Kadının soyadı konusu bu yaz başında 9. Yargı Paketi kapsamında sıkça tartışıldı. Durum kısaca şu: 2023’te Anayasa Mahkemesi (AYM) kadının kendi soyadını evlendikten sonra tek soyadı olarak kullanabilmesinin önünü açtı, kullanamıyor olmasını kişilik hakları ihlali saydı1. Kararda nüfus kayıtlarında karışıklığın önlenmesi ve kütük tespiti için soyadının kamusal işlevi olduğunu, ancak bunun yalnızca kadının erkeğin soyadını kullanması ile sağlanmayacağı belirtilip, TC kimlik numarası ve nüfus sayımı için bilişim teknolojilerinin kullanımına dikkat çekildi2. AYM’nin iptal kararı sonucunda ortaya çıkan hukuk boşluğu, iktidar tarafından önerilen yasa ile gideriliyormuş gibi gösterilerek esasında iptal edilen uygulamaya çok benzer bir düzenleme yargı paketinin içerisine sıkıştırıldı ve yargının kararı yasama yoluyla bertaraf edilmeye çalışıldı. Sonrasındaki tepkiler sonucunda ise 9. Yargı Paketi’nden bu geri çevirme girişimine yönelik teklif çıkarıldı3. Ocak 2024’ten beri de aslında AYM kararı geçerli, ancak uygulamada bu işlemin nasıl yapılacağına dair bir düzenleme olmadığı için yine hukuki sürece gidilmesi gerekiyor4. Tüm bunlara ek olarak, 9. Yargı Paketi’nden son dakikada çıkarılan bu kanun teklifinin, bir sonraki meclis döneminde yeniden gündeme getirilmesi ihtimali de hâlâ var.
Kanunun detaylarını ya da nasıl geçtiğini tartışan onlarca yazı5 geçen aylarda yazıldığı, sayısız hukukçu6 ve kadın hakları savunucusu7 ile röportaj yapıldığı için ilgili okuru onlara yönlendirip ben bu yazıda konunun nüfus politikası olarak anlamına değineceğim.
Öncelikle soyadının çok da eski olmayan bir nüfus politikası olduğunu hatırlatmak gerek. Türkiye’de 1934’te uygulanmaya koyulan Soyadı Kanunu8 vatandaşların (1) Türkçe bir soyadı almasını, (2) Soyadlarının hiyerarşiye işaret edebilen unvanlar içermemesini (‘ağa’, ‘efendi’, ‘hoca’ gibi), (3) Soyadının seçimini ‘evlilik birliğinin reisi olan’ erkeğin yapmasını ve (4) Kütüğün erkekten sayılmasını öngörüyor. Bu maddelerden anlaşılacağı gibi kanun; etnisite, sınıf ve cinsiyete göre kişinin kimliğinin nasıl tanımlanacağının şeklini çiziyor. Sınıf belirtebilecek unvanlar çıkarılıyor, Türkçe soyadı maddesi ile farklı etnik grupların anadillerinde soyadı kullanma hakkı ellerinden alınıyor, bir ulus-millet kimliğinin inşası dayatılıyor ve kadının kimliği tamamen erkeğe bağımlı hale getiriliyor.
Kanun, sınıfsal hiyerarşilerin silinmesi bakımından ve öncesindeki baba soyu üzerinden birinin oğlu/kızı olarak yapılan ataerkil ve belirsiz tanımlamaların kaldırılması açısından kazanım niteliğinde olsa da özellikle azınlık halkları için bir asimilasyon politikası olmuştur. Yabancı harfler içeren, Türklük dışı bir etnik gruba üyelik işaret edebilen aile isimleri silinmiş, bazen Türkçeleştirilse de çoğunlukla nüfus idaresinin önerdiği -günümüzde de sık kullanılan- soyadlarından biriyle değiştirilmiştir. Yani Soyadı Kanunu ile hem bir etnik soy kütüğü silimine ve suni bir Türklük inşasına gidilmiş9 hem de aslında çok da duygusal bağı olmayan ve kişinin o noktaya kadar ‘soy’una işaret etmeyen isimlere geçilmiştir. Özellikle yakın tarihte etnik kimliğini korumak isteyen, kendi istediği isim ve soyadıyla anılmak isteyen kişiler bunun mücadelesini hukuki yöntemlerle vermiş10, kimisi aile soyadını geri almış11, kimisi kimlikte farklı, kamusal hayatta farklı isimler kullanarak hayatını sürdürmüştür12. Etnik soyu belirten soyadlarını kullanmak için verilen hukuki mücadeleler sonucunda 2019’da AİHM bu soyadlarının reddedilmesinin ‘özel ve aile hayatına saygı’ ihlali olduğuna hükmedip bu soyadlarının kullanılmasının önünün açılması gerektiğine dair bağlayıcı karar vermiştir.
Soyadı Kanunu, geniş kapsamda zaten etnik asimilasyona götüren, anadili ve etnik soyu silmeyi hedefleyen bir politikayken, özel olarak da kadının soyadının ve kütüğünün erkek üzerinden tanımlanması da bu kapsamda ikincil bir etnik asimilasyon politikası olarak okunabilir.
Türkiye gibi babasoylu aile yapısının hâkim olduğu ülkelerde soy kütüğü tamamen erkekler üzerinden sürdürülüyor. Türkiye’de özellikle evlilikte yalnızca aile soyadı altında erkek soyadına geçiş değil, aynı zamanda kadının kütüğü de değiştiriliyor. Bu şekilde hem kadının devlet nezdindeki isminde doğduğu aileyle ilintisi kesilip evlendiği aileyle ilintisi kuruluyor hem de evlilik içinde doğan çocuğun resmi soyadı ve kimliği babasının ailesi ile ilişkilendiriliyor. Etnik gruplar arası yapılan evliliklerde ise kadının soy kütüğünü veya soyadını devam ettirememesi de kadının etnik kimliğinin üzerini örtüyor ve çocuğa da babanın etnik grubunu atayarak yalnızca kadının kişilik haklarını ihlal etmiyor, aynı zamanda azınlıkların kimliklerini unutturmaya da işliyor.
Dünya üzerinde örneklerle kıyaslandığında alternatif örnekler bulmak mümkün. Örneğin, İspanya’dan Venezuela’ya yine benzer bir ataerkil yapının (machismo) hâkim olduğu Hispanik ülkelerde çocuğun soyadı hem annenin hem babanın bir soyadı çocuğa taşınarak veriliyor. Bu durumda yine babasoylu sistemden kaynaklı soy aslında hem annenin hem babanın tarafından babanın soyadı alınarak devam ediyor olsa da bu durum yine de alternatiflerin mümkün olduğuna işaret ediyor.
Türkiye’de soyadıyla gelen bu etnik asimilasyona karşı bir mücadele stratejisi olarak çocuklara etnik kimliklerini belirtecek isimler koymak yaygın. Ayrıca kadının soyadını çocuğa isim olarak verenler de var. Benim durumumda mesela annem kimliğimizi unutmamak ve unutturmamak için ismim konusunda diretmiş ve benim adımın Çerkesçe olduğunu bilmem de etnik kimliğimi sahiplenmemde etkili olmuştur. Ancak bu konuda şu iki noktayı da belirtmekte fayda var: Birincisi, kimliğin silinmesi ile mücadele etmek adına yapılan bu tercihler kişinin kendi kimliğini sahiplenmesini sağlasa da toplum nezdinde sürekli bir mücadeleyi de beraberinde getirebiliyor. Örneğin, etnik kimliğini hatırlatan isimleri olan insanların sık başına gelen bir durum, isimlerinin ‘anlaşılmaması’ ya da anlamlarının sürekli sorgulanması ile isimleri üzerinden sürekli hissettirilen bir ötekileştirilme13. İkincisi ise, ataerkil soy kütüğü devam ettiği ve toplumsal algımız soyun babadan geçtiği yönünde olduğu sürece kişilerin etnik kimliğinin ait oldukları grupta bile sorgulanır hale gelmesi. Örneğin, etnik gruplar arası yapılan evliliklerde kişi kendini annenin soyundan tanımlamak istediğinde tam olarak o grubun üyesi olarak görülmemesi gibi.
Bitirmeden önce şunu vurgulamakta da fayda var ki ‘kadın’ın soyadı meselesi yeni bir gündem değil. Kadın hakları alanında mücadele veren hukukçular, aktivistler ve kendi soyadını kullanmak için hukuki mücadele veren kadınlar için zaten bu konu hep gündemdeydi. Ancak meclis sürecinde farklı olarak şunu gördük ki aslında topyekûn halkları ve kadınları ilgilendiren bu konu, sosyal demokrat, beyaz ve kadın vekiller tarafından sahiplenildi. Hem erkek vekillerin hem de kimlik ve halklar mücadelesi veren vekillerin ise bu konuda meclis boyutunda söz üretimi olmakla beraber , sayısı hayli düşüktü14. Oysaki kadının soyadı mücadelesi yalnızca kadın alanında kadınların tartışıp savunacağı bir mesele değil, kadınların önünü çekeceği ama herkesi ilgilendiren bir meseledir.
Bu konu yalnızca kadınlarla ilgili değil veya kadının meselesi değil; anadili mücadelesi, azınlıkların hakları üzerine mücadele veren, evlilik birliğinde tarafların eşit olduğunu savunan bütün kesimlerin de mücadelesidir; söz ürettiği ve üretmesi gereken bir alandır.
Soyadı konusunda (ve genel isim hakları konusunda) geniş hatlarıyla talep, kişinin istediği ismi, soyadını kullanabilmesinin önünün açılması. Bu noktadan sonrası kişiye kalmış. ‘Kadın’ın soyadı meselesinde, kadın ister kendi soyadını tutar ister tutmaz, ister çift soyadı alır, ister eşinin soyadını alır. Aslında durum, bu kararın kadına bırakılması ile kadının ‘evlilik içinde eşlerin eşitliği’ ilkesi sağlanarak güçlendirilmesi. Bu hak alındığında ve kadınların kendi istediği soyadını kullanmasının yaygınlaşması halinde de yine kadın mücadelesi için önemli bir mücadele alanı oluşuyor. Sonraki süreçte, ‘kendi soyadını tutan’ veya ‘eşinin soyadını alan’ diye kadınların birbirine karşı düşmanlaştırılmasına yönelik patriarkal pratiklerin oluşmasının önüne geçilmesi gerekmektedir. Yani kadınlar için mücadele her zamanki gibi yasayla çözülmüyor, gündelik hayatta süregeliyor.
Sinem Esengen
2018 yılında Maastricht Üniversitesi’nin ekonomi bölümünden mezun oldu. Sonrasında ODTÜ Sosyoloji bölümünden lisans ve Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları bölümünden yüksek lisans derecesini aldı. Şu anda Ohio Devlet Üniversitesi’nde sosyoloji alanında doktora eğitimine devam etmektedir. Araştırma alanları arasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde; kadın dayanışması, direnişi ve kadınların güçlendirilmesi, aile ve nüfus politikaları ve göç ve doğurganlık dinamikleri yer alıyor.
1 https://www.gazeteduvar.com.tr/kadinin-soyadi-yok-haber-1702833
2 https://bianet.org/haber/esik-tum-kadinlari-soyadi-hakkina-sahip-cikmaya-cagiriyoruz-291468
8 https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.3.2525.pdf
9 https://iletisim.com.tr/kitap/bu-soyadi-alinmamis-ise/10487
11 https:/jinepsgazetesi.com/2023/07/atalarinin-soyadini-geri-aldi
12 https:/bianet.org/yazi/bir-anonimlesme-hikayesi-hagop-martayan-129-yasinda-295627