Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi üzerine, Apaçık Radyo’da Waseem Ahmad ile birlikte yaptığımız “Hüsnükabul” programında Türkiye’de yaşayan Suriyeli genç bir mimar olan Üveys (Ouaess) ile sohbet ettik. Üveys belki de birçoğumuzun içindeki duyguları anlattı. Tabii ki Üveys çok mutlu; çünkü 60 yılı aşan bir rejim, bir terör rejimi çöktü. Çünkü babadan oğula devredilen bir hanedanın boyunduruğu altında yapılmamış vahşet kalmamıştı. Nüfusun yarısına diğer yarısını ihbar etme görevini yükleyen Muhaberat adlı istihbarat örgütünden Hama’daki katliamlara, Sednaya Hapishanesi’nde on binlerce insanın katledilmesine uzanan zulmü gerçekleştiren bu rejimin çökmesinden mutlu olmamak mümkün değil.
Ama Üveys’in kafasından o kadar çok düşünce ve duygu geçiyor ki… ABD’de, Avrupa’da ve Türkiye’de ya da başta İsrail olmak üzere Ortadoğu’da devletlerin ve toplumların almış oldukları tavırlara bakınca bu karmaşık duyguları taşımamak da mümkün değil. Bunun için, Suriye’yi bir tür paylaşılacak pasta gibi gören “oportünist” tarafların söylemlerine ve attıkları adımlara bakmak yeterlidir herhalde…
Kendi hesabıma, Üveys gibi benim de kafamdan çok çeşitli duygular geçiyor. Kanlı bir rejimin sona ermiş olmasından ötürü olağanüstü bir tatmin duygusu hissediyorum ve bu duygu gelecek için yepyeni umutları besliyor. Ama aynı zamanda, belli ki uluslararası dehlizlerde inşa edilmeye çalışılan stratejiler var ve bu da gelecek hakkındaki güven duygusunu oldukça kırılgan hale getiriyor. Mesela Tahrir el-Şam örgütünün yani HTŞ’nin15-20 bin kişilik ordusuyla Esad’ın en az 100 bin kişilik ordusunu nasıl alt ettiğine dair fikir yürütemem; bu meseleyi harita başına geçip, eline uzun çubuklar alıp bütün “savaş stratejileri”ni bilen ve her şeyin uzmanı olan şahsiyetlere bırakıyorum.
İstihbarat gibi hem bilgi toplayan hem de bilgilerle oynayıp manipülasyon yapan, gündem belirleyen odak ve kurumlarla alakası olmayan her sıradan vatandaş gibi ben de gözlemlediğim olaylar, bilgiler arasında irtibatlar kurup, anlamaya ve yorumlamaya çalışıyorum. Ama belli ki net olmayan durumlar var ve bize dayatılan ezberleri tekrarlamak ve büyük abilerin sunduklarına teslim olmak yerine, biraz düşünmekte yarar var.
HTŞ “terörist” mi değil mi?
Acil mesele…
Ertuğrul Özkök’ün bir köşe yazısında bahsettiği bir medya olayının videosunu ben de izledim. HTŞ’nin Halep’e girdiğinin ertesi günü, 6 Aralık gecesi CNN Türk’teki bir stratejik muhabbet programında Ahmet Hakan’ın kulağına rejiden uyarılar geliyor. O uyarılar üzerine, Ahmet Hakan “İkide bir kulağıma ‘terör örgütü’ diyorsunuz. Biz de terör örgütü HTŞ diyoruz. Kaç kere diyelim?” diyerek isyan ediyor. Ertuğrul Özkök’ün iddia ettiği gibi rejiden kulaklara gelen uyarıyı memleketin “iletişim ve propaganda” işlerinden sorumlu olan devletlûlar ya da aparatçikler mi yoksa rejide bu işlerden anlayan biri mi “iletişiyor”, ben bilemem. Bu tür bir müdahale memleketimizde olmayacak bir şey değil ama belli ki son zamanlarda devletimizin kumanda merkezinde Suriye ile ilgili olarak oldukça hızlı dönüşümler yaşadık. Ve tabii ki bu “dönüşümleri” aktarmak, yeni durumlara adapte olmak ve dolayısıyla kamuoyuna gereken imaj-duygu çalışmasını yapmak gerekiyordu.
Öncelikle Türkiye, Ağustos 2018’de, uluslararası güç ilişkilerinin getirdiği bir gereklilik ile HTŞ’nin “terör örgütü” olarak tanımlanmasını kabul etmiş. Ancak öyle anlaşılıyor ki, devletimizin bazı organları örgüt ile ilişkilerini sürdürmüş. O zamandan bu yana devletimizin en yetkili ağızlarının Beşir Esad’a da epey saydırdığını biliyoruz. Sonrasında işler hızlanmaya başladı. İçeride Bahçeli sürpriz bir şekilde “Kürt açılımları” anlatmaya başladı. Bir yandan PKK’yı yok etme dili devam ederken, Öcalan’a Meclis’te konuşma çağrıları yapılırken, DEM Partililerle sevimli muhabbetler oldu. Türkiye’nin de dahil olduğu ve bütün Kürt coğrafyasını kuşatan “kardeşlik projeleri” gündeme gelmeye başladı. Hızlanan Ortadoğu gündemindeki son duraklardan birinde ise bir zamanlar “aile dostu” iken sonradan “düşman” olan veen nihayetinde “eski dost” olarak tanımlanan Esad’la “yeniden görüşebileceğimiz” gündeme geldi. Bu sırada, söylenmezse ayıp olacak bir mecburiyet olarak, “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi gerektiği” de sık sık tekrarlandı.
Ancak, sahada süren işler, söylemleri tazeleme çabalarından çok daha hızlı gelişti. Şam düşüp, Esad arkasında kanlar içinde bir memleket bırakıp Rusya’ya kaçarken, Halep’e Türk bayrağı, Golan’a da İsrail bayrağı dikilmişti bile.
Bu vesileyle, Suriye’nin yeni lideri Ahmed eş-Şera’nın Şam’a gelmeden önce kullandığı Colani isminin “Golan” bölgesinden geldiğini öğrendik. Burada birçok kişinin zihninde oluşan bağlantıyı ben de dile getireyim. Yeni rejimin bir-iki söylev dışında, o Golan bölgesinin İsrail tarafından işgal edilmesi konusunda hiçbir adım atmadığını; o bölgede işgal ettiği yerlere İsrail bayrağı diken İsrailli askerlerin kendilerini protesto eden -ortalıkta HTŞ askerleri ya da başka “dost kuvvetler” olmadığı için- sivil köylülere ateş açtığını da akılda tutalım. Bu arada “milliliği”, “fetihleri” ifade etmek üzere hiç vazgeçilmeyen -ve fotoğraflarla ikonik hafızaya “yerleştirilen”- bu bayrak dikme merakının da ne kadar eril bir performansla kendini ifade ettiğini bir kenara not edelim.
Böyle bir çerçevede, bizim devletimizin ilgili birimlerinin, bir yandan kendi dışlarında gelişen olayları izlemeye ve uyum sağlamaya çalışırken, diğer yandan bu olayları kontrol etmek, pastanın ve oyunun dışında kalmamak ve sahada rol oynamak için epey uğraştığı anlaşılıyor. Ama bu uğraş içinde, belli ki devletimizden kamusal alana gönderilen mesajları taşıması beklenen medya organları da epey zorlanmışlar. Alternatif medyaya hayat hakkı tanımayan, bütün enformasyonun tek bir elden iletilmesini amaçlayan bu “kamuoyu oluşturma” çabalamalarına bağlı olarak, devletin ya da toplumda söylenmesi gereken iktidar dillerini taşıyan ve ayar veren vazifeli elemanların da HTŞ konusunda epey bir dans ettiklerini görüyoruz.
“Castro” ve gömlek-kravat arasında eş-Şera
Bütün bu hareketli ortam içinde “kamuoyu oluşturma” konusunda en dikkat çekici gelişmelerin merkezinde Suriye’nin yeni lideri var. Belli ki, önceleri Muhammed Colani olarak bilinen, sonradan orijinal adına dönen Ahmed eş-Şera’nın etrafında, arkasında ya da üzerinde bir “imaj yapım” faaliyeti var. Her şeyden önce kendisinin de gayet mantıklı bir şekilde, dünya kamuoyundan ve etiketler konusunda uluslararası karar vericilerden ilk talebi “terörist” sıfatının iptal edilmesi olmuş.
Dolayısıyla, Türkiye’nin (ve başka memleketlerin) resmi söyleminde “terör örgütü” olarak tanımlanan HTŞ de artık bu sıfattan sıyrılma sürecinde olan ve son anda binilen bir tren olarak önümüzde duruyor. Bu da “doğal”; çünkü “eski rejim” karşısında kaybettiğiniz sürece “terörist” yaftasından kurtulamazsınız; kazandığınız an ise artık toplumun ve vatandaşın yeniden inşa sürecinde, “yeni rejim”de ise “kahramanlık” statüsüne rahatça geçebilirsiniz.
Ancak bu imaj meselesine girmeden önlemimizi hemen alalım. Tabii ki insanlar değişir, toplumsal hareketler de değişir. Türkiye’de İslami hareketin ya da AKP’nin değiştiği gibi… Bir zamanlar gayet “demokratik” olanlar, “Biz yüzde 51’lik bir çoğunluk üzerine kuruluolanBatı demokrasisi gibi değiliz, biz yüzde 1’in bile hakkını koruruz” deyip, sonradan değme jakobenlere rahmet okutacak bir kimliğe bürünebilirler.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tepeden inmeci makbul vatandaş kurma gayretlerini eleştirerek, demokratik ve adaletli bir içerik ve imajla yola çıkan AKP nasıl devletin otoriter geleneğiyle evlendiyse, HTŞ’nin ve liderinin de tam ters yönde değişmiş olması gayet mümkün ve doğaldır. Kaldı ki, Suriye’de Sukaylabiye’de Noel ağacının maskeli-silahlı kişilerce ateşe verilmesinin ardından,Türkiye’de Noel (ya da yılbaşı) ağaçlarına savaş açan dindar görünümlü travmatik cemaatçileri bile ters köşeye yatıracak bir inisiyatif alan Suriye’nin geçiş hükümeti, Hıristiyanların Noel’ininresmi tatil olarak devam edeceğini ve devlet dairelerinin 25-26 Aralık günlerinde kapalı olacağını duyurdu. Ve belli ki bu adım, en azından kısa vadede yeni Suriye’nin ve Ahmed eş-Şera’nın olumlu imajlarına doğrudan katkı sağladı. Kuşkusuz, bir zamanlar Esad rejiminin vatandaşlık bile vermediği Kürtler için, yeni rejimin yeni adımlar atıp atmayacağı da önemli bir turnusol işlevi görecek.
Suriye’de imaj faaliyeti o kadar dikkat çekici ki, rejimi değiştiren silahlı gücü yönetenlerin bir anda iktidarı ele geçirince, dünya kamuoyunda yaratacakları “duygu”yu değiştirmeye ciddi bir karar verdikleri anlaşılıyor.
Örgütün içinden gelen ya da örgütün arkasındaki başka güçler tarafından önerilen “yeni imaj” için eş-Şera’nın önce sakalı düzeltildi, cüppesi çıkarıldı, hâki yeşil askeri kıyafet giydirildi. Sonra muhtemelen Batı’daki devrimci ikonografik duygularda titreşim yaratmak uğruna adeta bir “Castro” çıktı karşımıza… Hatta (parantez arasında) belli ki bu imaj inşasının beklenen etkisi en azından bizim memlekette hızla kendini gösterdi. “Ah ne kadar da Castro’ya benziyor! Umarım Colani, Fidel Castro’ya benzemesin. Çünkü Castro çok büyük bir diktatördü. Castro kendi dışındaki herkese zulmetti” diye buyuran bazı havalı gazeteciler bu imajın üzerine atladılar. Sonra eş-Şera ceket ve gömlek giydi; en sonunda da gömleği bir kravatla taçlandı.
Kısaca, önümüzde bitmiş bir rejimin akabinde çok boyutlu, çok taraflı, çok hesaplı bir gelecek şekilleniyor. Belli ki önümüzde sadece Suriye’yi ilgilendiren değil, bütün bir bölgeyi bekleyen çok belirsiz bir gelecek söz konusu.
Üveys’in ve benim karmaşık duygularımızın önemli bir boyutunu da Suriyeli mülteciler meselesi oluşturuyor.
Memleketimin sıradan ırkçılığı
Suriye’de rejim devrilir devrilmez Türkiye’deki ırkçı damar yeni bir boyuta geçti. Suriyelilere tek yönlü geri dönüş bileti önerenleri, sokaklarda “özgürleşmiş Suriye” için sevinen Suriyelileri hakaret ve şiddetle susturan, ezen ucuz kahramanları görmeye başladık. Suriyelilerin hayatta kalmak için geldikleri bu memleketteki yaşamları her an burunlarından getirildi. İş buldular, ucuza çalıştılar, köle muamelesi gördüler.
İzmir’de, Karabük’te yakılarak öldürülenleri, linç edilenleri düşünün… İşten dönüp, evinin kapısında ailesiyle yiyeceği akşam yemeğini hayal eden kadının polisler tarafından apar topar Geri Gönderme Merkezi’ne götürülüp, oradan da Suriye’ye deport edildiğini, ancak günler sonra oradan kocasını ve çocuklarını arayabildiğini düşünün…
Hakaret, aşağılama, dışlama yelpazesi çok geniş; mesela gündelik hayattaki şöyle sıradan şeyleri de gözünüzde canlandırın: Sahip olduğu nitelikler sayesinde iş bulan beyaz yakalı bir göçmenöğle yemeği saatinde işyerinin yemekhanesine gidiyor, tepsisini alıyor ve işyeri “arkadaşları” olduğunu düşündüğü insanların masasına gidip oturuyor. Sonra ne oluyor? Masadaki “arkadaşlar” kendi tepsilerini alıp başka masaya geçiyorlar! Nasıl?
Geçenlerde sosyal medyada Suriyeli genç bir kadın, Suriyelilerin Türkiye’de yaşadığı muamelelerin yarattığı duyguları anlatmış:
“Savaş sona erdi. Suriyeliler evlerine dönecek. Bakalım Türkiye şimdi kendi sorunları için kimi suçlayacak?
Türkiye’de yaşadığımız aşağılanmayı asla unutmayacağız. Bizi ölüme geri göndermek isteyen hükümet ve ırkçılık ve üstünlükçülükleriyle orada yaşadığımız her günü cehenneme çeviren insanlar.
Hiçbir şey yapmadıysanız alınmayın. Burada kimden bahsettiğimi hepimiz biliyoruz.
Umarım Sednaya Hapishanesi’ndeki videoları izler ve bu konuda bilgi edinirsiniz, böylece nihayet neyden kaçtığımızı görebilir ve anlayabilirsiniz. Biz asla mülteci olmayı seçmedik.
Ama birçoğunuz ırkçı olmayı ve evlerini, ailelerini ve vatanlarını kaybeden insanlara zarar vermeyi seçtiniz.
En büyük adalet, Suriye’nin ne kadar tehlikeli olduğunu ve rejim deneyiminin derin yaralarını hâlâ taşırken bize b.k gibi davrandığınızı öğrenmenizdir. Sonra da ne öğrendiğinizi bilerek kendinizle yaşarsınız.”
Ve bu paylaşımın altına da Türkiyeli bir ırkçı görüşlerini “paylaşmış”:
“Aynı durumda biz olsak ve Suriye’ye gelsek bize yapmadığınızı bırakmazdınız, ne kadın ne çocuk bizim ülkemizde bile güvende değildi. Sizler ülkemizde ücretsiz tüm imkânlara sahip oldunuz. Türk vatandaşından bile ayrıcalıklı oldunuz, sokakta kimse sizi öldürmeye çalışmadı. Ama siz yaptınız. Şimdi ülkenize geri dönün. Sizin yüzünüzden artan kiralar, ucuzlayan işçilikler, artan vergiler ve ekonomimiz rahatlasın… Ortadoğu’nun karanlık ve geri kalmış yaşam tarzınızı Suriye’de yaşayın. Sizler istilacı ve zararlı bir toplumsunuz.”
Gerçeklikle alakası olmayan varsayımlarla (“bize yapmadığınızı bırakmazdınız”), yalanlarla (“kimse sizi öldürmeye çalışmadı”), önyargılarla (“ücretsiz imkânlar”), günah keçisi (patronlar yerine “sizin yüzünüzden düşen ücretler”) yaratarak inşa edilmiş bir ırkçılık vakası sunan bu söylem sadece bu paylaşımı yapan kişiye özgü değil ve ırkçılık dersinde kullanılacak mükemmel bir malzeme sunuyor.
Yani Suriye sadece Suriye’nin Esad’dan özgürleşmesiyle gerçekleşmiyor. Geleceğin Suriye’si ayı zamanda Suriyeli kadının yukarıdaki paylaşımında anlattığı gibi Türkiye’de inşa oluyor ve bu, Türkiye hakkında hiç de halisane duygularla oluşan bir Suriye değil. Yani Üveys’in yaşadığı karmaşık duygu halini burada ben de yaşıyorum. Ama en kabaca, milliyetçiliğin en hastalıklı halinin tezahürleri olarak, Suriyelilere karşı yabancı düşmanlığını, bir yandan devletini Suriye’nin kurtarıcısı olarak görme halini, bölgesel güç olma arzusunu, Suriye’nin imarı için fırsat kollayan şirketleri gördükçe, “başkası adına utandığımı”hissediyorum ve ruh halime denk gelen kelimenin daha ziyade “ayıp” olduğunu düşünüyorum.