Ekimde tombul tarlakuşları

0
485

Kara sabandan sonra icat edilmiş, endüstrinin başlangıcı sayılabilecek tekerlekten sonraki en önemli icat olan “İkili Pulluk” devrinde yüklerdik at arabasına güneşin uykulu bakışları arasında. 

Bir tatlı kızıllık sarardı etrafımızı hamutlarken atlarımızı. 

İzlerdim; efsane Doru atımızın gözünden yansıyan zorlu geçecek günün doğumunu… 

Varmak üzere yola koyulduğumuz kıvrımlı tarla yolları uzasın, bitmesin isterdim sonsuza dek.  

Amcamın kasketinin ucundan bakardım kızaran ufuklara, tırısa kalkmış atlarımızın toynaklarından havaya yükselen kızıl toprağın kokusu gelir burnuma her ekim ayında… 

Vardığımızda nihayet tarla başına çoktan beklemeye koyulmuş tarlakuşları karşılardı sabırsız… 

Alacalı, tombul, uzun kuyruklu tarlakuşları, benden daha sabırsızdı! Toprağın bir an önce sürülüp altından çıkabilecek börtü böceğin peşindeydiler elbet… 

Uzun kuyruklarıyla bir denge tutturamamışçasına ileri geri yaylanarak arama tarama çalışmalarını izler, kendi kendime tozlu gülümsemeler fırlatırdım tombul tarlakuşlarına… 

Meşhur ikili pulluğu tarla sınırına çekip sapladığında amcam; dizginleri tutan ben, transa geçerdim amcamın “Yürü” sesiyle… 

Yağız at solda, efsane Doru sağdaydı her daim; çünkü Doru her zamanki gibi hepimizden iyi bilirdi yapılması gerekeni… Aynı anda hem yaramaz Yağız’ı, hem acemi beni, hem amcamın huysuz komutlarını ve de ikili pulluğu çekmek zorundaydı… 

Ben zaman zaman panik olur, çıkarırdım arktan dışarı atları. 

Amcam bozulan arktan hoşnut olmaz, “Baak aaa” komutuyla toparlanır girerdik tekrar eğri büğrü vaziyette olan arka… 

Köşe başlarında bıçakların düzenli temizlenmesi gerekir. İkilinin bir tarafına sokulmuş küçük bir oku andıran, ucu demir, sapı ağaçtan bir sıyırıcı aletle temizlerdi bıçakları amcam… 

Her şey yolundayken belli belirsiz bir “Gafe” melodisi dökülürdü çatlamış dudaklarından; açılan arktan mis kokulu toprağa… 

Bazen bir arabesk patlatırdı; önce “Susadım çeşmeye varmaz olaydım”, sonrasında “Hatasız kul olmaz”… 

Sonuncuyu hep Yağız atla ben üstümüze alınırdık… 

Nihayet “Yeter dayandık” der, olduğu yerde çakar ikiliyi, başlardı tütünü sarmaya; tombul iri parmaklarıyla sarmaya çalışırken tütünü alırdım elinden bazen, sarardım kalem gibi. Çekerdi bir nefeste tüm Uzunyayla’yı içine, savururdu dumanı tüm Gunaşey yamaçlarına… 

Derken amcam beline bağladığı, peştamalı andıran bir bez parçasını önlük yaparak ucunu sol avcunda topladığı gibi tohumu toprakla buluşturacak ilk sistemi kurmuştu bile. 

İçine doldurduğu tohumu sürülen tarlaya sağ tombul avcuyla serperdi umutla. O sırada ben atlara maskeyi andıran yem torbalarını takar; atların, samanla karışık arpayı yerken burunlarına kaçan saman tozundan olsa gerek, ikide bir hırıltılı sümkürmelerine aldırmadan seyre dalardım amcamın tarlakuşları arasında tohumu toprakla buluşturmasını… 

Arada yoğurtlu ekmek molası olmazsa olmazdı tabii… Her açtığımızda yoğurt kabını aynı anda bir tarla sineğinin bizden önce yoğurda dalmasına sinirlenir, sayardı yedi sülalesine sineğin… 

Bir keresinde açtığı yoğurdun sıcaktan ekşiyip köpürdüğünü görüp “Oohh, werşer yapıyor” diye bir kahkaha atmış, tüm açlığımı gidermişti o eşsiz gülüşü… 

Derken işin en sevdiğim kısmı gelirdi nihayet. T şeklinde ekilen tohumu kapatmak üzere tasarlanmış, adına “Tapan” denilen, bir endüstri dehası olmasa da en azından eğlenceliydi benim için… 

Tapanın T’sinin birleştiği yere oturur, içimden bir türkü bile tutturur, Yağız’la Doru’nun kuyruklarının altında toprağın altımdan kayışını seyre doyamazdım… 

Dönüş yolunda aynı kızıllıkta Boz Dağı’ndan selamlayarak batan güneşe bir göz de ben kırpardım sırtımı yasladığım “ikili pulluk”tan. Amcamsa umarsız bir gülücük atardı aradan. Yeterdi bu güz bu gurur bana… 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz