Din faktörü
Dini inançlar insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlar ilkel çağlardan itibaren, doğa olayları ve mucizeleri karşısında, korku ve merak duyguları ile muazzam gücün kaynağını anlamaya çalıştılar. Yaşadıkları ortam ve koşullardan kaynaklı, çeşitli canlıları ve objeleri kutsallaştırarak, kendilerine göre paganizm tarzı farklı inanç sistemleri ve yaşam tarzları geliştirdiler.
Giderek büyük kitleleri etkileyen Budizm, Brahmanizm gibi ilahi güce dayalı inanç sistemleri, halen milyarlarca nüfusu barındıran, Çin ve Hindistan gibi büyük devletlerin resmi dini inanç sistemi olarak varlıklarını sürdürmekte. Diğer taraftan, Allah’ın elçisi olduklarına inanılan peygamberlerin büyük kitleleri etkileyen Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi kitabi dinler ve onların türevi olan mezhepler devreye girerek, büyük kitleler arası rekabet ve savaşlar hızlanarak devam etti. Özellikle ortaçağ sürecinde emperyal güçlerin gelişmesinde din savaşlarının etkili olduğu bilinmektedir. Zira dini inançlar, büyük kitleleri savaşa ve ateşe sürmede en güçlü motivasyon aracı olmuştur.
Geldiğimiz bilgi çağında bile, en akılcı ve etkili olması gereken laiklik prensibine rağmen, halen dini temellere dayalı ulus-devletlerin var olduğunu, İsrail Devleti’nin dini referans kaynaklı ideolojiye dayanarak, azgın bir savaşı sürdürmekte olduğunu, dolayısıyla din faktörünün toplumlar üzerinde ne kadar etkili olduğunu görüyoruz.
Bu kadar güçlü olan din kavramının, Kuzey Kafkasya coğrafyasında daha farklı geliştiği gerçeğine değinmek lazım. Kuzey Kafkasya’nın yerli halkı Çerkeslerin, binlerce yıllık anavatan coğrafyasında geliştirdikleri inanç sistemi ve yaşam tarzı XABZE çok yüksek bir kültür birikiminin sonucu olup, yazılı olmayan bir sözlü anayasa niteliğindedir. Bu nedenle, farklı inançlar ve din misyonerlerinin yaymaya çalıştıkları kitabi dinler bölgede pek tutunamadılar.
Ancak doğuda Dağıstan, batıda Osmanlı İmparatorluğu üzerinden yayılan İslam dini, zamanın savaş koşulları ve XABZE ile fazla çatışmayan kuralları nedeniyle kabul gördü ve yayıldı. Özellikle, düşmanın çok güçlü taarruzları karşısında direnirken, inandıkları ilahi güçten başka güvenceleri kalmadığı için, İslamiyet ve ibadete dört elle sarıldılar ve sonunda Osmanlı coğrafyasına zorunlu göçe maruz kaldılar.
Sürgünde, Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasına dağıtılan Çerkesler, azınlık konumuna düştükleri Müslüman toplumları arasında, din kardeşliği üzerinden kolayca asimile olurken, anavatanda kalanlar, istilacı halkın din farkının da etkisi ile, asimilasyona karşı direndiler.
Sovyetler Birliği sürecinde dinlere, özellikle İslam dinine karşı uygulanan katı yasaklara rağmen, önceki kuşaklardan intikal eden dini duyguları büyük ölçüde muhafaza ettiler. Sovyet sisteminden sonra ortaya çıkan inanç boşluğunu doldurma çabaları devam ederken, yeterli sayıda seküler eğitimli din görevlisi olmadığı için, Arap ve İran kaynaklı aşırı ideolojik ve sapık din ve mezhep simsarları genç kuşaklar üzerinde olumsuz etkilerini sürdürmektedir.
Rusya Federasyonu bu soruna çözüm üretmek yerine, silahlı güvenlik birimleri eliyle yok etme metodunu uygulamakta ve halkın cılız da olsa tepkisini çekmektedir. Bütün yerleşim birimlerinde halk tarafından camiler inşa edilmekte ancak seküler eğitimli din görevlisi yetiştirme konusunda hiçbir girişim görülmemektedir.
Diasporada ise durum farklı. Türkiye ve Arap ülkelerindeki fanatik dinci ortamlarda kalan Çerkesler, genelde cennet cehennem odaklı öğretilerin etkisi altında, kendi kültür ve kimliklerini kolayca terk ettiler, halen de terk etmeye devam ediyorlar. Evliliklerde din kardeşliği yeterli olurken insanlık suçu olan asimilasyon canavarının farkında bile değiller.
Diasporada başka bir sorun ise önceliği dindarlık olan hemşerilerimizin sivil toplum kuruluşlarından (STK’lardan) uzak durmaları veya farklı örgütlenmeyi tercih etmeleridir. Bu konuda, önceliği ulusal birlik olan mevcut kurumsal yapıların da ayrımcı ve dışlayıcı davranışlardan kaçınmaları çok önemli. Dini inançlar, en fazla ihtiyacımız olan birlikte güçlü ve kapsayıcı olmanın önündeki engel olmamalı.