Çocukluğun uzak ülkesi ve kimlik üzerine

0
1066

Çocukluğumun radyo, televizyon ve gazete haberlerinin evimizde yarattığı o eşsiz endişe, hüzün ve umut yankılarını anlatmak isterim. Çocuk hafızası her zaman özeldir. Çoğunlukla travmalar, güçlü duygular uyandıran olaylar, belli yükseliş ve alçalışlardan oluşan enstantaneler bu hafızanın oluşumuna büyük katkı sunar. Bugün, geçmişteki bir anısını anlatan yaşlı insanların bu anıları bu kadar net ve canlı anımsamaları bu sebeptendir. Buna “anımsama tepesi” de denir. Dün yediğimiz bir yemeği unutabilirken, 30 sene önceki bir yemeğin kokusunu bile tarif edebilmemiz bundandır.

Çocukluğumun anlatacağım dönemine ait anıları da işte o tepenin bir eseri olsa gerek: Uzaktaki ülkenin Rusya tarafından işgali…

İşte her şey böyle başlamıştı. Kafkasya neresiydi? Haritada nereye düşerdi? Atlası açıp büyük bir şevkle ezberlediğim o Avrupa başkentleri arasında Grozni neden yoktu? (Tabii ki Grozni’nin evvela Sölj-Khala olduğu, sonradan buraya Rusların “korkunç” manasında Grozni dedikleri, 96’da ise Zelimhan Yandarbiev’in Dudayev’in anısına buraya Djokhar-Khala isminin verilmesini onayladığını biliyoruz. Ancak o zamanlar bu şehre Türk kamuoyunda çoğunlukla Grozni deniyordu ve hafızalarımızda da öyle yer etmişti.) Peki, Rusya bizden ne istiyordu? Biz kimdik? O uzaktaki ülke bizimse ve Daymohk dedikleri yer bizim ata-vatanımızsa biz neden buradaydık? Ben Türkçe konuşuyor ve Türkiye’de yaşıyorsam, o halde bu Çeçenlik de neyin nesiydi?

Rahmetli annem Batı Trakya’dan Türkiye’ye göçmüş bir ailenin kızıydı, babam ise bir asırdan uzun bir süre önce bu topraklara gelmiş bir Çeçen ailenin oğlu. Aslında bir kimlik bunalımı yaşamak için gereken tüm unsurları şahsen barındırıyordum. Ancak o zamana kadar “Türklük”le bir alıp veremediği olmayan mutlu bir çocuk olarak, bir anda kendimi uzaktaki bir savaşın üzerimize düşen gölgesinde bulmuştum. Yaşadığım şüphesiz bir kimlik bunalımıydı ve 7 yaş bu bunalım için pek de uygun değil gibiydi.

Halbuki yaz ne güzel geçmişti. ABD’deki Dünya Kupası maçlarının renkli televizyonumuzdaki keyfini yaşamıştım. Sonra balkonumuzun o muhteşem serinliğinde yenilen, Gümülcineli annemin göçmen usulü salçasından mamul salça-ekmek. O ekmek de, o salça da bir daha dünyanın hiçbir yerinde bu kadar güzel yapılamaz gibi geliyor hâlâ bana. Çocukluğun romantik nostaljisi mi, yoksa bir hakikatin korkutucu gerçekliği miydi bu, hâlâ emin değilim. Fakat nihayet kış gelmişti evimize. Kışla beraber evimizi daimi bir griliğe bürüyen savaş sesleri sonra. Her şey ne güzeldi halbuki, nereden çıkmıştı şimdi bu Çeçenya?

Babamdan öğrendiğim Çeçenlik, ilk defa o savaş zamanı baskın bir keşfetme arzusu uyandırmıştı bende. Daha öncesi çok net değil. Rahmetli dedem ve babaannemin aralarında konuştuğu Nokhçi Mott’un fonetik garipliğini anlamlandırmaya çalışmak dışında, bu yeni kimliğin keşfine dair o vakte değin bende bir heyecan uyanmamıştı. Peki ya şimdi? Bu yeni kültürel kodu çok çabuk benimser gibiydim. İlkokul arkadaşlarıma caka satmam çok uzun sürmemişti: “Biliyor musun? Çeçencede ekmeğe bepığ denir ve biz savaşı kazanacağız!”

Ekmek ve savaş. İşte bütün mesele buydu. İlki, öğrendiğim ilk Çeçence kelimeydi: Ekmek. İkincisi ise benim için bir kahramanlık öyküsü olarak gelişiyordu. Sanki Nart destanlarının 20. yüzyıl versiyonunu yaşıyorduk. Çünkü uzaklardan gelen kimi büyüklerimiz, bize hiç korkudan ve vahşetten bahsetmemişlerdi. Çeçenler savaştan korkmaz, ona düğüne gider gibi giderlermiş. Ben bu analojiyi hiç unutmadım. Savaşın ve düğünün zihnimdeki dansını sanki bir heyula gibi her daim yaşatmaya devam ettim.

Her sabah kahvaltıda ve tabii ki akşam haberlerinde savaştan gelen haberler takip edilirdi evimizde. Elbette o zamanlar internet henüz yoktu. (Ya da Türkiye’de yaygın değildi, emin değilim.) Haberleri çoğunlukla televizyon ve gazeteden takip ediyorduk. Belki daha genç arkadaşlarım anımsamayabilirler ama siyasi parti liderlerinin, iktidarından muhalefetine kadar televizyonlara çıkarak açık oturumlara katıldığı, nezaket kurallarını aşmadan birbirleriyle tartışabildikleri yıllardı. Basın özgürlüğünün pek çok anlamıyla günümüzden bile daha iyi bir noktada olduğu aşikârdı. Mizah dergileri, Demirel, Özal veya Ecevit’i bikiniyle ya da dansöz kılığında çizebiliyor ve kimse yargılanıp tehdit edilmiyordu. Kulağa çok garip geliyor ama 90’ların kendine özgü bir havası vardı. Savaştan gelen her haberi dikkatle izleyip dinlediğimizi biliyorum. Ardı arkası gelmeyen hava bombardımanları en sık karşılaştıklarımızdı tabii ki. Babamın “Karada sıkıyı görünce ancak böyle havadan saldırıyorlar” sözleriyle birlikte yer etmişti kafamda. “Havadan saldırıyorlar çünkü bizden korkuyorlar” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum.

Pazaryeri bombalanmış, çocuklar ölmüş. Yüreği sızlayan gözleri, babamın ettiği sunturlu küfürleri, hepsini geçiriyorum gözlerimin önünden. Annemin bir sabah ağladığını hatırlıyorum. Babam ve amcalarım savaşa gidecekmiş. Rahmetli annem yalvaran gözlerle baktı babama kaç defa. İşte bunu duydum ve o an ilk defa Çeçenliğime “ihanet” edercesine korktum. Sonra bir gün televizyonda Cahar Dudayev’i görüyoruz. O ince bıyıklı, buğulu mavi gözlü adamı ne zaman görsek içimizde bir kıpırtı uyanıyor. Savaşı kazanıyorduk, gelen haberler öyleydi. Bir imkânsızı başardığımız fısıldanıyordu her yerde. Televizyonda ele geçirilmiş bir Rus tankının Çeçen bayrağıyla dolaştığı, üzerinde savaşçıların olduğu bir görüntü karesi anımsıyorum. İşte benim için zafer, bu kareyle özdeşleşmiş. Sonra vuruyorlar Dudayev’i. Tanımadığım bu adam için çocuk yüreğim çok üzülmüştü. Garip bir histi bu, bugün bile tarif etmekte zorlandığım, hâlâ yüreğimde bir teli titreten bir his.

Yıllar geldi ve geçti. O Nart destanları insanlık dramlarına, kahramanlık öyküleri de trajik hikâyelere bıraktı yerini. Elimizde o günlerden bugüne anıları, amaçları ve öyküleri kaldı yalnızca. Bir de bitmeyen umutlarımız. Kimlikler peki? Acaba çocukken bu işi çözmek daha mı kolaydı? İstenildiğinde Türk, istenildiğinde Çeçen olmak… Aynı anda hepsi olabilmek, hepsinden ayrı bir pınarla beslenmek güzel şey de, anlatıp anlaşılabilmek mümkün mü günümüzde? Dünyanın en heterojen topraklarında, dünyanın en homojenik üstten bakışları ve yargıları arasında bir kimliği bulmak ne kadar mümkün? Belki de bir sonraki yazının konusu, Türkiye’deki Kafkasyalıların günümüzde yaşadığı kimlik tartışmalarının dallanıp budaklandıkları mecralar ve bunların sosyal medyadaki izdüşümleri olmalı…

***

Mert Kalkan

Dokuz Eylül Üniversitesi, Tarih Eğitimi Ana Bilim Dalı’nı bitirdikten sonra lisansüstü eğitimine devam etti ve Kafkasya’dan Anadolu’ya göçler üzerine hazırladığı iki sempozyum bildirisi yayınlandı. Ethem ve Milli Mücadele üzerine yaptığı akademik çalışmalarını sürdürüyor.
İzmir’de ikamet etmekte ve 2013 yılından beri özel öğretim sektöründe tarih öğretmenliği yapmaktadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz