“Demokrasi” sözcüğü gazetemizin logosunda yer alır. Logomuzdaki 5 çok önemli sözcükten biridir.
Yaşamın hemen her alanı ile ilintili olan demokrasi, kimlik hakları konusunda belirleyicidir. “Temsili”, “katılımcı”, “radikal”, “doğrudan”… demokrasi tanımlamalarıyla görece bir kavram olduğunun bilincinde olarak, 2005 yılı aralık ayındaki ilk sayımızdan beri Jineps’in izlediği ve Çerkeslere “Haydi hep beraber” dediği yol-siyaset; demokrasi, daha fazla demokrasidir.
Demokrasi, bir asırdır ülkeyi yönetenlerin, muktedirlerin ağızlarından düşürmediği kavramdır aynı zamanda. Bir asırdır oldurulamayan, git-geller yaşatılan, hemen her iktidarın kendinden öncekine eleştirisi ile geçiştirilen…
Aslında kökleri derinde demokrasisizliğin… Kurulduğu iddia edilen ilk günden bugüne uzanan bir hikâyesi var. Soğukkanlı, derinlemesine bir analiz kurucu aklın bilinçli tercihlerinin belirleyiciliğini anlamamıza yardımcı oluyor. “Yanlış İliklenen Düğme” kitabında Erdoğan Aydın bugün yaşadıklarımızın tesadüf olmadığını, iktidarlardan bağımsız olduğunu, kurucu iradenin seçimi olduğunu bize belgelerle anlatıyor.
Bir asırdır bu memlekette yaşanan en iyi demokrasinin, demokrasiye benzer demokrasinin ilk meclis, ilk anayasa ile temellerinin atıldığını, süreç içinde bilinçli tasfiyelerle (Sosyalistler, Çerkes Ethem, Alevi Kürtler, bütün Kürtler, Milli Mücadele’deki yol arkadaşları…) kapitalizme göbeğinden bağımlı tek adam egemenliğinin nasıl kurulduğunu Erdoğan Aydın’la konuştuk.
-“Yanlış İliklenen Düğme” raflarda henüz yerini almış, taptaze bir kitap. Emeğinize sağlık her şeyden önce. Bütün ülkeyi, ülkenin bütün renklerini ilgilendiren, sadece olanı, geçmişi değil, 100 yıllık süreci, bugünü ve geleceği de etkileyen Cumhuriyet’in kuruluş sürecini analiz ediyor ve 100 yılda neden demokratikleşemediğimizi sorguluyorsunuz. Sorguluyorsunuz ama aslında yorumluyor, sonuçlar çıkarıyor, geleceğimizi belirlerken bunun gerekliliğinin altını çiziyorsunuz. Elbette resmi tarihi eleştiren farklı bir okumayla…
Sorulara geçmeden kitaptan alıntıladığım kısa bir özetle okurlarımıza bir ön bilgi vermeye çalışayım. Henüz okuma fırsatı bulamayan okurlarımız vardır.
“Cumhuriyet’in kendi 100. yılını kutlayamaz hale gelişinin nedeni kuruluş biçiminden kaynaklıdır. Demokrasinin Milli Mücadele’nin başlangıcında fiilen var olup kurumlaşabilir olduğu halde tasfiye edilmesi, zorunluluklardan değil egemen tercihlerin sonucudur. Ülkenin sahip olduğu eşitlik, özgürlük ve kardeşlik imkânlarının kötürümleştirildiği bir kuruluş ve kurumlaşma süreci yaşanmıştır” değerlendirmesiyle üç başlık belirlemişsiniz:
- “Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin olgular ve demokrasi ekseninden yeniden okunması,
- Türk-Müslüman burjuvazinin hızlandırılmış gelişimi için emek güçlerine karşı uygulanan sistematik baskılar bağlamında gerçek bir cumhuriyet olarak kurumlaşabilme imkânının nasıl kötüleştirildiği,
- Kürt sorununun ele alış biçiminin etkileri, Türkiye’nin yüz yıldır içinde kıvranıp durduğu Kürt sorununun, gerçekten Milli Mücadele’nin başında oluşturulmuş hak eksenli toplumsal sözleşmenin tek taraflı tasfiyesiyle yaratıldığı görülecektir. Yani içinden çıkamadığımız kanama, ülkenin bir parçasına sömürge muamelesi reva görülmesinin sonucu olarak irdelenecektir.”
Arka kapak yazısında Fikret Başkaya’nın cümlesiyle, “Tarihimizle yüzleşmek bizi özgürleştirecektir” diyerek ilk soruyu yönlendiriyorum. Neden bu içerik?
-Cumhuriyetin kendi 100. yılını kutlayamaz hale gelmesi, cumhuriyeti reddeden siyasal İslamcı bir ekibin 20 yıldır, üstelik seçim kazanarak iktidarda kalabilmesi, cumhuriyet kurumlarını tasfiye edebilmesi cumhuriyet açısından mutlaka ciddi bir sorgulama yapmayı gerektiriyor. Salt bu açı bile 100. yılda artık sadece alkış ve hamaset üzerinden cumhuriyet anmasını aşarak ciddi bir muhasebe yapmayı zorunlu kılıyor.
İkinci mesele, bir sosyalist analist olarak geride kalan 100 yılın bütününde hak ve özgürlüklerden yoksun kalan “kimsesizler” adına ciddi bir muhasebe yapma gereksinimim. Malum, sosyalistler ve hak mücadelesi verenler, Mussolini döneminin ceza yasalarından Türkiye’ye aktarılmış olan yasalar üzerinden sürekli tehdit altında kaldılar. Bu memleketin emekten yana siyaset yapan aydınları, yolu soldan, emekten yana geçmiş olup da devletin güvenlik mekanizmalarına, polis takibatlarına, cezaevlerine uğramamış neredeyse tek bir kimse bulamazsınız. Dolayısıyla bu açıdan ciddi bir sorun var.
Diğer yandan Türkiye salt Türk ve Sünnilerden de oluşmuyor, Kürtler var, Çerkesler var, Lazlar var, Aleviler var, Hıristiyanlar var. Eğer bir cumhuriyet söz konusuysa kimsenin ayrımcılığa uğramaması gerek, yönetimine, seçimlere, kendini ifade etmeye özgür, eşit katılabilme hakları demek. Oysa bizde farklı olanlar sürekli asimile edildi. Kürtler “Dağ Türk’ü”, Çerkesler “Kafkas Türk’ü” olduklarına, Aleviler “Türk Müslümanı” olduklarına ikna edilmeye, buna razı olmayanlar da ağır takibata uğradı. Cumhuriyet ile gerçeklik arasında sürekli büyük bir açı farkı oldu. Dolayısıyla 100. yılda artık atlanamaz, geçiştirilemez bir zorunluluk olarak oturup ciddi bir muhasebe yapmak gerekiyordu.
“Bugün 100. yılında bile kendi muhasebesini yapmaktan kaçan bir davranışla siyasal İslamcı iktidara karşı gerçek bir seçenek, demokratik bir cumhuriyet seçeneği üretilemez”
İşte “Yanlış İliklenen Düğme” kitabımda bu 100. yıl muhasebe ihtiyacını karşılamaya çalıştım. Tabii şunu da özellikle belirteyim ki benim muhasebem, kendileri de bir tahakküm rejimi inşa eden İslamcılarınkinden radikal bir farklılıkla gerçek bir cumhuriyeti, demokrasiyi, laikliği, sosyal devleti eksen alan; kimsesizleri, mağdurları, asimile edilenleri eksen alan bir karaktere sahip.
Doğal olarak sorgulamam Kemalistlerin, ulusalcıların cumhuriyet hafızasına yönelik. Çünkü onlar bize “tek parti döneminde her şey iyiydi, daha iyisi olması da imkânsızdı” hikâyesi anlatıyorlar ve ona razı olup askeri olmamızı anlatıyorlar sürekli. Oysa kitabın çok uzun bir bölümünde, bu anlatıya niçin razı olmamamız gerektiğini, niçin bunun ciddi bir tarih tahrifatı olduğunu, olgular temelinde demokrasinin imkânları varken nasıl tasfiye edildiğini anlatıyorum.
Şunu çok net bir şekilde çerçevelemeye çalıştım: Aslında gericiler olduğu için değil, tam tersine devleti ele geçiren güçler demokrasiyi istemedikleri, demokrasiyi tasfiye ettikleri için demokrasisiziz. Esasen İslamcılar da, kuruluştaki kurumlaşmanın ürettiği toplumsal tepkileri yedekleyip iktidara geldiler ve bakın 20 yıldır seçim kazanıyorlar. Dolayısıyla ortada ciddi bir sorun var. Mutlaka cumhuriyetin kurucu aklının yanlışlarını göstermemiz lazım. Elbette bunu olgular temelinde yapmak lazım. Gerçeklikten uzaklaşmamak lazım. Bunu yaptığımızda görüyoruz ki aslında mümkün olan şeyler elimizden çalınmış. Tıpkı İttihatçıların 1908 Devrimi’ni elimizden çalıp bu toprakları bir savaş ve içkırım cehennemine çevirdikleri gibi; tıpkı Abdülhamid’in 1876’da anayasayla, meclisle başlayan demokratikleşme imkânını çalması gibi… Bu açıdan baktığımızda cumhuriyetin, cumhuriyete giden süreçte ve cumhuriyet sonrası uygulanan politikalarla, aslında, pek çok sağlıklı ilerleme imkânının boğularak bir otokrasiye mahkûm edildiğimizi gösteriyor.
-“İslamcılar da cumhuriyeti eleştiriyor ancak ben farklı bir yerden eleştiriyorum” dediniz. Evet, kitapta bunu anlamak mümkün. Sorum şu, neden şimdi? Türkiye’deki iktidar açısından baktığımızda, cumhuriyeti böylesine sorgulamak siyasal İslam’a da yarar. Muhtemelen de zamanlama konusunda yol arkadaşlarınızın bir kısmının eleştirileri olmuştur, olacaktır.
-Öncelikle şunu söyleyeyim: Yol arkadaşlarımdan demokrasiyi sindirmiş olanlarının bir eleştirisi yok. Tam tersine “iyi ki yaptın” diyorlar. Ama yol arkadaşlarımdan ne zamandır sosyalizmden vazgeçmiş olanlar, demokrasi standartlarını ihmal edilebilir görüp, daha çok ulusalcı, Kemalist olanlar gerçekten de böyle bir eleştiri yapıyorlar. Birincisi, bu farkı belirteyim. İkincisi, önemli gerçekten, sorunuzu kitabı okuyan arkadaşların da göreceği gibi önsözde özellikle irdeledim. Bu zaman gerçekten kritik bir zaman.
Üstelik yakın dönemde “Demokrasiyi kazanmaya yardımcı olur” düşüncesiyle de olsa “yetmez ama evet” diyerek iktidara yol döşeme hatasına savrulmuş olanlar var. 2010 referandumu dönemi, onları bu yanlıştan kurtarmaya yönelik polemiklerimizle geçti.
Fakat şu çok net: Bugün 100. yılında bile kendi muhasebesini yapmaktan kaçan bir davranışla siyasal İslamcı iktidara karşı gerçek bir seçenek, demokratik bir cumhuriyet seçeneği üretilemez. 100. yılında bile bu muhasebeden kaçanların, sonraki mağduriyetlerin üreticisi olan Kemalizmin arkasında asker olmak dışında, yani ileriye değil geriye çekilmek dışında bir seçeneği olamaz. Oysa bizim artık toplumu formatlamayan, Kürdün, Çerkesin, Alevinin, Hıristiyanın eşit yurttaşlık hakkına sırtını çevirmeyen demokratik, gerçekten laik, sosyal bir cumhuriyete ihtiyacımız var. Bu da ancak, muhafazakârlığı, giderek İslamcılığı iktidara taşıyan geçmişin mağduriyetlerinden kendini ayrıştırmış bir muhasebeyle mümkün. Bunun dışındaki arayış, gücü kendine kalkan yapıp ona sığınmak olur. Bu ise seçim kazandırsa bile sorun çözen, İslamcı dayanakları ortadan kaldıran bir yaklaşım olmayacaktır.
O halde ne yapmak lazım? Bu sefer “mış gibi” bir cumhuriyetle yetinmememiz lazım, “mış gibi” bir demokrasiyle, sözde laiklikle yetinmememiz lazım. Birinci 100 yılı Kemalist konseptle yaşadık ve sonuçlar ortada. 1 Mayıs yasaklarıyla başlayıp Sabahattin Ali’nin götürülüp bir karakolda öldürülen cesedinin kaybettirilmesiyle süren yönetim aklıyla, kimsesizlerden söz edip onların sorunlarını öteleyen yaklaşımlarla mevcut sorunların çözümüne ulaşamayız. Bir şapka kanunu için şiddet uygulamaktan geri durmayan devletin, bir toprak reformu yapmayı gündeme bile getirmemesi yoksul köylülerin toprak ağalarının ve ideolojilerinin peşine sürüklenmesini de kaçınılmaz kılacaktı.
Bu açıdan baktığımızda ilk düğme yanlış iliklendiği, tıpkı daha sonra hak ve özgürlüklerimizi boğmak için gelen darbeler gibi, sağcı iktidarlar gibi, aslında örgütsüz, çaresiz, fikri hür olma imkânından yoksun bırakıldığımız içindir ki İslamcılar bu kadar rahat iktidara geldi.
Dolayısıyla 100. yıl muhasebesi ertelenemez. Amasız, fakatsız demokratik (laik-sosyal) bir cumhuriyet hedefi ertelenemez. 100. yıl bir devletin, bir siyasetin, bir partinin, bir entelektüelin aslında muhasebeden kaçamayacağı çok önemli bir yıldönümü. Kemalist arkadaşlarımız hamaset ve alkışla, cumhuriyet anma ve özlemleriyle yol almak istiyor. Demokrasi dinamiğine düşen ise elbette tahakküme karşı onlarla da yol yürümek ama kendi programıyla yol almaktır.
Bu bağlamda sorunuz haklı, evet, böyle bir risk var, insanların Kemalizme sığındığı bir dönemde Kemalizmi sorgulayan bir yaklaşıma elbette bazı tepkiler olacaktır ama artık ertelenemez bir sorumluluktan söz ediyorum ve “Yanlış İliklenen Düğme” kitabı, tam da böyle bir programatik çıkışın, demokratik, laik ve sosyal bir cumhuriyet programının tarih tezi. Olgular da bu çerçevede bir yaklaşımı gerektiriyor zaten.
O nedenle samimi olarak “Bu kime hizmet eder” diye düşünen izleyicilere, okurlara soğukkanlılıkla iddia edebilirim ki bu kitap asla bizi cumhuriyetin gerisine taşımaya çalışanların işine yaramaz, ama ikinci 100 yılımızda demokratik bir cumhuriyet için sağlam dayanaklar sunar.
1920 Meclisi, 1921 Anayasası
-Bu genel çerçeveden sonra, kitap içeriğindeki nokta atışlara geçelim istiyorum. İlk düğme yanlış iliklendiğinde sonraki düğmeler de yanlış ilikleniyor. Kitapta geniş yer verdiğiniz, farklı bölümlerde de sürekli altını çizdiğiniz bir konu var. 1920 Meclisi ve 1921 Anayasası, sonraki anayasalara ve meclislere demokrasi farkı atıyor. “Milli Mücadele’nin başlangıcında fiilen var olan demokrasinin tasfiyesinden” söz ediyorsunuz. Üzerine söyleyecekleriniz olacaktır diye düşünüyorum.
-Önce şu yanlış algıya değineyim… Bazı arkadaşlar, bazı siyasi analistler, buna bazı kaba materyalistler, kaba sosyalistler de dahil, zannediyorlar ki demokrasi için önce bir sanayileşme olması lazım, önce bir toplumun aydınlanması lazım… Evet, sanayileşme, aydınlanma, eğitim bunlar bir imkândır. Ama asla demokrasinin olmazsa olmazı değildir. Demokrasi dediğimiz kavram Antik Yunan’dan geliyor. İkinci bir yanılgı, “29 Ekim 1923’e kadar kullar toplumuyduk, Mustafa Kemal devrimci şiddet uygulayarak bizi kul olmaktan çıkarıp vatandaş yaptı”. Bu iki ezber de, I. Meclis’in ve I. Anayasa yani Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun duvarına çarpıyor. Biz aslında 29 Ekim 1923 öncesi kul muyduk, yoksa aslında çoğulcu bir meclise, yani farklı sınıflar, farklı milliyetler, farklı inançlar, bu toplumda kim varsa onların aşağıdan yukarı seçildikleri, geldikleri, karar ürettikleri, birbirleriyle tartıştıkları, farklı gruplaşmalar oluşturduğu, denge ve denetleme mekanizmalarını kullandıkları bir yapıya mı sahiptik? Kullardan oluşan bir toplumduk da birden cumhuriyet ilan edilince özgürleştik mi? Gerçek bu değil. Bu resmi tarihin bize ezberletmeye çalıştığı şey. Sosyalist camiada da çok yaygın etkisi var bu fikriyatın, ama gerçek değil. I. Meclis’te komünistler, Kemalistler, liberaller var, İslamcılar da var ama saltanatçı değiller. Bu da önemli, altını çiziyorum. O saltanatçılıkla suçlanan ikinci grup üyelerinin Mustafa Kemal’den ve birinci gruptan çok daha radikal bir saltanat karşıtı tutum takındıkları meclis zabıtlarında yazıyor.
-I. Meclis’in ikinci grubundan söz ediyoruz. Birinci grubu Mustafa Kemal kurduruyor, muhalifler ikinci grubu oluşturuyor…
-İkinci gruptan önce komünistler var. Artı mesela Orhan Kemal’in babası Abdülkadir Kemali Bey’in grubu var ve benzeri gruplara ait olmayan insanlar da var. Ama bizim için önemli olan şu; bir demokrasi için illa demokratların çoğunlukta olması gerekmez. Bir demokrasi için çoğulculuk, birbirini dengeleme, birbirini denetleyebilme, dolayısıyla otokrasinin engellenmesi söz konusu. Bu mecliste farklı sınıfları, milliyetleri, inançları temsil eden insanlar var ve bunlar tartışa tartışa karar alıyorlar. Bir demokrasi için bunlar kritik ölçüttür.
İkinci mesele, bu meclis uzun tartışmalarla 1921’de, ocak ayında yeni bir anayasa yapıyor ve bu anayasa ilk defa “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” bayrağı kaldırıyor. Bunu sonraki anayasalarda yazmak kolay ama o günkü anayasada bunu ilan etmek çok devrimci bir davranış. Bununla yetinmiyor, “Halk, egemenliği doğrudan kendi organlarıyla kullanır” diyor bu anayasa. Yani doğrudan demokrasi düzeyinde bir demokrasi taahhüdü var. Daha önemlisi yerel özerklik; bugün Avrupa Birliği’nin yerel özerklik şartından çok daha genişletilmiş bir özerklik şartı var. Sonradan özerklikten söz edeni “bölücü, hain” diye suçlayan bir yere getirecek memleket. Nitekim bu anayasanın tasfiyesiyle yerine getirilecek olan 24 Anayasası, toplumdaki sınıfsal, kimliksel, inançsal çoğulculuğun inkârı ekseninde yapılanıyor, yerel yönetimi, özerkliği, halkın yönetime katılım imkânlarını ortadan kaldırıyor. Oysa bunlar demokrasinin ABC’si. Bunlar olmadan demokrasi olmaz. Aşağıdaki kendini temsil edecek, sözünü söyleyecek ki, “Ben şuyum, benim haklarım var” diyecek ki orada demokrasi olabilsin. İşte bunlar 24 Anayasası öncesi, cumhuriyet ilanı öncesi var ve izleyen süreçte tasfiye edilecekler. Demek ki ezberlediklerimizin aksine bu süreçte biz ileriye değil, geriye gitmişiz.
Bakın, İstanbul’da, yani Sultan’ın ve işgalin olduğu yerde çok yaygın bir basın vardı. Öyle ki bu İstanbul basını, Ankara’daki Milli Mücadele’yi savunabiliyor. İstanbul’da önemli bir şey daha var. 1 Mayıs kutlanıyor, miting yapılıyor. İşgal ve saltanat koşullarında iki tür miting örneğiyle karşılaşıyoruz. Bir, Halide Ediplerin isimleriyle anılan doğrudan doğruya milli mücadeleci, burjuva kapsamlı ama ilerici mitingler yapılıyor. İki, emekçiler ve sosyalistler grevler, yürüyüşler yapıyorlar ve iki temel slogan atıyorlar. Bir, kendi patronlarına karşı ki bu patronların bir kısmı İngiliz, Fransız, onlara karşı grev yapıp hak talep ediyorlar. İkincisi, Ankara’daki Milli Mücadele’yi destekliyorlar. Peki, Ankara İstanbul’u İngilizlerden devralınca ne oluyor? Artık kimsenin miting, grev yapamayacağı, bağımsız gazete çıkaramayacağı bir döneme giriliyor. Var olan gazetecilerin hepsini toplayıp götürüp Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde dize getiriyorlar, pişmanlık ifadesi aldırtıyorlar ve ondan sonra Türkiye’de tek şefli, tek partili, tek çizgili, tek milletli, tek inançlı bir toplum kuruluyor.
“Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir”, “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller”, “Köylü milletin efendisidir” vb. hep unutturulacak sözler arasına girecekti. Oysa bu sözler için I. Meclis’te ve I. Anayasa’da ciddi imkânlar vardı. II. Meclis ve II. Anayasa’da bu imkânlar ortadan kalkacak, yerine tek kimlikli, sınıfsız ve liderinin peşinde hizaya dizilmeye mecbur bir ülke ve millet yaratımına geçilecekti. Yani gerçekte bağımsızlığı ve barışı elde edip saltanatı tasfiye sonrasında biz hak ve özgürlükler açısından geriye gitmişiz.
Peki, II. Meclis nasıl oluşacaktı? Mustafa Kemal “Nutuk”ta anlatır; “Vekil olmak isteyenler gelecekler, ilkelerimizi -9 umde- kabul ettiklerini bana bildirecekler, adayları ben saptayacağım ve ben bildireceğim; böyle bir yöntem saptamayı gerekli gördüm, kimin milletvekili olacağını ben saptayacağım” diyor. Oysa bir önceki seçim; Erzurum, Sivas, yerel kongreler, aşağıdan yukarı seçimle oluşmuştu. Yani II. Meclis de ilkine göre demokrasi standartları açısından ileriye doğru değil, geriye doğru gitmiş.
Cumhuriyet tarihi bugüne kadar bize hep ilericiler-gericiler ikilemi üzerinden anlatıldı. Oysa olgular devrimci iradenin meclisteki gericileri gerektiğinde zor da kullanarak gerilettiği anlatısını pek de desteklemiyor. Aksine nesnel bir yaklaşım cumhuriyetin tarihini hak ve özgürlük ihlalleri üzerinden yeniden yazmakla mümkün. Bunu yazamazsak 100 yıl boyunca Nâzım Hikmetlerden herhangi bir sendikacıya, yoksul köylüden herhangi bir Çerkese, Kürte, Aleviye kadar yaşanan hak yoksunluklarının nedenini doğru düzgün veremeyiz. Dahası izleyen dönemdeki toplumsal muhafazakârlığın, son 22 yılda İslamcıların nasıl olur da böyle bir etkinlik sağlayabildiğinin de cevabını veremeyiz. Şöyle öğeler var tabii: “Darbeler geldi, Amerika geldi, yeşil kuşak geldi…” Evet, bunlar var. Her bir darbe toplumu biraz daha kötürümleştirdi. Ama şunu unutmayalım; tek parti dönemi hak ve özgürlük adına her çıkışın ezildiği bir dönemdi. Toplumun sol kanadını kopardınız mı toplum dengesini kaybeder. Uçamaz. Toplumun sol bacağını kırdınız mı o toplum koşamaz. Çağdaşlaşma, aydınlanma kavramlarının içeriği boşalır, sadece burjuvaların ihtiyaç duyduğu modernleşmeyle sınırlı kalır. Haklarını alıp gerçekten de bir cumhuriyette yaşamanın keyfinden yoksun bırakılan yoksullar da geleneksel egemenlerine ve değerlere razı olur, yedeklenir. Sendika, grev, örgütlenme hakkı olmadan, toprak reformu olmadan, eşit, adil seçimler, basın özgürlüğü, çoğulculuk, temel haklar olmadan muasır medeniyet mi olur? Siz muasır medeniyetin sadece ait olduğunuz egemen sınıfın çıkarlarına lazım olan kısımlarını kabul edip diğerlerini tırpanlarsanız, sadece şapka takmaya, modern olmaya, kadınların seçme seçilme hakkına, ama bu hakkı da sadece sizin belirlediğiniz aday ve partiyle sınırlarsanız, Kadınlar Halk Fırkası’nı bile yasaklarsanız, oradan bırakın demokrasiyi gerçek bir cumhuriyet bile çıkmaz. Yani sınıfsal haklara, kültürel farklılıklara izin vermiyorsunuz. Verdiğiniz kadın haklarını bile kötürümleştiriyorsunuz, Kürt’ü, Çerkesi, Aleviyi asimile ediyorsunuz. Böyle olunca cumhuriyet bile gerçek bir cumhuriyet olmaz. Çünkü cumhuriyet sadece sultanın olmadığı rejim değildir; aynı zamanda egemenliğin, hadi kayıtsız şartsızından vazgeçtik ama esasen millette olduğu, hiç olmazsa denetleyip dengeleyebildiği rejim demektir. Bizde cumhuriyet maalesef liderin toplumu belirlediği bir süreç olacaktı.
Milli Mücadele antiemperyalist mi?
–“Türk bağımsızlığına küresel bir öncülük misyonu yüklemeye çalışanların aksine, Türk bağımsızlığı antikapitalist bir arayışa en küçük anlamda yönelmediği gibi antiemperyalist bir tutum da takınmamıştır” değerlendirmesi yapıyorsunuz ve ekliyorsunuz: “Antiemperyalizm, Türk egemen dilinde muhaliflerini ve hak taleplerini susturmak için kullanılan işlevsel bir maymuncuktur.” Oysa Kemalizmin önemli tezidir antiemperyalizm. Bir de “Yedi düvele karşı savaştık” cümlesi kurulur.
-İşgalin kırılması ve işgalcilerin gönderilmesi, işgalcilerin arkasındaki İngilizlerin dayatmalarını püskürtmek anlamında bir antiemperyalizm var tabii. Ama işin içeriğine baktığımızda bize anlatılan “yedi düvel”, duygularımızı okşayan bir hikâyeden ibaret. Gerçekçi olalım; kiminle çarpışılmış, sadece Yunanlarla, bir de Ethem Bey’in hakkından geldiği saltanat kuvvetleriyle. Doğu Anadolu’da da Ermenilerle. Ankara Meclisi’nin çarpıştığı güçlere baktığımızda İngilizlerle doğrudan bir karşı karşıya gelme hali yok. Antep’te, Maraş’ta, Urfa’da yerel dinamiklerin ve ağırlıkla da teslim etmek zorundayız Ermenilerin geri gelişini engellemeye yönelik direnişleri var. Fransızlar zaten 1921’de bir uzlaşmayla çekiliyor, onlarla sınır çizilirken de örneğin Kürtlerin köyleri, kasabaları, mezarlıkları bölünüyor.
Dolayısıyla geriye bir tek bu sırada hâlâ Yunanları desteklemeye devam eden İngilizler kalıyor. İngilizlerle de bire bir yüz yüze gelinmiyor. Peki, Lozan görüşmeleri tıkandığında ne oluyor? İzmir İktisat Kongresi toplanıyor ve İngiltere’ye, “Sovyetler Birliği’yle ittifak yapmamızın nedeni sizin bize haksızlık yapmanızdandır. Yoksa biz kapitalist yoldan kalkınmayı öngörüyoruz. İzmir İktisat Kongresi’nde de bakın dosta düşmana bunu ilan ediyoruz. Dolayısıyla bağımsızlığımızı tanırsanız aramızda sorun kalmaz” mesajı veriliyor. Nitekim Mustafa Kemal’in kongre açış konuşmasında da belirttiği gibi, “Zannolunmasın ki ecnebi sermayesine karşıyız. Hayır, bizim memleketimiz çok kucaklayıcıdır. Kanunlarımıza riayetkâr olmak koşuluyla ecnebi sermayeye gerekli teminatı vermeye hazırız”. Diğer sözcülerin açıklamaları da var. İktisat Bakanı Mahmut Esat da: “Bizim yabancı sermayeye düşman olduğumuz söyleniyor. Bunlar külliyen yalan ve iftiradır. Biz kapitülasyonlara karşıyız.” Kısacası antikapitalist olmayan, emperyalizmle uzlaşma imkânlarını değerlendiren ama açık veya yarı sömürgecilik normlarına itiraz eden bir statü için mücadele ediliyor.
Korkut Boratav’dan, Gündüz Ökçün’den başlayarak ciddi iktisat tarihi yazını bize gösteriyor ki aslında bu dönemde de emperyal sermayeye el koyma, kovma, dışlama şeklinde en küçük bir şey yok. Tersine, gelin birlikte yapalım diyorlar. Ama kapitülasyonlara, gayrimüslim burjuvaziye itiraz var ki gayrimüslim burjuvazi, Müslüman-Türk burjuvazi gibi bu toprakların bir parçası. Bizde kurulan rejim, yabancı sermayeye “Müslüman burjuvazi ile işbirliği yapacaksan sorun yok” diyor. İki; “Biz gayrimüslimlerin bir kısmını tasfiye ettik, kalanları da tasfiye edeceğiz, buna itiraz etmeyeceksin. Bu memleketin imkânları, hak ve özgürlüklerini yasakladığımız işçi sınıfım da dahil, Müslüman-Türk burjuvazimle birlikte senin tarafından rahatlıkla sömürülebilir” standardı kuruluyor. Uygulama böyle şekilleniyor. Nitekim 1929’a kadar emperyalizm, bir önceki dönem hangi keyfi kârları elde etmişse, aynı keyfi kârları elde etmeye devam edecektir.
-O dönem sermaye ve burjuvazi saltanatın kucağında, yani İstanbul’da. Değil mi? Yani Anadolu’da böyle bir durum yok. 1929’a kadar olanı değerlendirdiniz, devamı olsun. Devlet eliyle sermaye birikimi oluşturulup burjuvaziye alan açılırken bir yandan da direkt devlet el atıyor sanayiye ve tesisler kuruyor. Bunun bir nedeni olmalı.
-Öncelikle Gündüz Ökçün’ün de belirteceği gibi,1930 sonrası devletleşmeler de devlet eliyle sanayileşme de 1929 krizini takiben yabancı sermayenin kendiliğinden çekilmesinin yarattığı boşluğu gidermeye yönelik bir hamle olacaktır. Ama asla özel sermayeye karşı değil. Her iki dönemde de rejimin asıl tepkisi emeğe karşı, emeğin siyasetini yapanlara karşı, gerçek antiemperyalistlere karşı şekilleniyor ki kitabımda bunun pek çok örneğini gösteriyorum.
1929’a kadar devlet şöyle bir politika izliyor: Birincisi, saltanat ve işgal İstanbul’unda bulunan Müslüman sermayedarlara “Gelin iktisat kongresini siz organize edin” diyorlar. Oysa bunlar Milli Mücadele’ye katılmamışlar. Buna karşın dönemin Milli Mücadele’ye katılan komünistleri, sendikacıları tasfiye ediliyor. Saltanatçı ve işgalcilerle işbirliği yapan Müslüman burjuvazi için ise adeta “bu memleket sizin” diyen bir uygulama getiriliyor. İkincisi, aferizm salgını var bu dönemde. Uç örneklerini bugün AKP döneminde görüyoruz; kendi burjuvasını yaratma… Nasıl? Devletin banka-kredi imkânları, başka teşvikler, garantiler ve tabii emeğin güvencesiz çalıştırılmasını önüne sererek kendi burjuvasını yaratma.
Falih Rıfkı Atay’dan tutun, dönemin bir dizi Kemalist entelektüeli de bu durumdan rahatsızlık belirtiyorlar. Hatta büyük mübadele sonrasında Yunanistan’dan Müslüman göçmenler buraya gelmezden önce en verimli topraklara, işletmelere buradaki bir kısım milletvekili, iktidara yakın politikacı ve Ege Bölgesi’ndeki toprak ağaları, burjuvazi tarafından nasıl el konulduğunu rahatsızlıkla anlatıyorlar. Ve sonuçta 29’a kadar uygulanan bu aferist politikanın zenginleri, tıpkı bugün yani AKP sermayedarları gibi gerçek anlamda yatırım da yapmıyorlar. O kadar kolay para kazanıyorlar ki har vurup harman savuruyorlar. 1929’da dünya krizi başlayıp, emperyalist sermaye çekilince 30’dan sonra devletçi politikaya yöneliniyor. Arada Sovyetler’in yardımları, gerçekten ciddi bir kamu iktisadi teşekkül kurumlaşması oluyor. Ama 1) Devlet eliyle yapılan bu sınai atılım sermayedara karşı değil, tersine sermayenin daha rahat kurumsallaşması için yapılıyor, 2) Emeğin hak ve özgürlükleri, 1 Mayıs, grev ve sendikalaşma, sol parti, sol yayın yasaklarıyla çiğnenmeye devam ediliyor. Çoğul kimlikli bir toplumsal gerçeklikte herkesi Türkleştirerek ve Müslüman- Sünni-Hanefi yaparak sürdürülen bu emek karşıtı siyasetle sermaye için olabildiğince geniş bir cennet yaratılmaya çalışılıyor.
-Bugünle de kıyaslayarak bir konuyu açalım. Tasfiyeler var. Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (THİF) vekillerinden Nazım, Şeyh Servet ve Mehmet Şükrü’nün dokunulmazlıkları kaldırılıyor ve tutuklanıyorlar. Günümüzde de benzer dokunulmazlık kaldırma ve tutuklama uygulamaları var. 1920’lerde meclisin seçtiği bakanlar reddediliyor ve tek adam bakan atıyor. Bugün de kayyım atamaları var. Ve siyasal İslamın kolayca iktidar olması… Cumhuriyetin kısmi kazanımlarını da tasfiyeye yönelen bir hareket bu aynı zamanda. Cumhuriyetin ilk gününden bugüne aynı dilden mi konuşuyoruz? Arada farklar varsa neler?
-Şu fark var tabii: Bugün yüzünü geçmişe, 1.400 yıl öncesine ve Osmanlı’ya dönmüş bir iktidar aklı var. O gün ise yüzünü muasır medeniyet diye tarif ettiği ileriye dönmüş bir iktidar aklı vardı. Kuşkusuz önemli bir fark ama kullandıkları yol ve yöntemlere baktığımızda şaşırtıcı paralellikler var ve ikisinde de olan, demokratikleşebilme imkânlarının kötürümleştirilmesi oluyor. İkisinde de tek adam belirleyiciliği var, otokrasi… O dönem CHP’sinde de tıpkı bugünün AKP’si gibi gerçek bir kongre yok, gerçek bir seçim yok. Her şeyi lider belirliyor. Kim yönetici, kim milletvekili olacak? Kongrede mesela 6 gün “Nutuk” okuyor. Böyle kongre mi olur? Meclisten sadece alkış ve onay bekliyor. Asıl kararlar Çankaya’da şekilleniyor. Tıpkı bugün de sarayda şekillendiği gibi. Dolayısıyla bu olağanüstü bir benzerlik, sorunlu bir duruma işaret ediyor.
İkincisi, o gün de denge ve denetleme mekanizmalarına izin verilmiyordu. Bugün de verilmiyor. Yani aradaki dönemlerde dünyanın baskıları sonucunda örneğin II. Dünya Savaşı sonrası bir dönem esen demokrasi rüzgârının, 60’lı, 70’li yıllardaki emek mücadelesinin veya 2004’te esen AB rüzgârının yaratmış olduğu demokratik genişlemenin sonucunda oluşmuş kazanımlar da bugün tasfiye ediliyor. İstanbul Hükümeti’nde bile var olan kısmi demokratik haklar, Ankara I. Meclisi’nde var olan demokratik hakların tasfiyesi üzerinden bir otokrasi kuruluyor. Bugün de durum aynı. O gün tam bir otokrasi vardı. Bugün ise tam bir otokrasi kurmakta zorlanıyor. Muhalefet partilerinin var olmasına ihtiyaç duyuyor vs. Ama kesinlikle her halükârda iktidar olmayı ve kararnamelerle yönetmeyi garanti altına almaya çalışıyor.
Diğer yandan uygulanan yol yöntemlerde de ciddi bir benzerlik var. Buradan baktığımızda; birincisi, bu 100 yılın başı ile 100 yılın sonu arasındaki trajik benzerlik aslında Türk siyaset geleneği açısından çok çarpıcı bir ayna oluşturuyor. Mesela Türk tipi başkanlık sistemi, Türk tipi cumhuriyet. Niye Türk tipi? Oysa Mustafa Kemal daha önceden bize söz vermişti. Uluslararası basına verdiği röportajlarda dünyaya “demokratik bir cumhuriyet” vaadinde bulunuyor ve “Hiçbir surette Batı cumhuriyetlerinin sisteminden farklı olmayacaktır” sözü veriyor. Ama tabii kurulan bambaşka bir şey. Bugünküler de demokrasi sözü vermişti ve aydınların bir kesimini bile ikna etmişti; olan şey ortada. Her ikisinde de, kendilerinden önce hak ve özgürlüklerin kullanılabilirliğinde belirgin bir genişlik vardı ve var olanları kullanılamaz hale getiriyorsun. Dolayısıyla ortada birden çok benzerlik var.
-Cumhuriyetin kuruluşu ve içeriğine ilişkin de farklı bir gerçekliğe işaret ediyorsunuz?
-29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilanı için hazırlanıp meclise sunulan altı maddelik kanun tasarısının başlığı, “Anayasanın bazı maddelerinin açıklığa kavuşturulması”. Yani fiilen bir cumhuriyetimiz var ama bunun, milli egemenliğin adını koyacağız… Yunus Nadi komisyon başkanı. Bir cumhuriyet için olması gereken meclis egemenliği, hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette olduğu var, artı saltanatı bir yıl önce zaten kaldırmışız. Dolayısıyla zaten biz cumhuriyetiz ama bugüne kadar adını koymadık, adını koyalım diye getiriyor. Bu açıdan baktığımızda aslında cumhuriyetin ilan edildiği gün yeni bir şey yapılmıyor. Var olan fiili demokrasinin adı konuluyor. Ama yapılan şu: Cumhuriyetin ilan edildiği gün o sırada meclise ait olan hak ve özgürlükler elinden alınıyor, Mustafa Kemal’in eline veriliyor.
Bizdeki Türk tipi başkanlıkta da böyle olmamış mıydı? Meclis bugün işlevsiz bir organ. Meclis çoğunluğun her halükârda istediği kararları çıkarabileceği, uluslararası planda bir meşruiyet aracı olarak korunmaya çalışılan ama egemenliğin asla meclise verilmediği bir statü var şu anda. Oysa daha önceki dönem hiç olmazsa kısmi bazı kullanımlar vardı. Mecliste tartışmalar oluyordu, başkan dengeleniyordu, denetleniyordu. Basın, sendikalar vb. O gün “Cumhuriyet getiriyoruz” diye bunlar etkisizleştirildi, 80 yıl sonra da “Demokrasi getireceğiz” diye…
O dönemde yüzü ileriye, bu dönemde yüzü geriye dönük olması dışında iki dönem arasında ciddi benzerlikler de ülkemizin dramı olsa gerek. Bugün de demokrasi güçlerinin, kim itiraz ediyorsa birlikte olmayı gerektiren bir tablo karşısındayız. Ama açık ki her dönem için bir önceki dönemin egemenlerinin de hiç olmazsa geçmişte yanıldık demesi beklenir. Örneğin Kemalistlerin de “Nâzım Hikmetlerin hayatı niye hapishanede geçti, niye 1 Mayıs yasaktı, niye 10-11 saat çalışma düzeni vardı, neden grev yasaktı, neden Kürt, Çerkes olmak yasaktı, niye farklı parti kurmak yasaktı” bunları kaçamaklara sapmadan açıklaması gerek. Geçmişte bütün bunların büyük bir yanlışlık olduğunu söylemek zorundalar, daha güvenli bir yol arkadaşlığı için. Tabii en iddialı olunan alanda, laiklikte bile söylenmesi gereken bir şeyler olduğu kesin; örneğin niçin Hıristiyanlar, Aleviler eşit yurttaş olma hakkından yoksun, niçin azaltılma ve asimilasyon baskısına uğradılar? Elbette ki bugünkü mevcut iktidar kabul edilebilir bir iktidar değil ve tabii hayat tüm demokrasi talep edenlerin birlikteliğini gerektiriyor. Ama sağlıklı ve güvenli bir ilişki için geçmişe dair de bir şeylerin söylenmesi gerektiği açık… Tabii sözüm samimi laiklere, samimi demokratlara, samimi sosyal hukuk devleti savunanlara.
Milli Mücadele, Mustafa Kemal ve Ethem Bey
-Kitapta önemli bir yer tutan Çerkes Ethem meselesine gelmek istiyorum. “Çerkes Ethem’in tarihsel işlevi ve tasfiyesi” bölümü, 58 sayfalık bir bölüm, ayrı kitap olabilirmiş dedirtti doğrusunu isterseniz. “Saltanatçı ayaklanmaları bastıran, Yunan ordusunun ilerlemesini durduran, Büyük Millet Meclisi’nin Ankara’da güvenle çalışmasını sağlayan, düzenli ordunun kurulabilmesine olanak sağlayan Çerkes Ethem”. Ortada bir sorun yokken sorun yaratılarak kendisine duyulan yaşamsal ihtiyaç bitince tasfiye ediliyor. Yükselen sol hareketle birlikte davranmaya başlamasının da altını çizmişsiniz özellikle. “Ümid-i halas – kurtuluşun umudu”, “Kahraman-ı millet – milletin kahramanı” nitelemelerinden sonra “hain Çerkes Ethem”. Neden tasfiye edildi Kuvayı Seyyare ve Ethem Bey?
-Gerçekten en uzun bölüm Ethem Bey’i, katkısını ve Çerkesleri anlattığım bölüm oldu ve çok kritik bir öneme sahip olduğu kanaatindeyim.
Olguları soğukkanlı bir şekilde okuduğumda sürekli Ethem Bey’in Çerkesliğini ve hainliğini aynı parantezin içine bir damga olarak ona hâkim kılmaya çalışan anlatıların dışında bambaşka bir gerçeklikle karşılaştım. Az önce okuduğunuz kısımda da görüldüğü gibi Ethem Bey olmasaydı Milli Mücadele kesinlikle kurumsallaşamazdı. Kazanılabilirdi belki ama zayiatın çok fazlasıyla ve çok daha uzun bir zamanda gerçekleşebilirdi. Ethem Bey başta kendisiyle aynı milletten olan insanlarla mücadele ediyor. Çerkeslerin bir kısmı saltanatla birlikte davranıyorlar, başta Anzavur Ahmet Paşa olmak üzere ve Düzce’den, Balıkesir’den Çanakkale’ye doğru açılan o hat üzerinden. Eğer Anzavur Ahmet Paşa kuvvetlerini yenmeseydi, eğer ilk Yunan saldırılarını durdurma performansı göstermeseydi Ankara’da meclisin kurumsallaşabilme imkânı kesin olamayacaktı. Ankara’da bir sürü general var, bir sürü kurmay var. Hani küçümsenir ya “jandarma çavuşu” falan diye, ama kitapta gösterdiğim gibi bu “jandarma çavuşu”nun gösterdiği askeri performansı düzenli ordu paşaları gösteremiyor. Ve kaç kere “Aman gel yetiş” telgrafları çekiliyor kendisine. Ne var ki Milli Mücadele’yi ayağa kaldıran bu kişi, ona duyulan ihtiyaç bitince kuşatılıp kenara atılma yoluna gidiliyor. Burada bir dizi faktör var, bir tanesi bence kişisel. Bu kadar büyük prestij elde etmiş Ethem Bey ile birlikte yürümek istemeyen bir egemen akıl var. Çünkü Ankara sokakları Ethem Bey’i görebilmek, ona dokunabilmek için adeta çığlık atıyor. İkincisi, Ethem Bey’in bu kadar güçlü olduğu, dolayısıyla iktidarı dengeleyebildiği bir yerde Meclis de bu özgüvenle iktidarı denetleyebilen bir tutum sergiliyor. Bu da çok önemli. Bir diğer mesele, Ethem Bey’in bu kadar güçlendiği bir ortam, o ana kadar sadece sarayın ve egemenlerin ihtiyaçlarına hizmet ederek kendini var etmiş olan Çerkes toplumunun “Biz Çerkesiz ve haklarımız var” diyebilecek bir özgüven edinmeye başlamaları. Dolayısıyla Ethem Bey yoluna devam etseydi Türkiye daha kısa zamanda kurtulacaktı. Türkiye’de Çerkeslik yasak olmayacaktı, Çerkesin mızıkası, ulusal hakları inkâr edilemeyecekti.
Bir mesele daha var tabii. Ethem Bey, Yozgat isyanının bastırılmasının akabinde Ankara’ya geliyor, orada güçlü sol hareketle, komünist hareketle diyalog kuruyor ve etkileniyor. Onların çizgisini kendi çizgisi olarak benimsemeye başlıyor. Ve bunun sonucu olarak da karşımızda artık emekten yana bir Ethem Bey görüyoruz. Yani sadece askeri performansı Ankara’nın kurumlaşmasını sağlayan, meclisin özgüvenini artıran, Çerkeslerin var olma güvenini sağlayan bir Ethem Bey’le değil, aynı zamanda emekten yana bir siyasal denge de sağlayan bir Ethem Bey gerçekliği karşısındayız. Eskişehir’de “Dünyanın fukara-i kesibesi birleşiniz” yani ‘yoksul işçileri birleşiniz’ sloganıyla yayımlanan Yeni Dünya gazetesinin temel dayanağı olan bir siyasal profille karşılaşıyoruz. Dolayısıyla herkesi Türkleştirmek isteyen, burjuvazinin dışında hiçbir sınıfa hak ve özgürlük vermek istemeyen, meclis tarafından denetlenmek istemeyen bir tek adam rejimi kurmak isteyen iktidar aklı için Ethem Bey çok büyük bir tehlikeye dönüşüyor. Bu durumda Ethem Bey ya tasfiye edilecek ya da onu da hazmetmek üzere demokratik bir Türkiye hattına girilecekti.
Birinci yol seçilir ve Ethem Bey giderek artan bir kuşatma altına alınır. Öncelikle Ethem Bey’in bir “jandarma çavuşu” değil, Milli Mücadele’nin kahraman ve kurmaylarından olduğunu ve dolayısıyla diğer subayların da ona göre davranması gerektiğini savunan Ali Fuat Paşa, Batı Cephe Komutanlığı’ndan alınıp Moskova’ya gönderilir. Savaş tecrübesi olan bir general, diyelim ki cepheden aldın, Ankara’ya getir, genelkurmay başkanı veya milli savunma bakanı yap. Hayır. Ethem Bey operasyonunu engelleyemeyecek kadar uzağa yollanır. Peki, onun yerine kimi getiriyorlar? O sırada genelkurmay başkanlığı yapan Albay İsmet, üstelik genelkurmay başkanlığı korunarak bir de batı cephesi komutanı yapılır. İsmet İnönü, Ethem Bey’in tasfiye edilmesini düşünen birkaç egemenden bir tanesi. Bir de İçişleri Bakanı Refet Bele, içişleri bakanlığı korunarak güneyde batı cephesinin alt komutanı yapılır. Yani arkasında Yunanlar olan Ethem Bey, güneyinden Refet Bele, kuzeybatısından İsmet Bey’le kuşatılır. Düşünebiliyor musun Ethem Bey’in yaşadığı travmayı?
O ana kadar Milli Mücadele’nin kahramanı, Milli Mücadele’ye paha biçilmez imkânlar sağlamış, en küçük anlamda rütbe talep etmemiş. