Kültürün yaşayan mirası 70’lik Delikanlılar

0
351

“70’lik Delikanlılar – Azar-Ğıbze” grubunu temsilen Aykut Kap ile özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu samimi ve bilgilendirici görüşmede, grubun faaliyetleri, müzik ve dansla nasıl iç içe oldukları, geleneksel kültürümüzü nasıl yaşattıkları hakkında derinlemesine sohbet etme fırsatı bulduk.

“70’lik Delikanlılar – Azar-Ğıbze”, sadece müziği ve dansı değil, aynı zamanda bir topluluk ruhunu da yansıtan bir grup olarak dikkat çekiyor. Üyeleri arasında Cihan Gündüz, Coşkun Samur, Aykut Kap, Muharrem Hızel, Ahmet Özdemir, Erdoğan Ayan, Cemil Özbek, Haluk Hızel, Çetin Kap, İbrahim Acar, Beytullah Kap ve Burak Aslan gibi değerli isimler yer alıyor.

Genç üyeler Ersin Özen, Kanşav Sezgin, Tamer Küçükakbulut, Berkant Savaş ve Serdar Baba; kadın üyeler ise Nuran Tok, Sabahat Fidan, Selda Öztaş, Ceyhan Özyıldırım ve Hümeyra Yılmaz bu kültürel mirası geleceğe taşımak için emek veriyorlar.

Aykut Bey’e ve tüm grup üyelerine bu güzel ve anlamlı sohbet için tekrar teşekkür ederiz.


-Sizi tanıyabilir miyiz?

-Ben Aykut Kap, 1952 Esmahanım doğumluyum. Akçakoca, Esmahanım bir Abhaz köyü. İlkokula orada başladım. Sene 1957’den sonra Düzce’ye geldik. Düzce’de yaşamımız devam ediyor.

 

-70’lik Delikanlılar grubu nasıl kuruldu? Kuruluş sürecinden biraz bahsedebilir miyiz?

-Ben iştirak edinceye kadar zaten vardı. İkamet ettiğim Kocaeli’nden buraya geldikçe onlarla da arada bir arada imkânımız oluyordu. Zaten benim sevdiğim isimler vardı içlerinde, arkadaşlarım vardı, büyüklerimiz vardı. Emekli olup İzmit’ten buraya döndükten sonra beraber olmaya başladım o arkadaşlarla. Mahalli düğünlerimiz dahil, yaşadığımız kentin etkinliklerinde olsun, tanıtımlarında olsun, her zaman için görev yaptık. Ekiple beraber nereye isterlerse gittik. Hem sevdiğimiz işi yapıyorduk hem de bu vilayeti tanıtıyorduk kültürel anlamda, kendi kültürümüzü tanıtıyorduk. Bu böyle seyrederken 2007 yılında, o zaman belediyede dış ilişkiler müdürü olarak çalışan, rahmetle andığımız Ogün Danış kardeşimiz, arkadaşımız vardı. O bizi ön plana çıkardı. Düzce’nin o dönem katıldığı EMITT fuarına bizi davet etti Düzce Belediyesi. Biz de oraya tabii seve seve gittik. Oraya giden arkadaşlarımızın, yaşlılarımızın çoğu bugün ahirete intikal etmişlerdir. İlk o şekil başladık. Ogün kardeşimizin ömrü vefa etmedi, genç yaşta kaybettik biz onu ama bir başlangıçtı. Ondan sonra yaklaşık 9-10 sefer falan EMITT fuarına gittik. Niçin gittik, hem kültürümüzü tanıtmak, hem bu vilayete katkıda bulunmak için, vilayeti tanıtmak için. Çok güzel günlerdi o günler. Daha sonra tanıtım olarak Ankara gibi, İstanbul gibi, çevre dernekler, uzaklardaki bazı fuarlara da gitmiş olduk. Tabii biliniyorduk biz, sosyal medyada her zaman isteyen bizi takip edebiliyor, görüyor etkinliklerimizi.

-Grubun ismi nasıl ortaya çıktı?

-Tanımlanan ismi “70’lik Delikanlılar – Azar-Ğıbze Grubu”. Rahmetli Ogün Danış kardeşimiz “Bir isim bulmak lazım” dedi. Uluslararası, dünya çapında bir organizasyon biliyorsunuz EMITT fuarı. Oraya gidileceği için hem bununla ilgili bir afiş yapılacak hem de bir isim olması gerekiyordu. Bir sürü insan bir araya gelmiş, bir yere götürülüyor, bir isim olmadan tabii olmaz. O zaman biraz tartışıldı. Yaş ortalaması da gerçekten o zaman 80 civarında olan bir sürü ağabeyler vardı, bizlerin de 60’lı yaşlar derken bu uygundur dedik, 70’lik diye öyle bir isim takıldı. “70’lik Delikanlılar Azar Grubu”, çünkü ağıt söylüyorduk, ğıbze söylüyorduk, yakışan isim olarak bu oldu. Çok da güzel bir afiş yapmıştı o ilk gittiğimizde. Düzce’nin tanıtımı ile ilgili şelale, deniz, efendime söyleyeyim Ceneviz Kalesi, onun altında bize nakşetmiş güzel bir görüntü vardı. Çok sansasyon yarattı hakikaten, afiş çok güzeldi. Şu anda o afiş halen daha barındırılıyorsa Düzce Belediye’sinin Kültür İdaresi’nde yahut da depolarındadır diye düşünüyorum. Çok güzel bir çalışmaydı çünkü Ogün Danış vizyonu çok üst düzeyde olan, İtalya’da bu konuda ihtisas yapan bir arkadaşımızdı.

 

“Hava ve su ile çalışıyor”

-Kalabalık ve bu işi gönülden yapan bir ekipsiniz. Ekibin nasıl bir ruhu var?

-Ekip nasıl bir ruh ile çalışıyor… Ekip Erdoğan kardeşimizin ( Erdoğan Ayan) dediği gibi “Hava ve su ile çalışıyor”. Hiçbir maddi beklentisi olmadan, kültürünü yaşatmak isteyen, söz verilen yere ölüm ve hastalık haricinde iştirak eden arkadaşlardan müteşekkil bir şekilde devam ediyor. Bu şekil anlayış olamasa bu ekip sağlıklı zaten gelemezdi. Biz bunu devam ettirmeye çalışıyoruz. Rahmetle andığımız bizim Hasekua Ferit dediğimiz, Ferit Varol Ağabeyimiz vardı. Emeği bize çok çok fazla, zorlanıyorum onun adını anarken. Gerçekten candan isteyerek her hizmetimizi yapmaya, sanki bizden çok daha gençmiş gibi bize hizmet etmeye çalışırdı, ekibin vazgeçilmez bir büyüğüydü. Onu pandemi döneminde birkaç sene önce kaybettik. Tabii onu anmadan da geçemeyeceğim…

 

-Ekibin bir markalaşma çalışması da var. Bu konuda biraz bilgi verebilir misiniz?

-“Neden biz marka olmayalım ki” gibi bir fikir ortaya çıkmıştı 5-6 sene önce. Bu konuda fikir yürüttük, istişarelerde bulunduk. Gerek Ankara’da olan arkadaşlarımız, federasyon çevresinde, çerçevesinde olan arkadaşlarımız, bu konuda onların da teşviki oldu. Bir başvuruya başlamıştık fakat… O dönem bazı çekimler yaptık, hatta Binef’in avlusunda olduğunu sanıyorum. Tabii araya pandemi girdi, o süreç öyle kaldı. Bundan 3-4 ay önce Kültür İl Müdürlüğü bir çağrıda bulundu “Başladığınız bu yola bir daha sil baştan başlayalım mı?” diye, eksik olmasınlar, Düzce İl Kültür Müdürlüğü personeli. Biz de neden olmasın dedik, o konuda birkaç sefer bir araya geldik. Sonra start verdik.

Düzce Üniversitesi’nin Çerkes-Adige Dili Edebiyatı’nın kuruluşunun 10. yıldönümü resepsiyonunun olduğu akşam, sanırım mayısın 10’uydu, o akşam Düzce protokolünün hemen hemen tamamı oradaydı. Biz de ekip olarak oradaydık, davetliydik, etkinliğe biz de katkı verdik. Oyun bittikten sonra ben protokolün yanına gittim. Onlara şunu söyledim: “Sayın protokol, hemen hemen hepiniz buradasınız. Sayın Valim, Sayın Belediye Başkanı, sayın vekillerimiz… Bu ekip yarın saat 13.30’da Kaynaşlı Sazköyü Tekir Köy Evi’ne -Tekir Köy Evi dediğimiz yer coğrafi işaretli, turizm belgeli bir yer- karar verdik, çekime gideceğiz. Bu ekip marka olma yolunda ilk çekimine orada başlayıp, süreç başlayacak. Hepimizin onuru, gururu olur.” Israrla o akşam ben o anonsu yaptım. Hepsi de tabii memnun kaldılar. Bilahare diğer farklı noktalarda yine protokolde olan kişilerle, kentin büyükleri ile bir araya da geldik. Onlar süreçle ilgili hep sordular, fikir almaya çalıştılar, “Devam ediyor” dedik. Şimdi nereye geldik… Bundan 15 gün önce Ankara’ya vardı bizim dosyamız. İlgili diğer formalite olabilecek, işte kırtasiyevari, yazılacak çizileceklerin hepsini yaptık. Adige ve Abhaz kültür dernekleri, ilgili arkadaşlarla da bunları tamamlayaraktan son şeklini aldı. Kültür İl Müdürlüğü çok güzel bir paket, bir çalışma olduğunu, bunu şu tarihli diye gönderdiklerini bana beyan etmişlerdi. Bundan sonraki süreçte biz onu Ankara’da kovalayacağız. Boş bırakılacak bir tarafı yok çünkü.

