Millî Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adını taşıyan yeni bir müfredat taslağı toplumun ne kadarına ulaşabildi, bilmiyorum. Ama MEB’in duyurusunda şöyle yazıyor: “…internet sitesi üzerinden bir hafta süresince görüş bildirilebilecek tüm öğretim kademelerindeki zorunlu derslere ait ‘Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’ yeni müfredat taslağı, ‘https://gorusoneri.meb.gov.tr’ adresinden kamuoyunun görüşüne sunuldu.”
(Bu sayfada taslağı artık görmezsiniz ama şu adresten müfredatın broşürüne: https://ogm.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2024_05/08111446_programlarbrosurson.pdf
Şu sayfadan da -MEB’in sitesinde bulamadım-raporun kendisine ulaşabilirsiniz:
Bu “bir” hafta içinde ilgili aktörlerin incelemesi için askıda kalan taslak, sonra “tamamdır, herkes diyeceğini demiştir” denilerek, Talim Terbiye Kurulu tarafından onaylandı. Bir model olarak sunulan bu yeni “program” ya da “müfredat” önümüzdeki öğretim yılı okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise düzeyinde ve bu kademelerin her birinin ilk sınıfı itibariyle uygulanmaya başlayacak.
Kamuoyuna bir “müjde” olarak sunulan bu müfredat üzerine Fikir Coğrafyası adlı Youtube kanalının A4 programında Ali Aydın ve Abdülbaki Değer ile birlikte söyleşi yapma fırsatı bulduk. (Programın tamamını izlemek isteyenler için: https://m.youtube.com/watch?v=riO64ZnS2yE&list=PLyBFSWWa0apXl8rgqa4KtYkjKudJJRK-w&index=1&pp=iAQB)
Bu yazıda, müfredatın bütün ayrıntılarına değil ama o program sırasında açmaya çalıştığım ve esasına sinen ruh haline dair bazı konu başlıklarını ele almaya çalışacağım.
Öncelikle çok basit bir konuyu ifade edeyim. Bu müfredat taslağı askıya çıktıktan yani piyasaya sunulduktan sonra verilen kısa süre, belli ki “aslında kimse karışmasın, biz zaten gerekeni ve en doğrusunu yaptık yani kimsenin karışmasına da gerek yok” demekten başka bir anlama gelmiyor. Bu süre bile kendi başına bütün iddia ettiği içerikle çelişen bir hal sunuyor. Çünkü gerçekten niyetiniz kamuoyunun tartışması ise bunu daha çok duyurur; sivil toplum örgütlerine, çeşitli eğitim sendikalarına vb. yollarsınız ve süreci daha geniş bir zamana yayarsınız. Böyle olunca, sunulan metinde sık sık adı geçtiği gibi, söz konusu projenin “tekâmül etmesi”, “kemale ermesi”, daha “kâmil” olması da mümkün olur.
Çok bilmiş model ve toplum
Sunulan metnin en önemli özelliklerinden biri de içine “kâmil” olmak, “yetkin ve erdemli insan” olmak gibi bol miktarda güzel kelime ve kavramların serpiştirilmiş olması… Ayrıca yeni müfredat sayesinde öğrencilerin “eleştirel düşünce”, “sorgulama” gibi kapasite ve yeteneklerle donanmasının sağlanacağı anlatılıyor. Ama, süre konusunda gösterilen tavra benzer şekilde, bu güzel lâfların hızla üstünü örten “zaten ben en ideal olanı biliyorum ve şimdi size onu anlatacağım” tavrı metnin içinde kendini gösteriyor.
Bu “bilmişlik” tavrının en bariz tezahür ettiği boyut ise “eğitimin” bizzat modern ulus-devlet mantığı içinde ele alınmış olması… Aslına bakarsanız, eğitim zaten ulus devletin en önemli çıkmazlarından birini oluşturuyor. Dünya çapında bir “kurgu” olarak uluslar oluştuğu zamandan beri, yani etnik, dinsel, dilsel, kültürel sayısız farklılıklara sahip insan topluluklarının aynı kimlik altında hizaya sokulması, belli bir sosyalizasyon altında tek vücut olması için “eğitim” en önemli araç oldu. Bir yandan çok etkili ama aynı zamanda imkânsız bir duaya âmin demenin tezahürü oldu eğitim…
Kuşkusuz belli dönemlerde eğitim bu işlevi başarıyla yerine getirebilir. Özellikle, kuruluş, devrim, savaş sonrası gibi ortamlarda ortaya çıkan yeni bir şevk, duygusal inanç, kollektif heyecan söz konusu olduğunda hayata geçebilir ama bu tür durumlar da garantili değildir çünkü kriz zamanlarından yenerek çıkanların şevki ile yenilenlerin bezginliği ve negatif duyguları aynı kanala çok zor akarlar. Ya da belli bir dönem, kuruluşun rüzgârıyla, bir ütopya adına, o ütopya ne kadar iyi anlatılırsa, daha iyi bir toplumda yaşamak isteyen insanlar kazananların sundukları ütopyaya ne kadar çok inanırlarsa, ortaklaşma yönündeki söylemlere de o kadar çok teveccüh gösterilebilir. Dolayısıyla, böyle bir durumda, bir arada yaşaması beklenen insanlar, ütopyanın ve ütopyayı formüle eden seçkinlerin vazettiği “vatandaş olma” içerik ve biçimlerini kabul edebilirler. Ancak bu kabul ediş basit bir algı, öğrenme ve ikna olma süreci değildir ve iktidardan bağımsız hiç değildir. Çünkü programa birlikte katıldığımız Abdülbaki Değer’in de bir yazısında (“Müfredat, makbul vatandaş ve güzel cevaplarımız”, Karar gazetesi, 05/05/2024; https://www.karar.com/gorusler/mufredat-makbul-vatandas-ve-guzel-cevaplarimiz-1860454) belirttiği gibi, mesele çok daha genel bir “iktidar” meselesidir. Maarif modeli olarak sunulan paket, iktidarın her türlü tasarrufuna karşı muhalefet edenleri bile yönlendiren, ufkunu belirleyen dokunun, iklimin” yani “makbul vatandaş” yaratan “müesses nizamın” bir ürünüdür.
Buna paralel ama başka bir açıdan bakarsak, eğitim, sadece kendi dinamikleri içinde anlayabileceğimiz ve ideallerimize uygun olarak dönüştürebileceğimiz bağımsız, steril bir alan değildir. Eğitim, çok boyutlu, başka dinamiklerle iç içe geçmiş karmaşık güçler ilişkisinin ortasında bir alan… Dolayısıyla siz istediğiniz kadar “çağdaş”, “dindar” ya da “makbul” adını taktığınız vatandaş hayalleri kurun, böyle bir ütopyayı hiçbir zaman tepeden inme yöntemlerle gerçekleştiremezsiniz. Çünkü eğitim, içinde bulunduğu toplumun çatışma eksenlerine bağlı olarak, kendisi de bu çatışmalardan beslenen ve yeni çatışmalar üreten bir alandır. Ya da eğitim, toplumsal ilişkilerden, devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkilerden bağımsız değildir. Söz konusu müfredata maruz kalan bir öğrenci sadece okul fanusunun içinde, öğretmenleriyle yaşayan bir canlı türü değildir.
Eğer bir memleketin cumhurbaşkanı veya siyasal parti liderleri ya da “ileri gelenleri” ağızlarını her açtıklarında bağırarak konuşuyorlarsa, eğitimin “sevecen”, “farklılıklara ve fikirlere saygılı” insan yetiştirmesi mümkün değildir. Yani toplum baştan aşağı bir kavga sistemiyle yönetilirken, kutuplaştırıcı bir siyasal kültürle kuşatılmış bir “eğitim modeli”nin iddiaları retorikten öteye gidemez.
Güç sahibi olan zümreler, sınıflar ya da sınıfların temsilcileri ya da seçkinleri belli bir dönemde “nurlu ufuklara yürüyoruz”, “bağımsızlığımızı elde ediyoruz”, “sosyalizmi kuracağız”, “İslam devletini kuracağız” diyerek insanları ikna edebilirler… Mesela tarihte devrim yapmış Fransa, Rusya, Çin, İran vb. ülkelerde olduğu gibi… Ancak bir ütopyanın çok güçlü olduğu bu devrimler bile toplumun tamamını kuşatamadılar. Bu ülkelerde yaşayan insanların önemli bir kısmı ütopyaya, değişime, dolayısıyla devrime inandılar; bu yüzden harekete geçtiler, “eski” rejimleri devirdiler, “yeni” rejimler kurdular ama orada bile hiçbir zaman bu ütopyalar tam olarak gerçekleşemedi. Hayal edilen “ideal” (ya da makbul) vatandaş kurulamadı. Çünkü toplum sadece toplumsal piramidin tepesindeki güç sahiplerinin arzuları ve hayalleriyle şekillenen, çatışmasız, steril bir insan yığını değildir.
Buna karşılık, çatışmaların ne kadar yumuşatılacağı, farklılıklarla birlikte bu çatışmaların nasıl verimli ve uyumlu bir hale getirileceği belki de bütün toplumların önünde duran çok daha gerçekçi bir hedef olabilir.
İşte ulus-devlet formatı altında nispeten uyum sağlamış az sayıda topluma baktığımız zaman her şeyden önce ölçeklerin (nüfus, yüzölçümü vb.) küçük olduğunu, herkesi aynı formata sokmak yerine, yerel ve özgül dinamikleri tanıyan, saygı gösteren bir anlayış olduğunu görüyoruz. Fakat modern ulus-devletlerin büyük çoğunluğuna baktığımızda, bu devletlerin en büyük çıkmazının, en büyük tıkanıklıklarından birinin “topyekûn vatandaş” inşa etmek olduğunu da görüyoruz. Kuşkusuz, küçük yaştan itibaren okullara doldurduğunuz çocuklara bir ulusa ait olduğunu, bu sebeple böbürlenmeyi öğretebilirsiniz ama bu o çocukların arka planlarında, geçmişlerindeki kültürel farklılıkları, farklı sınıfsal aidiyetleri unutturacağınız, dolayısıyla o ideal, hayali çatışmasız topluma ulaşacağınız anlamına gelmez. Kısa bir ara sonuç çıkartmak gerekirse, “mükemmel” görünen bir eğitim sistemi kurduğunuz zaman, çocuklara birtakım ezberler öğretebilirsiniz ama bu mükemmel bir toplum kuracağınız anlamına gelmez.
Türkiye’nin model anlamında en çok esinlendiği ülke olan Fransa’da da eğitim konusunda sık sık Türkiye’dekine benzer krizler çıkar. Fransa’da belli aralıklarla birtakım eğitim reformları önerilir; büyük hedefler eşliğinde büyük planlar yapılır, dönemin Milli Eğitim Bakanı projesini kamuoyuna sunar ve her seferinde toplumun yarısı bu projeye isyan eder. Mesela siz sosyalist bir bakan olarak, kendinizden çok emin bir şekilde, çok özgürlükçü, çok demokratik, çok laik bir eğitim müfredatı önerirsiniz ama Fransa’da çok güçlü bir geleneği olan özel Katolik okullar isyan eder… Ya da bunun tersi olur; bu sefer seküler kanat isyan eder, vb.
Türkiye de işte bu makbul vatandaş inşa etme yolunda, 100 yıldır bitmeyen bir kısır döngüyü yaşıyor. Yeni zamanların AKP’si de “yeni bir toplum”, “yeni bir vatandaş” yaratmak konusunda, yukarıdan aşağı, otoriter yöntemlere başvurarak, bu kısır döngünün içinde debeleniyor. Daha öncekilerden yöntem olarak farkı olmayan AKP seçkinleri, geleneksel devletin aparatçikleriyle birlikte, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adını verdikleri bir ideolojik araç vasıtasıyla kafalarındaki totaliter toplum imajını hayata geçirmeye çalışıyorlar.
Eski “maarif”e uygun kimlik kelimeleri
Ancak bu aracın başvurduğu “ilginç” yöntemler var. Bir yanıyla, toplumun bir kesimine atfedilen bir lügatçeyle, eskiyi hatırlatarak, muhafazakâr bir kesimin duygusal hafızasına dönük olarak, yani bir “kimlik” olarak, bir “kimliğe” hitap ederek konuşuyor. “Maarif”, “kâmil”, “aklıselim, kalbiselim, zevkiselim” gibi kendi kelimelerini serpiştiriyor; o “kimlikle” irtibat kurmak için gerekli olan titreşimi sağlıyor. Metnin içine yedirilmiş bu kelimelerle o kimliğe “ben sizdenim” diyor. Dolayısıyla kendi niyetiyle ilgili başka bir söze gerek kalmıyor. Başka bir ifadeyle kendini saklıyor, samimi değil ve bu modelle aslında devlete biat etmiş, makbul vatandaş inşası için gerekli bir tür olarak “dindar bir nesil” yetiştirmek istediğini söyleyemiyor. Gerçi “dindar”dan ziyade, “dindar görünümlü” demekte fayda var. Çünkü devletin uysal makbul vatandaşlığı için “dindarlık” hiç anlamlı değil; “makbullüğe göre dindar”, devletin ve onun şimdilik bekçiliğini yapan, görev verilmiş seçkinlerinin formüle ettiği bir dindarlıktan bahsetmek daha doğru olur. Güzelce cilalanacak bir dindarlık olmalı bu; “sorgulamak” gibi lüzumsuz faaliyetlerin olmadığı bir dindarlık…
“Sorgulamak” deyince, biraz daha ayrıntılara girebiliriz. Mesela raporda “çok yönlü gelişim” gösteren, “araştırmacı”, “sorgulayıcı öğrenci” modeli diye bir tema dikkat çekiyor. Tabii doğal olarak insanın aklına geliyor: söz konusu edildiği gibi “araştıracak” ve “sorgulayacak” bir öğrenci mesela “evrim teorisini” öğrenip okulda öğretmeniyle tartışabilecek mi? Öğretmenler böyle bir öğrenciye saygı gösterip iyi not verecek mi gerçekten? Metinde bu konuya dair hiçbir işaret yok.
Metinde öğretmenlere de özel bir önem verildiği söyleniyor. Ancak öğretmenlere, onların okutmak istedikleri alternatif kitaplara saygı göstermek yerine, onlara sadece yukarıdan aşağı Talim Terbiye Kurulu’nun şart koştuğu kitaplar dayatılırsa öğretmenin farklı düşünceleri öğrenerek, kendini geliştirebilme imkânı olabilir mi?
Bu sorulara kolaylıkla olumlu cevap vermek zor görünüyor çünkü metin aynı zamanda ulus-devletin çıkmazlarını yansıtan, oldukça iç karartan ezber ifadeler içeriyor. Öğrencileri “gelişmiş bir devlet bilicine sahip olan”, “devletin millet için anlamını bilir” gibi, kutsal, ilahi, hikmetinden sual olunamayan totaliter tınılarla örülmüş tanımlara zorlayan bir “model” söz konusu. Yani raporu kalem alan zihniyet, bir yandan mutlak ve kutsal devlet sadakati aşılanacak öğrencinin diğer yandan “eleştirel düşünen”, “yaratıcı” vasıflarla inşa olunacağını anlatırken -alay etmediğine göre- esas niyetini açık ediyor.
Yani metnin içine, ama aynı zamanda öğrencilerin ders yaptığı sınıfın içine “kocaman bir fil” giriyor! Yani odanın içinde bir fil var, kocaman bir devlet var. Yeni maarif modeli diyor ki, “ben güzel, parlak, cilalanmış bir söz demetinin altında size devleti anlatacağım.”
Metinde gene ilginç bir şekilde “sevecen”, “merhametli”, “cesaretli” gibi birtakım vasıflarla tanımlanmış “insan”, “öğrenci” tarifleri var. Bir öğrencinin bütün vasıflarının bu kadar çok tarif edildiğini görünce, insanın aklına “Sevecen olunacak! Ol!” gibi askeri komutlar geliyor. Çünkü metin aslında öğrenciyi gerçekten özgür bırakmak niyetinde değil; biliyor ki, eğer öğrenci özgür olsa, zaten düşünebilecek, araştırabilecek; dolayısıyla o zaman “sevecenliği”, “fikirlere açıklığı”, “alternatif fikirlere saygıyı” gerçekten kendisi bulacak.
Metne göre, bütünlük (“ontolojik”, “epistemolojik”, “zamansal”) ya da “aksiyolojik” olgunluk çok önemli… Ve dil de çok önemli… “Türkçemize” özel bir önem veriliyor. Ancak öyle anlaşılıyor ki, “ontolojik” vb. bütünlük denince, mesela bir Kürt öğrencinin geçmişi, kültürü, ailesi, kültürü ile birlikte yaşaması beklenebilecek “bütünlük” ciddiye alınmıyor. Kutsal devlet, Kürt öğrencinin ana dilini unutması için akla gelen her çabayı sarfederken, o çocuğun “bütünlüğü” tabii ki söz konusu bile olamayacak.
Öyle anlaşılıyor ki, “teorik olarak çekici” (“ontolojik bütünlük” vb.) temalar bu raporun çeşitli yerlerine, otoriter zihniyeti görünmez kılmak üzere, serpiştirilmiş… Ama aynı zamanda, raporu savunacak aparatçiklerin sanki rapora muhalif olabilecek birtakım insanlar karşısında “Ama olur mu canım? Bak, ‘farklılıklara saygı’ şu şu sayfalarda açıkça yazılmış!” demeleri için “delil” olarak konulmuş havası taşıyor. Ama rapor sürekli olarak kendisini yalanlıyor; “merkezinde insan olan bir eğitim” dedikten üç-beş sayfa sonra, raporun merkezine “devlet” oturuyor; “her şeyin başı devlettir” kibri suratımıza çarpıyor.
Türkiye yüzyılına mı, 21. yüzyıla mı uygun eğitim?
Bütün bu ayrıntıların ötesine geçelim. Raporu yazanların ideolojik arka planlarını, endoktrinasyon amaçlarını bir kenara bırakalım; “iyi niyetle” ve “21. yüzyıl için çok sofistike ve sorun çözücü bir maarif modeli” hayal ettiklerini varsayalım. İşte o zaman da, modelin içinde yaşadığımız 21. yüzyılda ulus-devletlerin ne tür anlamlar taşıdığı hakkında hiç düşünmemiş bir model olduğu ortaya çıkıyor. Ya da ulus-devleti sadece neo-liberal küresel dünyada sadece güç savaşlarıyla var olma iddiasında olan, silaha, ırka dayalı bir zihniyetle ele aldığı anlaşılıyor. Başka bir ifadeyle, bu model, popülizmlerin sardığı ve birbirlerini savaşa tahrik etmekten başka bir amaç taşımayan kapitalist şirketlerle iç içe geçmiş teknokratların kavgasının içinde debelenmekten başka bir hayal kuramıyor.
Bu model ve bu modeli yazan milliyetçi, muhafazakâr, devletçi aparatçikler, bugün 19. yüzyılda, daha da bariz bir şekilde 20. yüzyılda şekillenmiş ulus-devletin vatandaşlık mühendisliğinin işlemediğini, hatta bizzat bu vatandaşlık iddiasının çok temel sorunların kökeninde yattığını görmek istemiyor… Bir zamanlar çok “modern” olan, giderek “arkaik” hale gelen bu vatandaşlık inşası, İtalya’dan Fransa’ya, Türkiye’den Çin’e, dünya çapında işlemiyor. İşlemediği için Brötonlar, Basklar, İskoçlar, Kürtler, Uygurlar, Amazon yerlilerinin hepsi mutsuz ve her biri “bizi adam yerine koyun!” diyerek isyan ediyorlar. Ama sadece adam yerine konmak isteyenler değil, adam yerine koymayanlar da mutsuz.
Devletten devlete farklılıklar var tabii… Kimisi mutsuz olanların kafasını ezmeye çalışıyor; kimisi de -İsrail gibi- alenen soykırım uyguluyor.
Ama Filistinliler “Filistinli” olmak istiyorlar; bu kadar basit!
İsrail -kelimeleri yerli yerinde kullanalım- ırkçı, faşist bir devlet olarak, Gazze’deki Filistinlilerin örgütü Hamas’ı “teröristlikle” özdeşleştirerek gidebileceği en uç noktaya gidiyor. Başkaları, mesela bizim devletimiz veya Çin ya da Rusya devletleri aynı uç noktaya gitmeseler de, Kürtler, Uygurlar ya da Çeçenlerden çıkan -silahlı olsun ya da olmasın- her türlü siyasal dili benzer şekilde, “teröristler”, “hainler”, “bölücüler” vb. diyerek insanlıktan çıkarıyorlar ve bu halkların en barışçı temsilcilerini bile ezmek için düşmanlaştırıyorlar.
Bu ulus-devlet artık altında yaşayan insanları “birlikte” yaşatamıyor. Geçen yüzyılların toplumsal dinamiklerinden çıkmış bir yapı, bir zamanlar Uygurları, Çinlileri, Kürtleri ve Türkleri hep birlikte “kalkınmaya”, “ilerlemeye” vb. inandırmıştı; hep birlikte inanmıştık… Ancak artık modernliğin ilerlemesinden -en azından bir kısmımızın, aşağıdakilerin, kenardakilerin, kenara itilmiş olanların- eşit olarak faydalanamayacağımızı gördük…
Dolayısıyla yeni bir eğitim reformu yapacaksanız, gerçekten samimi olarak, “21. yüzyıl”, “Türkiye yüzyılı” gibi iddialar taşıyacaksanız, bu yeni halin çoğulluğuna hitap edecek bir model geliştirmek ve devleti “kutsal bir merkez” olmaktan çıkarmak zorundasınız. Hele 83 milyonluk bir memlekette, Edirne’den Kars’a kadar 783 bin km²’ye uzanan kocaman bir coğrafyayı tek bir ideolojik, kültürel ve siyasal bir dil altında zoraki bir şekilde tek bir kalıba sokmaya çalışırsanız, sadece kriz yaratırsınız.
Dolayısıyla, totaliter bir zihniyet altında, otoriter yöntemlerin uygulandığı bir ülkede, eğer bile isteye kutuplaştırma ve çatışma çıkarmaya çalışılmıyorsa da, sonunda ortaya çıkacak olan durum zaten bu olacaktır. Kendisini farklı hisseden insanların kendilerini anlatabilmesi için imkân tanınmıyorsa, konuşmak isteyenin kafası eziliyorsa, toplum zaten işlemez hale geliyor demektir. O zaman da bırakın Türkiye yüzyılını, “kutsallık” atfedilen devletin ne olacağının hiçbir garantisi yok demektir.
Ama mesele sadece Kürt, Uygur, Çeçen ya da Amazon’daki yerlilerin kültürleri değil kuşkusuz. Mesela öğrencileri 21. yüzyıla hazırlarken, doğa, çevre ve iklim gibi konularda duyarlı olmaları amaçlanacak mı? Eğer, esas olan, öğrencilerin bu konularda “insan ve doğa” arasında “bütünlüklerini” sağlamaları ise, başka bir “maarif modeli”nin şart olduğu açık… Mesela “acele kamulaştırma”, “ÇED raporu gerekli değil” gibi idari kararlarla, JES ya da HES santrallerinin, altın ya da başka madenlerin son süratle kurulması karşısında, özgür bir eğitimle yetişmiş öğrenciler, tarımı, toprağı ve havayı korumak üzere itiraz ettikleri -ve kafalarının ezilmediği zaman- gerçekten yüzyıla uygun bir eğitimden bahsedebileceğiz.
Modern ulus-devletin taşıdığı, nurlu ufuklara dönük ütopya giderek gözden kaybolurken, ulus-devletin söylemleri de bir zombi diline dönüşüyor. Bu zombi dilini “sorgulamak” için, öğrencilere milletini ve toprağını sevmeyi öğretecek bir modelin üreticilerine şu soruları sormak gerekiyor:
“Bir öğrenci, bir yurttaş, bir insan toprağını ve milletini neden sizin vazettiğiniz gibi sevmek zorunda?” Ya da “Siz gerçekten bu milleti ve toprağı seviyor musunuz? Sorgusuz sualsiz izin verdiğiniz maden şirketlerinin zehirlediği ‘toprağı’ gerçekten seviyor musunuz? İncir tarlaları, tarım alanları, ormanları yok edildiği için, bu talana itiraz eden köylüleri, jandarma dipçikleriyle şiddet gören köylüleri yani bu ‘milleti’ gerçekten seviyor musunuz? Harita üzerindeki soyut toprağı ve milleti ya da bu imajları değil de, ekiniyle, ağacıyla, humusuyla gerçekten somut toprağı; farklılıklarıyla, köylüsüyle, işçisiyle, yoksuluyla ‘gerçekten’ somut olan bir milleti ‘gerçekten’ seviyor musunuz?”
Sanıyorum sevmiyorsunuz… Sevseydiniz, o çok önem atfettiğiniz “maarif modelinizin” içinde bir yerlerde bu sevginin izleri olurdu. Ama olsun, siz sevmeseniz bile bu memlekette -sizinkileri değil ama- bütün bu “değerleri” seven çok insan var…
Not: Ben bu yazıyı bitirdikten sonra, Açık Radyo – Açık Gazete’de Güven Güzeldere’nin “Açık Bilinç” programına konuk olan Ali Alpar’ı dinleyince fark ettim. “Maarif Modeli”nin içeriği üzerine daha ayrıntılı bir inceleme için kendisinin Mayıs ayından beri T24’teki yazılarına bakmanızı öneririm. Şu linkte Alpar’ın ilk yazısını bulabilirsiniz.
https://t24.com.tr/yazarlar/ali-alpar/gelecegimiz-askida-yeni-mufredat-taslagi-uzerine-1,44603