Ufukların kızardığını ilk defa gördüğüm tanyeri horozlarının uykulu çığlıklarının dizildiği Uzunyayla ayazı iliklerime işlediğinde yüzüme çarptığım soğuk çeşme suyundan burnumun kemiğini titreten ağustos sabahı…
Kendimi bildim bileli gece yatmaz sabah kalkmaz huyumu kim takardı ekin biçme zamanı…
Ben sabah hudur (un çorbası) çorbasını yarı uykulu yutarken boğazımı yakarak inişiyle ayılır, çoktan babamla amcamın at arabasını koşuma hazırlarkenki dingin, huşu içindeki hazırlıklarını uzaktan seyre dalar, hamut (atların deriden koşum takımları) kokularına sinmiş atlarımızın tuzlu ter kokularını duyar, büyülenirdim…
At arabalarının genişletilmiş yan ağaçlarından ayaklarımı salar, iki elimle tuttuğum kuru ağacı kavrar, arka tarafıma yeni çekiçlenmiş, bilenmiş tırpanların engebeli tarla yollarında çıkardığı yarı metalik şıngırtısını müzik niyetine dinleyerek transa geçerdim…
Film şeridi gibi geçen yol kenarı bitkileri ayaklarıma çarpar, kokuları gelirdi çeşit çeşit burnuma, arada bir de dikenli kangalın yumrusuna çarptığında dizim (!) işte o ayıltma ya da bayıltmaya yeterdi adamı…
Ekin tarlasına varınca atları otlayabilecekleri uygun bir yere kösteklemek benim işimdi, yağız at çok yaramaz olduğundan onun üç ayağını köstekler, efsane doruyu bazen yan köstek, bazen de iki ön ayağını kösteklemekle yetinirdim…
Ben bu işlerle uğraşırken iki cengâver dalmıştı 20 dönümlük ekin tarlasına çalpala… Tırpanlarından çıkan yarı metalik yarı senfonik melodileri eşliğine dayanamazdı, güneş bile gösterirdi kendini yavaştan Şeker Dağları’nın zirvesinden merakla…
Ben, takıldığım peşlerinden çok ileri gidemez, amcamın “Sen dirgeni al, topla” demesiyle rahata erer, bu sefer de ikisinin biçtiğini toplamayı yetiştirme iddiasına girerdim kendimce…
Güneşin bizi kıskanıp tüm sıcaklığıyla vurduğu enselerimiz tutuşur, babam bunun çözümünü hemen bulur, cebindeki mendilini şapkasının altına alır, uzun tarafıyla ensesini örter, meydan okurdu güneşe…
Amcam sevmezdi mendil işini, ondandı, güneşten ensesi kırışsa da aldırmaz, o da başka biçimde okurdu meydanını güneşe, ekine, tarlaya…
Dirgenle saldırdığım biçilmiş ekin başaklarını üst üste dizerek yaptığım yığınlarla gurur duyar, alnımdan akan tuzlu terin gözlerimi yakmasına aldırmadan öğle paydosundaki yoğurtla ekmek, sonrasındaki karpuzu düşlerdim…
Öğle arasında nihayet tırpanları çekiçleme vakti gelir babamın. Örs ve çekici alıp bir gölgede çekiçleme pozisyonu aldığında amcamla anlamsız bir biçimde keyiflenir, o kendi güneşten kavlamış burnuna aldırmadan benimle dalga geçerdi: “Bıdış vızzıkladın herhalda”…
Çekiç, örs, tırpan… Babam bir bütün olur çınlarken Gunaşey yamaçlarında, biz hafiften bir şekerleme yapardık amcamla at arabasının altında sırıtarak…
Çekiçleme işi bizim düşündüğümüzden her zaman daha kısa sürer, ayaklanırdı Halbat Mehmet yeniden inatla…