Üzüldüğüm bir taraf var, koca Türkiye Cumhuriyeti 90 milyon diyorum ben yuvarlak, 85’i bırakıyorum. Bu kadar büyük bir coğrafyada, bu kadar kültürlerin olduğu, etnik yapıların olduğu, çok zengin kültürü olan bir ülkede sadece tek bir ekibin oluşu beni çok rahatsız etti. O ekip de “Macahel” yaşlılar Gürcü ekibi. Bir tek Türkiye’de marka olan o ekip var. Onun yanında bir de Milli Savunma Bakanlığı’nın Mehteran Takımı’nın olduğunu söylediler. Ne olursa olsun, ben en az onlarca olacağını düşündüğüm şeyi bu şekil öğrenince çok daha hırslandım. Bu işi hem örnek olsun diye daha gayretli takip edeceğimizi ve bize bakaraktan da hak edecek olan bir sürü ekiplere, kültürel etkinlikleri olan derneklere yahut da topluluklara örnek oluruz diye düşünüyoruz. Umarız seyrimiz güzel olur.

 

“Onlar bizim geleceğimiz”

-Grubun kaç üyesi var?

-O sayı genelde 11-12 civarında oluyor. Yani mazereti olup da gelemediği zaman 8-9 kişi oluyor ama biz yıllardan beri yanımıza bize, kendi kültürüne ve ekibe aşinalığı olan gençlerimizi de, yetenekli gençlerimizi de, bu işi sürdürebilir diye düşündüğümüz gençlerimizi, çocuklarımızı da alıyoruz. Onun için ekibin sayısı 9-10 kişi ile başlar, bu 15’e kadar gider gençleri aldığımız zaman. Çünkü bu yaşanarak gelişecek. Oradaki her söylediğimiz, ritim ile ilgili söylediğimiz, yaptığımız deju veyahut da melodiler, hepsi onların tarafından sevilerek, devamlı takip edilerekten ancak onların beyinlerine nakşolabilir. Çünkü oyunun hangi noktasında ne söylenecek, nerede kesilecek, işte bu bir okul. Bu okulu, daha içine sindirerek benimseyen gençlerimizin de 3-5’inin isimlerini Kültür Bakanlığı’na verdik. Çünkü onlar bizim geleceğimiz. Kendi kültürünü ve yaşam biçimini bu şekil dizayn etmeye çalışan çok güzide gençlerimiz var, onlarla gurur duyuyoruz.

 

“Söz verilen yere bu ekip gider, görevini yapar, onun gururuyla da o akşam rahat uyuyacağını hissederim”

-Gruba dahil olmak isteyen, istekli olan herkes gruba girebiliyor mu? Bir kriteriniz var mı bu konuda?

-Hayır, ben girmek istiyorum diyenin bir defa en azından grubu iyi tanıması lazım ki grubun ciddiyetini kavraması lazım. Demin bir şey söylemiştim, hastalık ve ölüm haricinde, bir yere söz verdik mi o ekip oraya gidecek. Üyelerden birinin dediğim anlamda bir mazereti olursa ancak, haricinde sıcak bakmıyoruz. Çünkü görev alınmıştır, bir yere söz verilmiştir, biz o sözümüzü yerine getirmek mecburiyetindeyiz; dediğim gibi hastalık ve ölüm hariç. Söz verilen yere bu ekip gider, görevini yapar, onun gururuyla da o akşam rahat uyuyacağını hissederim.

“Binlerce yıldır otantik olarak Kafkasya’da oynanan oyunu biz burada devam ettiriyoruz”

-“Tleperuj” ya da diğer adı ile “Apsuva Koşara” dansını icra ediyorsunuz sadece, bunun özel bir nedeni var mı? Neden tek bir dans ve özellikle bu dans?

-Bu bizim mahalli oyunumuz. Otantik haliyle yaptığımız oyun. Binlerce yıldır, Türkiye’ye gelirken sürgün yıllarından beraber gelmiş, burada devam ettirilmiş. Binlerce yıldır otantik olarak Kafkasya’da oynanan oyunu biz burada devam ettiriyoruz. Hatta yaklaşık 80-90 sene gibi bir süre uzak kalındığı için Sovyet sistemi döneminde orada unutulmuş. Akademilerde işte yeni koreografilerle bizim kültürümüzü yansıtan ekip oyunları oynanmış, şu bu isimle ama “Apsuva Koşara” veyahut “Tleperuj” oralarda yoktu. Nasıl daha sonra o tarafa bir daha geri döndü? 90’lı yılların başından itibaren dağılan Sovyetler Birliği döneminde geliş gidişler başladı, oradan hoca getirildi. Adapazarı’nda o dönemde rahmetlik Tarba Kandid Hoca, onu tabii kültürümüzü bilenler çok iyi bilir. Çok iyi bir akademisyendi, iyi bir folklorcuydu, o Adapazarı’nda mahalli oyun olarak oynandığını gördüğü zaman çok hoşuna gitti. Burada yetiştirdiği ekibini alıp o tarafa gösteriye gitti. Orada “Apsuva Koşara” modernize edilerekten, “Apsını Apsuva-Koşara” diye yapılan, şu anda buradan geriye giden oyundur. Buradaki halini biz bildiğimiz şekliyle devam ettirdik, büyüklerimizden öyle gördük. Bu insanın gündelik yaşamı içinde her zaman yapabileceği bir şeydi. Beraber meciye gidenler, mecide mola verdiklerinde o gençler çıkarlar, oynarlardı (meci, insanların bir araya gelerek ortak bir iş için ücretsiz olarak çalışmasını, dayanışma ve yardımlaşmayı ifade eder). Hem nefes alırlardı, hem kaynaşma olurdu. Çapaya giderlerdi biz küçükken, çok iyi hatırlıyorum. 20-25 genç kızlı erkekli, tempolu bir vaziyette, kazma sallayıp çapa şarkısı söylerlerdi. Öğlen onlara yemek götürdüğümüzü hatırlıyorum birkaç tanesinde. Yemeklerini yedikten sonra o gençler biraz dinlendiler. Ondan sonra kalktılar, orada, ağacın altında bu oyunu oynuyorlardı. Yani “Apsuva Koşara”yı oynuyorlardı. Hiç unutmak mümkün değil. Benim de buna aşinalığım zaten ta oralardan geliyor. Ölünceye kadar da biz onu yaşayacağız, yaşatmaya çalışacağız.

-Etnik kıyafetler yerine koyu renk giyinilen ve kırmızı şalların takıldığı bir ekip düzeniniz var. Bu seçimler grupça alınan kararlar mı?

-Sahne, ekibin duruşu gibi konularda bize rahmetle andığım Celil Yağız’ın çok emeği var. Celil Yağız, 50. sanat yılını kutlayamadan kaybettiğimiz bir arkadaşımız, bir ağabeyimiz. Tiyatrocuydu, asıl mesleği ormancıydı, bölge şefiydi ama o sevdiği işi yaptı. 50. sanat yılını kutlayacağımız yıl onu kaybettik biz. EMITT’e gittik geldik, rahmetli Celil Yağız “Arkadaşlar” dedi, “Bu böyle olmaz. Sizin bir kıyafetiniz olmalı. Sahne duruşunuz olmalı, çekim yapılıyor, dünya seyrediyor sizi”. Görselliği sanatçı olması hasebiyle çok çok iyi bilen bir arkadaşımızdı. Ne yapalım o zaman dedik, onu dinledik. “Bundan sonra oturarak tahtaya sopayı vurmayacaksınız, çirkin oluyor” dedi, doğrudur. Halen bazı arkadaşlar, işte yaşlılığından dolayı “Yoruluyoruz, oturalım” derler. Bazı köy düğünlerinde halen daha oturtuyorlar bizi. Tabii ben de o şekil karşıyım. En azından çekim yapıldığı zaman, bir yerde sahne almaya gittiğimiz zaman, en azından binlerce insanın, milyonlarca insanın seyrettiği bir görselin çirkin olmasını tabii ben de istemem.

Kıyafet olarak da o zaman, “Bu kıyafet böyle ayrı gayri olmuyor” dedi. “Sizi seyredenlere albenisi olmalı, sahne kıyafeti olmalı. Şöyle bir şey düşündüm ben; siyah pantolon, beyaz gömlek, üzerine de ben bir şey ayarlayacağım” dedi. Birkaç gün sonra bir baktık kırmızı şallarımızı buldu işte. “Düzce’de kaç tane mağazayı gezdim, ben de bilmiyorum” dedi. Kendi istediği evsafta kırmızı şalları buldu. Bunların ayrıca, rahmetle andığımız matbaacı İhsan Çetin kardeşimizin orada baskısını yaptı. Şalların bir ucuna Abhazya, bir tarafına Adigey diye yazdırdı. 20 tane şal yaptı getirdi böyle. “Bunu bu şekil takacaksınız” diye bize yakıştığı şekille kendisi boynumuza doladı. Hakikaten fotoğraf çekip baktığın zaman görsel anlamda güzel görünümü var. UNESCO’nun markalısı olacağız diye çıktığımız yolda yapılan çekimlerde de onu kullandık, son olur diye düşünüyoruz. Marka olursak sanırım bize ait olan, kültürümüze ait olan motifleri ve giysileri düşünüyoruz. Böyle bir de kararımız var. Çünkü bir şey yapıyorsan onun her şeyi ile ait olduğu kültüre dönük olması lazımdır diye düşünüyoruz.

 

“Yaşatılmalı, yaşamalı”

-Ekipte kullanılan enstrümanlar neler?

-Enstrüman olarak kullandığımız aletler; phaçek dediğimiz tahta sopa. Bunların da bir standardının, artık tabii biz de kabul ediyoruz. Yıllar önce, 15 sene falan olmuştur, Tülin Sarıbay kardeşimizin… Abhazca Türkiye’de yapılan ilk albümün sahibi bu kardeşimiz, Düzceli. Rahmetli Nurettin Zafer pehlivanın, dünya şampiyonu pehlivanın küçük kızı. Çok yetenekliydi. Onun albümüne destek vereceğimiz sözünü bizden aldıktan sonra stüdyoya girdik. İlk stüdyoya girişimiz öyle, İstanbul’da. Orada onun albümünde deju yapacağız, tahta sopaya vuracağız, bant kaydı yaptık yani. Müzik albümüydü çünkü bu, görsel bir şey değildi ama biz orada 4-5 dakikalık bir kayıt için 4-5 saat kaldık. Çünkü stüdyolar malum, çok hassas, sesin biri öbür sesi bastırmayacak, olmadı sil baştan… Mızıka, tahta ve deju, hepsi eşit mesafede olacak ki izlenir yahut dinlenir, keyif verir bir tat versin. Şimdi görüyoruz burada mahalli düğünleri yahut da orada burada keser sapı getiriyorlar, önüne koyuyorlar. Ne mızıka sesi işittiriyor, ne bağıran, deju yapan, melodi söyleyen adamın sesini işitebiliyorsun. Bir acayip bir şey, tabii hoş değil. Ben son protesto ettim birkaç noktada, birkaç düğünde son bir ay içinde. “Bundan sonra bizim sopaların kalınlığında olacak sopalarınız. Yoksa biz hususi taşıyacağız veyahut da sizin sopalarınızı tutmayacağız, oyun yapmayız.” Çünkü bunun bir standardı var, orada melodi yapan, deju yapan kimse, onun sesi heba olmasın. Ne söylediği bilinsin, işitilsin, mızıkanın sesi işitilsin. Üçlü ahenk, kalp ritminde oyun olsun. İşte bütün sıkıntı o diye, o mesajı vermeye çalışıyoruz. Biz bir yerde okul değiliz ama okul niteliğinde öğretmeye çalışacağız çünkü bu asli görevlerimizden biri. Çünkü izleyen insanın keyif alması lazım oyunu; dinleyen insanın da kulaklarının pasının silinmesi lazımdır diye düşünüyoruz. Biz kültürümüz ile ilgili iyi bir şey yaptığımızı düşünüyoruz. İyi örnek olmaya çalışıyoruz, bu çok çok önemli. Çünkü niye? Yaşatılmalı, yaşamalı. Bütün dünyadaki kültürler de yaşamalı ama bu arada tabii bizim kültürümüz de yaşamalı diye düşünüyorum.

 

-Grubun bir prova kültürü var mı? Yoksa tamamen mahalli dediğimiz şekilde, spontane olarak mı sahne alıyorsunuz?

-Uzun zaman bir araya gelmediğimiz zaman, atıyorum önümüzdeki hafta bir çekime gideceğiz, bir yere bir söz verdik veyahut da bir televizyon programına, direkt oraya aynı anda küt diye düşmemiz tabii hoş değil. Onun için ne yapıyoruz, atıyorum, “Binef’te buluşalım, şu günü gelin arkadaşlar, bir hasret giderelim” diyoruz. Geliyoruz, çay-çorba içerken o arada hem buranın ortamını da değiştiriyoruz. Burada hem dinlenmiş oluyoruz, hem bir prova yapmış oluyoruz. Veyahut da herhangi birimizin köy avlusu oluyor, evinin avlusu oluyor. Onun için prova yapmadan asla olmaz. Niye olmaz? Çünkü eksik kalacağını düşünüyoruz. Milyonlarca insana ulaşan bir iletişim dünyası var, ağı var, onun için asgari hata ile atlatılsın diye yapmak mecburiyetindeyiz.

“Severek yaptıkları için başaramayacakları bir şey olmadığını düşünüyordum”

-Grubun sabit bir pşinovası (mızıka çalanı) var mı?

-Var. Bizim pşinova olarak kullandığımız Erdoğan Ayan arkadaşımız var. Artık tabii sağlık nedenleri de oluyor ama Burak Arslan var, aşağı yukarı 6-7 seneden beri bize katlanmaya çalışıyor, müsait olduğu zaman bizimle oluyor. Ondan sonra Bayramcı’dan Tamer var (Tamer Küçükakbulut). Yine değişik köylerde var tabii, arada bir onlara da çaldırıyoruz, çünkü alışsınlar. Bizim ekibimize çalmayı tabii o da kendisine onur, gurur sayıyor, “Gel yavrum” diyorum, çağırıyorum. Mesela burada bir yeğenim var, Eymen, Darıyerli. Yine karşısına onunla beraber aynı sistem çalışıyor, Sendi’nin öğrencileri, hatta Bilal’in öğrencileri, karşılıklı ikisi beraber çalıp pşineleri oynayabiliyorlar. Tahtaya da güzel uyum sağlatıyorlar. Severek yaptıkları için başaramayacakları bir şey olmadığını düşünüyordum, nitekim de öyle. Benim yetiştirdiğim birkaç kişi var. Ben zaten hep çocuklara şunu söylüyorum: “Anne, baban ya da kardeşin değil, sen bu işi severek mi yapıyorsun? İstiyor musun? Arzu ediyor musun? Sen başarırsın” diyorum. Var böyle, gençlerimize biz güveniyoruz, bize de destek veriyorlar, olacaklar.

 

“Onlara inancımız tam”

-Genel anlamda düğün cemiyetlerini ve gençlerin kültüre ilgisini nasıl değerlendirirsiniz?

-Düğünlerle ilgili sıkıntı hemen hemen yok gibi. Yalnız halen daha Adige köylerinde silah atıldığını görüyoruz, bu çok ayıp. Bu konuda bir daha bir girişimde bulunup da köy muhtarıyla, dernekler aracılığıyla uzak tutmak lazım bunları.

Genelde yüzde yüze yakın, bu gençlerin hepsi kendi kültürünü seviyor. Onlara inancımız tam. Severek yapıyorlar, hizmet ediyorlar, saygı gösteriyorlar. Kültürlerine asla sırtlarını dönmeyen müthiş bir gençlik geliyor arkamızdan.

-Samimi cevaplarınız ve bu topluma sunduğunuz kültürel hizmet için çok teşekkür ederim.

-Jineps’e yaptığımız bu söyleşi keyifliydi. İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır dedikleri olay budur. Gerçekten biz kendimize ait olan kültürümüz seviyoruz. Seviyoruz ki şu anda bu röportajı yapmakla ilgili burada bulunmaktayım. Bunu her zaman söylüyorum, tüm dünyadaki kültürlerin tamamı yaşamalı, yaşatılmalı. Bunun içine dilleri de dahil, yaşamalı ve yaşatılmalı ama çok az olan bizim gibi dillerin ve kültürlerin de yaşaması ve yaşatılması şarttır. Bu insanlığın borcudur.

https://youtu.be/wsAogYxLTr0

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz