Yeni bir eğitim öğretim yılının başında yeniden anadilinde eğitim meselesi gündeme geldi. Son yıllarda anadili meselesi bildiğiniz gibi seçmeli anadili dersleri ile gündeme geliyordu. Ancak bu konuda ortaya çıkan pratik, anadilinin seçmeli ders olarak öğretilmesi ile ilgili düzenlemenin uygulamada çok da işe yaramadığını ortaya çıkardı. Bu konuda Laz Enstitüsü’nün bir raporu da var Lazca ile ilgili. Dileyen o raporu da inceleyebilir.
Anadilinde öğretim mi? Anadili öğretimi mi?
Ülkemizde uzun yasaklı yıllardan sonra anadili öğretimi önündeki engeller resmi olarak kısmen kaldırıldı. Kısmen diyoruz çünkü ilkokullarda hâlâ seçmeli olarak bile anadili dersleri yok. Resmen diyoruz çünkü fiilen derslerin seçilmesi, yürütülmesi, öğretmen sağlanması ile ilgili sıkıntılar devam ediyor. Bu derslerin öğretmenlerinin yetiştirilmesi ve atanması ile ilgili hiçbir adım atılmıyor. Ancak bu adımlar atılsa bile anadili öğretimi dillerimizin yok oluş problemine çözüm olabilecek bir uygulama değil. Bizim ihtiyacımız anadilinde öğretim. Bunun dışındaki bütün çözüm önerileri asimilasyonu yumuşatmak, zamana yaymak, ‘acısız’laştırmaktan başka işe yaramaz.
Anadilinde öğretime karşı çıkanların kullandıkları argümanlar, dünyanın ve Türkiye’nin gerçeklerine baktığımızda, kesinlikle tutarsız ve geçersiz olduğu görülecek argümanlar. Bu argümanlardan ikisi üzerinde durmak istiyorum. Argümanlardan biri şu: “Anadilinde öğretim yapılırsa bu çocuklar Türkçe öğrenemez, iş bulamaz, toplumla kaynaşamaz, birbiriyle anlaşamayan insanlardan oluşan bir toplum oluruz.”
Bu argümandaki kaygılar haklı mı? Acaba anadilinde eğitim alsa halklarımız Türkçeyi öğrenemez mi? Aslına bakarsanız bunun örneği var. Lozan Antlaşması’nın 41. maddesi şu şekilde: “Genel (kamusal) eğitim konusunda, Türk Hükümeti, Müslüman olmayan uyrukların önemli bir oranda oturmakta oldukları il ve ilçelerde, bu Türk uyruklarının çocuklarına ilk okullarda ana dilleriyle öğretimde bulunulmasını sağlamak bakımından, uygun düşen kolaylıkları gösterecektir. Bu hüküm, Türk Hükümetinin, söz konusu okullarda Türk dilinin öğrenimini zorunlu kılmasına engel olmayacaktır.”
(https://www.mfa.gov.tr/data/Kutuphane/Kurucu_Anlasmalar/lozan-anlasmasi.pdf)
Lozan Antlaşması hükümleri gereği İstanbul’da Ermeni, Rum ve Yahudi okullarında anadilinde öğretim yapılıyor. Yine aynı antlaşma gereği bu okullarda birinci sınıftan itibaren Türkçe öğretimi ve bazı derslerin öğretiminde Türkçe kullanılması zorunlu. Bu okullardan mezun olan öğrenciler Türkçe olarak lise ve üniversite sınavlarına giriyor. Türkçe olarak üniversite okuyor, Türkiye iş piyasasında işe giriyor, çalışıyor. Başka bir şey daha söyleyeyim: Bu çocukların birçoğu anadillerini okullarda öğreniyor. Yani okula gelen çocukların tamamı daha okula gelmeden zaten Türkçeyi öğrenmiş oluyor. Çocuklar okullardan üç dilli olarak mezun oluyorlar (Çoğunlukla bir yabancı dil de öğretiliyor).
Çokdilli eğitim veren yalnızca Lozan azınlıklarının okulları değil. Üst-orta sınıf aileler çoğunlukla çocuklarını çokdilli eğitim veren özel okullarda okutmaya çalışıyorlar. Birçok özel okul, reklamlarında İngilizce eğitim verdiğini özellikle vurguluyor. Buralardan mezun olan çocuklar Türkçe öğrenemiyorlar mı? Toplumdan kopuyorlar mı? Elbette hayır! Dolayısıyla anadilde öğretime karşı ortaya konan bu argümanın gerçeklikle hiçbir alakası yoktur artık.
İkinci argüman ise: “Farklı diller etnik kimlik bilincini artıracağı için Türk milletini etnik kimliklere ayrıştırır, ulusal birliğimiz zarar görür.”
Bu aslında bir parça ağızdaki baklanın çıkarıldığı argümandır. Tersinden okursak söylemek istenen şudur: “Dilinizi yavaş yavaş unutun ki onunla birlikte kültürünüzü ve tarihinizi de unutun ve nihayet Orta Asya’dan geldiğine inanan, atalarının soyunu Karaman veya Horasan’a dayandırmaya çalışan mankurtlar haline gelin.”
Peki, siz mermer bir ulus istiyorsunuz diye biz neden dilimizden ve kimliğimizden vazgeçelim? Neden bunun yerine siz bu toprakların çokkimlikli, çokdilli topraklar olduğunu ve birlikteliğimizin ancak hak ve özgürlüklere dayanan bir demokrasimiz olduğunda hepimizi mutlu edeceğini kabul etmiyorsunuz?
“Birlikte olmak istiyorsak aynılaşmalıyız” anlayışı yerine neden “farklılıklarımızla birlikteyiz” anlayışını koyamıyoruz?
Suçumuz Müslüman olmak mı?
Bu arada Lozan Antlaşması uygulamalarının bir garabeti de aynı dili konuşan Hıristiyan ve Müslümanların durumunda ortaya çıkıyor. Türkiye’de resmi olarak Müslüman halklar azınlık sayılmıyor. İlk bakışta olumlu bir pozisyon gibi görünüyor bu durum. Ancak pratikte çok abes sonuçları oluyor. Örneğin anadili Hemşin Ermenicesi olan Hemşinliler anadilinde öğretim hakkına sahip değilken, aynı dili konuşan Hıristiyan Ermeniler bu hakka sahip. Anadili Yunanca olan Müslüman Pontus Rumları anadilinde öğretim hakkına sahip değilken Hıristiyan Rumlar bu hakka sahip (Hıristiyan halkların yaşadığı birçok problem var. Müslüman halklardan farklı olarak birçok baskıya, pogromlara, ayrımcılıklara maruz kaldılar elbette. Yani ‘onların durumu bakın ne güzel’ demek için yazmıyorum bunları. Yalnızca anadilinde öğretim hakkı bakımından ortaya çıkan garabeti vurgulamak istiyorum).
“Siz azınlık değil kurucu unsursunuz” söylemi aslında “Müslüman kimliği üzerinden ortak olduk, şimdi de aynı kimlik üzerinden sizi Türk yapmak istiyoruz” demek oluyor. Dolayısıyla asli Müslüman halkların asli unsur sayılmaları Müslümanlık üzerinden Türkleşmeye ses etmedikleri ölçüde geçerli bir kandırmacadan başka bir şey değil.
Lozan Antlaşması’na yıllarca uyulmadı
Dillerle ilgili kısıtlamaların, hak gasplarının asıl amacı asimilasyondur. Dillerimizin unutulması, kimliklerimizin unutulması isteniyor. Sert veya yumuşak, ani veya zamana yayılan bütün düzenlemeler bugüne kadar bunu hedefledi. Lozan Antlaşması’nın 39. maddesi şu şekilde:
“Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.
Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”
Lozan’dan bu yana kullanılması gereken mahkemelerde anadilinde savunma yapma hakkı ancak 2000’li yıllarda yasal olarak düzenlendi. Basın yayının durumu da hiç iç açıcı değil. Lozan güvencesinde olması gereken bu hak yıllarca doğru dürüst kullanılamadı. 12 Eylül döneminde yasalarla yasaklandı. 90’lı yıllarda yasaklar kaldırıldı ancak gazeteci ölümleri, bombalamalar, kitap toplatmalar, yasaklamalarla dolu bir yayıncılık süreci başladı.
Anadilinde öğretim istiyoruz!
Bütün bunların gösterdiği kanımca şu: Asimilasyon hedefi değişmediği sürece yapılan düzenlemeler makyaj niteliğinde kalmaya mahkûm olacak, süreç bir yandan işleyecek ve daha fazla insan dilinden, kimliğinden kopacak. Bunu tersine çevirmek de bir kere daha diline, kimliğine her şeye rağmen sahip çıkanların mücadelesine bağlı olacak. Bu mücadelenin bugün en önemli halkasını anadilinde öğretim hakkı oluşturuyor.