrar teşekkürler…

Yazarın Diğer Yazıları

‘Filmlerim ezberletilenleri sorguluyor’

Başarılı belgesel film yönetmeni Nefin Dinç ile belgesel film üzerine gelişen kariyer süreci, Çerkes kimliği ve en son çalışması “Antoine Köpe’nin Anıları” üzerine söyleştik. -Öncelikle...

İmparatorluklar Arasında, Sınırlar Ötesinde

Osmanlı’nın modernleşme sürecine ve tarih sahnesinden çekilmesine tanıklık eden Köpe ailesinin anılarına dayanan “İmparatorluklar Arasında, Sınırlar Ötesinde Köpe Ailesinin Tanıklıklarıyla Savaş ve Mütareke Yılları”...

“Bu ağıdı yazarken büyüdüm”

“İçinde ‘Büyük Sürgün’ün de, Manyas-Gönen tehcirinin de olduğu ama bugünün asimilasyonunun da yaşandığı bir hikâye kurmak üzerine yola çıktım”  E-learning. Concept of education. Internet labrary....

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img