Kâğıttan Gemiler’in sonu ya da gözümün ilk ağrısı

0
875

Yaşlı ve pütürlü elleri benim uysal, yumuşacık saçlarımı seviyordu. Dizinin dibine, yere oturmuş, gözümü kırpmadan bakıyordum bu gözleri hiç değişmemiş yaşlı adama.

İki oğlu, gelinleri, üç torunu olmuştu İsmet Dade’nin.

Reyhanlı’daki o büyük bahçeli evin kapısında beni beklerken bulmuştum bütün aileyi. Gözlerini kırpıştırarak bakan, yabancılığımı yadırgayan ortanca torunu görünce dizlerimin üzerine çökerek kollarımı açmıştım, yanaklarımdan sicim gibi dökülen yaşlar avlunun serin taşlarına dökülüyordu. İsmet’in fotoğraflardan tanıdığım çocukluğuydu karşımdaki! Çocuk, annesinin bacaklarının arkasına saklanmış, kapının eşiğinde gülerken ağlayan bir yabancıdan kaçıyordu haklı olarak. Ama ben onu tam kalbimin içinden tanıyordum.

İsmet Dade gülümseyerek yanıma geldi. “Hoş geldin kızım.”

Ayağa kalkıp gözlerine baktım. Son kabuğum o an, orada kırıldı. Yaşlı adamın boynuna sıkıca sarılarak hıçkırmaya başladım. Acemice sarılmıştı bana o kapı eşiğinde. Bütün aile birbirine göstermeden gözünün yaşını siliyordu başını eğerek.

Gelmeden önce hepsi hakkında bilgi almıştım. Büyük çantamdan bir bir hediyelerini çıkardım ya benim İsmet sandığım ortanca torun, Aslan, ilk karşılaşmanın tedirginliğini atamamıştı daha üzerinden, yaklaşmadı yanıma.

Sonrası bildik hikâyeydi; yemekler yendi, komşular beni görmeye geldi, çaylar içildi. O evin kapısından giren herkesi tanıyordum sanki sımsıkı kucaklıyorlardı beni. Evin bahçesinde yeni açmış çiçekleri sevdim sonra, haçeşteki serin yatağa uzanıp tavanı seyrettim uzun ve bitmek bilmez bir huzurla.

Ertesi sabah, kahvaltıdan hemen sonra İsmet Dade; “Raif Efendi beklemeyi sevmez, benim huysuz yezit ondan da fenadır, o da hiç sevmez, hadi gidelim” dedi gülümseyerek.

Muallim Raif’in mezarının başına geldiğimizde dade usulca çöktü ayakucuna. Benim anlamadığım anadilimde bir şeyler söyledi babasına gözlerinden akan yaşları benden hiç sakınmadan, saklamadan. Raif’in yanında, İsmet Dade’nin iki yıl önce kaybettiği eşi Maze yatıyordu; gelinin kayınpederinin yanında, toprağın altında bile olsalar yatmaktan utanıp sıkıldığına emindim o an.

 ***

Raif, radyoda ajanslardan Erzincan’ın yapıldığını duyunca İsmet ile beraber düşmüşler yola. Ama gittiklerinde yaşadıkları hayal kırıklığı dayanılmazmış. Üç, beş ev yapılmış, yıkılan evlerin molozları temizlenmiş ama şehir bomboşmuş daha… Hemen Oset komutana gitmişler beraber.

“Oğlumun geleceği için…” demiş Raif. “Burada senden başka kimsemiz yok.”

Bir tek bunları duymuş İsmet Dade konuşulanlardan. Oset komutan gürültüyle hıçkırarak fırlamış oturdu yerden Raif’in incecik boynuna sarılmış sıkıca.

“Oğlum, sen ne mübarek adamsın. Ninen derdi, haklıymış, ne kutlu bir hediyesin!”

Komutanla vedalaşarak buraya dönmüşler, Reyhanlı’ya. Bu şimdi oturdukları kocaman bahçeyi almış muallim, büyük bir ev yaptırmış içine. Konu komşu; “Yahu iki kişisiniz hepitopu muallim, iki gözlü bir ev neyine yetmiyor” dediklerinde; “İsmet’im bu evde büyüyecek, aile olacak, kök salacak. Bu evde torunlarım olacak benim” demiş.

Sırf İsmet dilini unutmasın diye uzun kış gecelerinde beraber Adigabze sohbetler etmişler; Raif, İsmet kadar güzel konuşur olmuş oğlunun anadilini. Bir de bahçeye bir tane nar ağacı dikmişler diğer meyve ağaçlarının arasına elleriyle. O nar ağacının dibine gömmüşler Denef’in saçlarını, nenejin tespihini, çocuklardan birinin ayakkabısının tekini.

“O kadar mutlu büyüdüm ki kızım, Allah o koca yürekli Raif babamdan bin kere razı olsun” dedi İsmet Dade nar ağacının altında bana bütün bunları anlatırken. “Bir gün kalbimi incitmedi, Rabbim de onu hiç incitmesin” diye dua etti gözleri yerde gülümseyerek. O gülümseyişte her şeyini kaybeden bir adam ve çocuğun yaşama tutunmak için verdiği akıl almaz mücadele vardı. Bir adamın dünyayı içine alacak kadar büyük ve merhametli kalbi vardı. Ağaç dallarına kurulan salıncaklardan gelen şen çocuk kahkahaları vardı. Sırf İsmet dilini unutmasın diye onun dilini öğrenecek kadar dağlardan yüce gönüllü bir adamın yanlış telaffuz ettiği her kelimeye gülüşündeki o saflık vardı.

Derin bir nefes gibi içime doldurdum o gülüşü.

 ***

Bu ev yapılırken kaybolmuş defter. Nasıl olduysa çerçinin eline geçmiş. Oradan oraya, oradan oraya gezip Tuna’ya kadar ulaşmıştı Raif’in günlüğü. Tuna, yaşamın özüne açılan o yolunun her adımını minnetle yürüyordu artık. Anavatanından döner dönmez sosyal medyadan duyuru yapmış, kısacık bir süre sonra da İsmet Dade’nin oğlundan mesaj almıştı. Baharı beklemişti Tuna buraya gelmek için. “İlk çiçekler tomurcuklanmaya, dalında yeni yapraklar patlamaya başlar başlamaz geleceğim” demişti Recai Ağabeye, İsmet Dade’nin küçük oğluna…

Küçük gelin kahvaltıdan sonra kahvelerini yaparken Tuna, İsmet Dade’nin dizinin dibine oturmuştu geldiğinden beri yaptığı gibi… Başını dadenin dizlerine koyup çocukları izliyordu sevgiden ışıldayan gözlerle. Aslan da alışmıştı ona, Nesren de… Dilhun bebekti daha ama gözlerinden belliydi nasıl savaşçı, güzel, yiğit bir kız olacağı.

Recai Ağabeyin eşi Ebru, kahvelerini getirdikten sonra Tuna’nın yanına oturdu, yere. “Ne yapacaksın bundan sonra?” diye sorarken sıcacık avuçlarının içine aldı Tuna’nın elini.

“Hayatımı değiştirecek bir karar aldım” dedi Tuna. “Böyle köksüz savrulmaları unutacağım, Tuna’yı burada, sizin yanınızda bırakacağım, Adejelerin kızı Ayça olup bir kitap yazacağım ve bu kitap, Ayça’nın bugüne dek yaptığı en güzel ve en doğru şey olacak. Bir kitap yazacağım; onun da benim de hayatımız değişecek.”

Tuna, kahvesini bitirdikten sonra kalkıp kapıda duran ayakkabısının burnunu eve çevirdi. Birkaç gün sonra bütün aileyle vedalaşırken kapıda, burnu içeri bakan ayakkabısına gülümseyerek baktı. O ayakkabıyı ve Tuna’yı o evde bıraktı; otobüs hızla İstanbul’a doğru giderken cama başını yaslayarak üç yıl önce unuttuğu Ayça’yı tekrar hatırlamaya çalışıyordu. Nasıldı Ayça, nasıl gülerdi, neye ağlardı? Kendi özüne doğru yaptığı bu yolculuktan hiç korkmamış mıydı? Vazgeçmeyi düşündüğü zamanlar olmuş muydu? Aklının içinde bitmek bilmez bir wored kulağına onun şarkısını çalıp duruyordu. Üç yıl içinde ne yaşadığını unutmuştu Tuna’ya dönüştüğü için ama bundan sonraki ömrünün nasıl geçeceğini biliyordu. Kalbine asılı duran perdeler huzurlu bir rüzgârla havalandı, gözlerini kapattı Ayça.

“Hikâyem de kalbim de size emanet bundan sonra…” dedi usulca.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz