Sorduğum sonu gelmez sorulara, yine kendimin cevap aradığı yıllarda başlamıştım.
Babamın baştan savıcı, her seferinde “Evet” olan “Hee” kelimesine takıntılı sayılmazdım o zamanlar.
Benimle neden konuşmadığını sormayı akıl edemediğim yaşlarda olsa gerek idim, ki! Ona göre baştan savıcı, bana göre pozitif cevap olan “Hee” alıyordum ya nasılsa…
Oysaki o arkasına gizlendiği “Hee”leri sonraları çok sorgular olmuştum kendimce.
Bazen hiç olmadık bir konuda yorum yaparken, birine olan kızgınlığını anlatırken, çobanlara çemkirirken, amcama höykürürken gözlemlediğim babam, çok iyi cümle kurucu sayılmazdı.
Aslında hiç olmadığı bir adam gibi konuşuyor, yüreğindekiler ile kaytan bıyıkları altından dökülen şeyler birbirini tutmuyordu.
Söylediği söz bir türlü yerini bulmuyor, ettiği lafı bakışları ile bir yerlere oturtmaya çabalıyordu her seferinde…
Hani öyle olur ya bazen; “attığın taş, ürküttüğün kurbağaya değmez”.
Babamın attığı taşlardan kurbağalar çok çekti uzunca bir zaman…
Her şeye rağmen ben onunla konuşmadan anlaşmayı öğrenmiştim.
İlçedeki hırdavatçıya, şehirdeki esnafa, minibüsteki muavine, ameliyatında hemşireye, onun adına söylenecek her kimseye; ela gözlerinden süzüp anladığım her şeyi aktarabiliyordum artık…
O da bana söyleme gereği duymadan bazen keskin, bazen yılgın, bazen umutlu, bazen sevinçli, çoğu zaman sinirli aktarıyordu artık her şeyi.
Onun açısından sorun çözülmüştü ama benim açımdan henüz yeni başlıyordu…
Kim bilir bu durum belki de genetik kodlarımızda gizlidir birkaç yüzyıldır.
Kolay kolay da çözülecek gibi görünmüyor…
Rus-Kafkas Savaşları sırasında cephede ağır yaralanmış oğlunu görmeye gelen bir baba anlatılır.
Babasının onu görmeye geleceği haber verilir oğluna.
Oğul, babası odaya girmeden önce ağır yarasına aldırmadan kalkmak, babasını ayakta karşılamak ister.
Ama maalesef yarası çok ağırdır, ne kadar uğraşsa da ayakta duramamaktadır.
Arkadaşlarından tavana bir ip asmalarını ister ve o ipe kolunu dolayıp babası odadan çıkıncaya dek ayakta asılı bekler.
Babası bir süre odada bulunduktan sonra dışarı çıkar ve arkadaşlarına sadece “Maalesef ölümcül bir yara almış, öyle olmasaydı adam olacaktı bu çocuk” der ve atına binerek hızla uzaklaşır…
Baba açısından; ölümcül yatağındaki oğluna ağlayamamak… Oğul açısından; acısını genç göğsüne gömüp babasına ölümün eşiğinde bir kez olsun sarılamamak…
Her ikisi de birbirinden yaman birer çelişki…
Hakikati anlatmaya kelimelerin gücü yetmezmiş derler…
Ben de onları susarak anlatmak ve yazarak anlamayı deniyorum uzunca bir zamandır…
Lakin ne yazabilmeyi ne de anlayabilmeyi becerebildim…
Mayıslar umut olsun, haziranlar HAK…