Miladi takvime göre 7 Kasım 1917’de, Gregoryen takvime göre ise 25 Ekim 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi, dönemin Çarlık Rusya’sında yaşanan ekonomik krizler sonucu halkın Çar’a karşı ayaklandığı, hatta Osmanlı devletinde 1908 yılında II. Abdülhamit yönetimine karşı gerçekleşen Jöntürk Devrimi’ne de ilham veren 1905 devriminin devamı niteliğindedir. 1905 devrimi Rus halkına birtakım özgürlükler sağlar ancak beklenen refah sağlanamaz, Çarlık Rusya’sı tekrar ve bu kez daha zor duruma düşer. Birinci Dünya Savaşı’nın da yükleri ile ağırlaşan ekonomik krizler, halkın büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve köylü sınıfını daha ağır şekilde ezmeye başlayınca 1917’de bir ayaklanma daha çıkar. Şubat ayında Çar’ı deviren Bolşevikler, kasım ayında ise Lenin ve Troçki liderliğinde yönetimi ele alırlar.
Her devrim gerçekleştiği coğrafyada köklü değişiklikler meydana getirir. Toplumun bir bölümünün yüzü gülerken başka bir taraf için büyük yıkımlara neden olabilir. Ekim Devrimi’nde de yaşananlar farklı olmaz. Bolşeviklerin yönetimi ele almasından sonra devrimciler ile Çar taraftarları arasında yıllar süren kanlı bir iç savaş başlar ve pek çok insan evini, sosyal mevkiini, ailesini bırakarak doğduğu, yaşadığı topraklardan kopup başka ülkeye zorunlu göç etmek zorunda kalır.
1917 ile 1922 yılları arasında 200 bine yakın Rus göçmenin (çoğu Çar’ın Beyaz Rus ordusuna mensup oldukları için gelen göçmenlerin tamamı Beyaz Rus olarak adlandırılır) geldiği İstanbul, en çok sayıda Rus göçmenin sığındığı şehirlerden biridir.
O sırada İstanbul’da Mütareke yılları yaşanmaktadır. Şehir, çoğu İngiliz askerlerinden oluşan İtilaf Devletleri kuvvetlerinin işgali altındadır. Son yıllarda yaşanan savaşların ekonomik yükü ağırlığını olanca yıkımıyla gösterirken üstüne bir de göçmenlerin yükü binmiştir. Şehre gelen göçmenler sadece Beyaz Ruslarla sınırlı değildir. Anadolu’dan gayrimüslimler, Yunan ordusu tarafından işgal edilen Kuzey Trakya’dan Türk göçmenler de İstanbul’a akın etmektedir. Asayişin bozulduğu şehirde ümitsizlik ve kargaşa hâkimdir.
İşte bu yıllarda, Rusya’nın güney limanlarından birinden birkaç arkadaşıyla bindiği gemiyle İstanbul’a gelen mültecilerden biri de dedem Mısostukho Alhas idi. Bolşeviklere karşı verdikleri mücadelenin bir noktasında, şartlar değişince dönecekleri umuduyla vatanından ayrılmak zorunda kaldı (Hayatının sonuna kadar koruduğu dönme umudunu maalesef gerçekleştiremeyecekti).
Belki kısa sürede geri dönmek için koşulların oluşması umuduyla, belki birlikte mücadele verdikleri ve gelirken ayrı düştükleri arkadaşlarıyla buluşmak amacıyla, belki de Anadolu’daki Çerkes nüfusunun yoğun olduğu bölgelere geçme yollarını bulana kadar İstanbul’daki bir handa bir süre konakladılar.
Dedemin yaşadığı o günlere ait babamın anlattığı anılardan biridir:
Dedem ve arkadaşlarının konakladığı hanın önünden her sabah süt güğümleriyle dolu bir at arabası geçer. Bir sabah hanın önünde arkadaşlarıyla otururken at arabasını çeken at bir anda yere yığılır. Atın sahibi ve çevredekiler atın başına toplanırlar. Dedem oturduğu yerden, belindeki kamasını çekerek kalabalığa doğru koşar. Elinde kamayla kendilerine doğru koşan garip giysili adam, atın çevresinde biriken insanların arasında korku ve karmaşa yaratır. Dedem kendisine engel olmak isteyenlere aldırmayarak atın başına ulaşır ve burnuna kamayla müdahale eder. At birkaç saniye içinde kendine gelerek ayağa kalkar. Çevredekiler ne olduğunu anlayamadıkları şekilde atı iyileştiren adama şaşkınlıkla bakarken, atın sahibi, kaybettiğini sandığı atı ayağa kalktığı için sevinçli, dedeme sarılır, anlamadığı dilde teşekkür eder.
Sütçü, o günden sonra, handa kaldıkları süre boyunca her sabah dedem ve arkadaşlarına süt getirir. Her sabah gelen sütün, zor durumdaki mülteciler için ne kadar değerli olduğunu tahmin edersiniz.
Atın yere yığılmasına neden olan, dedemin ise hiç tereddüt etmeden müdahale ederek atın ayağa kalkmasına neden olduğu rahatsızlığı Çerkesler, “peğubje”, yani atın burnunda bulunan hava girişini kontrol eden kıkırdağımsı dokunun iltihaplanması olarak adlandırıyorlar. Peğubje, bugünün gelişmiş tıbbi imkânlarıyla kolayca tedavi edilse de, eskiden iltihaplı dokunun bir kısmının kesilerek iltihabın akıtılmasıyla tedavi edilebilen, atın hayatını tehdit edebilen bir rahatsızlıktı.
Atın peğubje’den muzdarip olduğunu hemen anlayıp müdahale etmesi, bütün hayatı at üstünde geçen dedem ve diğer Çerkes biniciler için sıradışı bir durum değildi. Çünkü Kafkasya’da atlar Çerkeslerin en yakın arkadaşı, yoldaşı, günlük hayatının önemli bir parçasıydı. Atına iyi bakmayan, iyi eğitemeyen, uzun yoldan geldiğinde kendisinden önce atının ihtiyaçlarını karşılamayan binici ayıplanırdı. Çerkes erkekleri atlarının sağlığı, bakımı ve iyi yetiştirilmesinden bizzat sorumluydu. Bu nedenle at sahibi her binici at fizyolojisini iyi bilir, bir veteriner gibi rahatsızlıklarını tedavi ederdi.