Bayraklı kortejler

0
554

Geçen günlerde Şanlıurfa’da “Suriye bayraklarıyla kortej oluşturup gösteri yapan” bir gruba ve bu gruba tepki gösteren vatandaşlara dair haberler dolaştı sosyal medyada… Ben de, sanırım haberi gören herkes gibi, videoları izledim, ancak görüntülerde kimsenin elinde Suriye bayrağı görmedim. Buna karşılık, üzerinde Arapça yazılar bulunan kırmızı bir bayrak gördüm.  

Kaldı ki, Urfa’da kortej oluşturan grubun Suriyeli olmadığı, düğünden çıkan ve eğlenmeye devam eden Suudi Arabistan kökenli insanlar olduğu sonradan anlaşılmış (belki bu bilginin kesinliği de garanti değil ama benim videoları izlerken bir tane bile Suriye bayrağı görmememin nedeni bu olabilir). Ellerinde tuttukları bayraklar da Ortadoğu’da çok yaygın bir aşiretin bayrağıymış.  

Öyle anlaşılıyor ki, yerel düzeyde, “sokakta ‘yabancıların’ mekâna damga vurma girişimlerine” tepki gösterilmişti. Yani söz konusu olan şey bir ulusal kimliğin bayrağı değildi; ancak herhangi bir “yabancı” kitlenin, “yerli” olarak tanımlanan bir kitlenin “bizim” olarak benimsedikleri bir yerle olan aidiyet ilişkisini tehdit etmesiyle ilgili bir olay olmuştu. Öte yandan, yerel ölçekte gösterilen yoğun duygusal tepki, ulusal medyaya en anlaşılabilir bir duygusal yansımayla “tercüme edilmişti”. Yani yerel bir meselede söz konusu olan duygusal birikim ve onun dile geliş şekli oldukça “ulusalcı” / “milliyetçi” bir dil üzerinden çok daha büyük bir yankı yaratmış oldu. Urfalıların bir kesimini sinirlendiren sokak gösterisinin kahramanları, akla en kolay gelen “yabancılar” olarak Suriyelilere dönüşmüş, salladıkları aşiret bayrağı da ötekiliğin en büyük sembolü olarak başka bir milletin bayrağına dönüşmüştü. Duygusal haritalarımızda yoğun sembolik yüklemeler ve inşaatlarla dolu olan “vatan topraklarının kirletiliyor olması” fikri ortalama duygusal sermayelerimizi harekete geçirmişti… 

Bu olaydan çıkarak çok çeşitli okumalar yapmak mümkün ama ben özellikle birbirini takip eden iki eksenin –“yerel” ve “ulusal”– altını çizmeye çalışacağım. 

  

Savunmacı içgüdü 

Birincisi, ülke çapında milliyetçileri etkileyen bir mesele olmuş olmasına rağmen, yukarıda değindiğim gibi, öncelikle Urfalıların gösterdikleri tepkide oldukça temel (veya doğal ya da insani) bir içgüdü söz konusu… İnsanlar yaşadıkları, özdeşleştikleri yerler ve mekânlarla anlam buluyorlar. Varlıklarını sürdürmek için o mekânı kendilerinin yapan anlamlı işaretler, semboller koyuyorlar. Bu semboller birtakım dini yapılar olabileceği gibi, kendilerini başkalarından ayrıştıran giyim-kuşam, takı gibi ayrıntılar da kullanabiliyorlar. Birtakım pratiklerle hem kendilerini hem mekânlarını kutsuyorlar. Yani o mekânda dolaşan insanlar hem birbirlerini tanıyorlar hem de bu tanışmayı mekânla birleştiriyorlar. Başka bir deyişle o mekândaki o insanlarla birlikte sosyalleşiyorlar. Bu sosyalleşme belli bir düzeni ve beraberinde gelenekleri, ahlak kuralları ya da “namus” anlayışıyla birlikte korunmayı da sağlıyor. Giriş ve çıkışın ya da hareketin az olduğu insan topluluklarında insanlar ve mekânlar arasındaki örtüşme ve bütünleşme, beraberinde daha kapalı, savunmacı cemaatleşmelere de neden olabiliyor.  

Modern zamanlarda, bu türden hareketi az olan cemaatleri görmek çok kolay değil. Kapitalizmin “hareketinin” girmediği kuytu bölgeler neredeyse hiç yok. Buna bağlı olarak, güvensizlik duygusu kolay kolay ortadan kalkmıyor. Hele içinde yaşadığımız ve risklerle ve üstelik insanları “oldukları gibi” kabul etmeyen rejimlerin yarattığı güvensizliklerle dolu bir dünyada söz konusu insanların içlerine kapanarak cemaatlerini ve mekânlarını kutsallaştırmalarının çok sık rastlanan bir durum olduğunu söyleyebiliriz.  

Sözleri ve fikirleriyle saygı görmeyen, kendi başlarına var olamayan insanlar ancak cemaat olarak, bir araya gelerek “daha güçlü görünerek”, neredeyse “doğal güdüleriyle” hayata tutunmanın yollarını bulmaya çalışıyorlar. Ama bu “doğallığı” çok abartmamakta ve mesela hayvanların doğallığından ayrı tutmakta yarar var. 

Doğada bütün hayvanların sahip oldukları birtakım savunma ve saldırı organları var. Aslanın pençeleri, tavuskuşunun düşmanlarını korkutmak üzere açıldığı zaman etkileyici kuyruğu, kirpinin dikenleri, kaplumbağanın koruyucu kalkanı gibi “doğal” silahları var; insanın bedeninde böyle bir silah yok… Gene doğada birçok hayvan sahiplendikleri mekânlara bedenlerinden salgıladıkları kokularla iz bırakırlar ama insanın kendinden güçlü yaratıklara karşı kullanmak üzere, kendi bedeninde böyle bir “doğal” özelliği yok. İnsan, buna karşılık, ancak, silah olarak kullanmak üzere, aklıyla bedenine birtakım aletler ya da uzantılar yapabilecek bir yaratık. Ve işte insanın bir başka özelliğini de “birlikte” yaşaması ya da “sosyal bir varlık” olması oluşturuyor… İnsan ancak bir araya gelerek, kimlikleşerek, cemaatleşerek kendini koruyabilen bir yaratık… Ve birlikteliğin içini doldurma biçimlerine bağlı olarak, cemaat yerine kurallarla, hukukla, siyasetle, demokrasiyle kendini ve topluluğunu koruyabilen bir yaratığa da dönüşebiliyor.  

Bu kuralları, bir arada yaşamanın felsefesini kuramadığı zaman da insan en iptidai ve “doğal” haliyle, kutsallaşmış cemaat ve mekân ilişkisine kapanıyor… 

Ancak cemaate kapanmak ya da daha özgürlükçü ve eşit olarak bir arada yaşamak zaman içinde sırayla ortaya çıkan, evrimsel olgular değil… Aynı toplumun insanlarının bir kısmı cemaatleşerek kendini korurken, başka bir kısmı bir arada yaşamayı bir felsefe ve hukuk haline getirebilirler. Ya da demokratik süreçler içinde bir arada yaşamayı ve güveni gerçekleştirmiş toplumlarda zaman içinde tam tersine doğru bir cemaatleşmeyi görmek de imkânsız değildir. Avrupa’da cemaatçiliğin tipik türevleri olarak ırkçılığın ve popülizmin yükselişe geçmesi bu “doğal” savunmacı kapanmanın tezahürlerinden başka bir şey değildir

Yabancı sahaya iz bırakmak 

İşte Urfa’da Suudi Arap olan insanların Urfa mekânında gösterdikleri performans, kendilerine yabancı olan, kendilerinin de yabancı oldukları bir mekânla “doğal” bir ilişki kurma biçimidir. Topluca, cemaat olarak, bir tür iz bırakıp, güven duyacakları bir mekân yaratma girişimidir. Ve buna karşılık Urfalıların gösterdiği tepki de kendilerinin olduğunu düşündükleri; bedenleri, işaretleri, sembolleri, tanıdık ritüelleriyle sahiplendikleri ve sosyalleştikleri mekânı “doğal” olarak koruma ve kaybetmeme çabasıdır. 

Aslında bu türden “doğal” çabaları mesela futbol dünyasında ve takım taraftarlarında da görebiliyoruz. Deplasman sahasında atılan bir gol, ev sahibi takım için her zaman şu veya bu ölçüde “onur kırıcıdır”, bir miktar “namus meselesi”dir. Ya da bazen çok sembolik eylemler söz konusu olabilir. Yıllar önce, Fenerbahçe karşısında Kadıköy’de rakip sahada galip gelen Galatasaray’ın antrenörü Souness’ın maçın sonunda stadın ortasına sarı kırmızı bayrağı dikmesi bir yandan bir “iz bırakma” eylemidir; diğer yandan Fenerbahçelileri delirten, kendi mekânlarını “kirleten” bir “namus meselesi”dir. 

Benzer şekilde Fenerbahçeli taraftarların kalabalık gruplar halinde Beyoğlu’nda, Galatasaraylıların Kadıköy’de, Rizelilerin Trabzon’da vb. gösteri yapmaları ve bu gösterilere karşı gelişen yerel tepkiler, benzer şekilde mekânın cemaatle birlikte kutsallaşmasına dair tezahürlerdir. 

Dolayısıyla bütün bu gerilimli karşılaşmaların bildiğimiz anlamda “milliyetçilikle” alakası yoktur. Yani Suriyeli ya da başka bir milletin bayrağının yarattığı “provokasyon” olmadan da insan toplulukları kendi mekânlarının “kutsallıklarının” bozulduğunu düşündükleri zaman cemaatleşerek savunmaya geçerler.  

Ancak, işte yukarıda sözünü ettiğim ikinci eksen -ulusal eksen- de burada, yerel düzeyde mekân sahiplenmesinin bir türevi olarak devreye giriyor. İster futbol taraftarlığı, ister mahalledeki kızlara başka mahalle delikanlılarının yan gözle bakması ya da Müslüman mahallede salyangoz satılması gibi meseleler olsun, kutsallaşmış bir yerel mekânın cemaatleşerek korunması, insan topluluklarının gayet “doğal” bir şekilde geliştirdiği bir nitelik sunuyor. Ve benzer şekilde, ulusun, vatan topraklarının, bunların bayrak gibi sembollerinin de bir saldırı ve savunma ilişkisi içinde ele alınması, sosyal bir varlık olan insanların bu çok temel “doğal” cemaat-mekân ilişkisinden besleniyor. 

Bu yüzden Urfa’da Türkiye vatandaşı olmayan birilerinin “bayraklarıyla” kortej yapıp şehirde dolaşmaları, o mekânı doğal olarak sahiplenme ve iz bırakma güdülerine tekabül ederken, bayrağın niteliği yanlış anlaşılsa da, onlara karşı memleketin genelinde, ulusal düzeyde geliştirilen tepki, vatan mekânıyla birlikte cemaatleşmiş ve güvensiz bir ulusun varlığına işaret ediyor. 

  

Urfa’da Suriye, Almanya’da Türk bayrağı 

Ulusun aslında göründüğü kadar “yeni” olmadığını, “bizim namusumuza halel getirdiği düşünülen bayraklı yabancı kortejler” yerine, tam tersinden bir örnekle de anlatabiliriz. Avrupa’da, özellikle Almanya’da türlü çeşitli vesilelerle ve kortejler halinde Türk bayraklarıyla sokaklara inen Türkler de madalyonun diğer yüzüdür. Urfa’da bayraklarıyla sokaklarda kortej yapan Araplar, o kortejlere saldıran Urfalılar ve Almanya’da bayraklarıyla kortej yapan Türkler ve (varsa) o Türklerin kortejlerine saldıran Almanlar, hep beraber, cemaatleşmiş, varlıklarını örtüştükleri mekânla garantilemeye çalışan bir insanlık haline tekabül ediyor.  

Başka bir ifadeyle, bayrak, kortej ve mekânla karşımıza çıkan bu “küçük” krizler, başka tatmin araçları aşırı derecede zayıf olan, sosyalliği aynılık üzerinden kuran, farklılıktan korkan, bize ve başkalarına dair sembolleri mutlaklaştıran ve kutsallaştıran cemaatçi toplumların tezahürü olarak önümüze geliyor.  

Tabii ki krizler sadece bayrak vb. sembollerle ortaya çıkmıyor. İptidai düzeyde bir doğallık eşliğinde, korunmaya çalışan ulusların bireyleri, kendi konforlu cemaatlerini riske attığını düşündükleri her türlü kutsallık dışı işarette de dengelerini kaybediyorlar. Bu yüzden mesela, geçen temmuz ayında Kayseri’de bir otobüste Çerkesçe konuşan iki genç, alenen ırkçı bir nefrete maruz kaldılar. Sadece anadillerinde konuştukları için bu gençlere “Bu ülke Türklerin ülkesi, her şey Türk’tür, Çerkes değil. Bu ülkede ikinci dil konuşulmaz” gibi ezberler sunuldu ya da “Çift dil konuşulduğunda ülke karışır” gibi meşruiyeti kendinden menkul ahkâmlar kesildi.  

Dillerin çoğulluğundan korkan bu otobüs yolcularının, Urfa’da başkasının bayrağından korkan, ama aynı zamanda Almanya’da bayrakla gösteri yapan zihniyet sahiplerinden pek bir farkı yok. Ve bu zihniyetin derdi sadece “bayrak” da değil; çok daha derin bir güvensizliğin sonucuna işaret ediyor.  

Vatandaşına güvenmeyen bir devletin altında, kendilerine ve yaşadıkları topluma karşı güvensizlik hisseden, çoğulluktan korkan, bir arada yaşamayı beceremeyen bir insanlık haline karşılık, hayatı sadece kutsallaştırılmış sembollere sıkıştırmayan ve başkasının sahasına dikilecek ya da başkasının dikebileceği bayrak savaşı gibi görmeyen ve dolu dolu yaşamaya çalışanların -her şeye rağmen- kurmak ve yaymak zorunda olduğu bir güven duygusu var…  

Kortejlere gerek kalmadan… 

Önceki İçerikSuruç Katliamı: ‘Kalplerimiz adalet için atsın’
Sonraki İçerikAğustos
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz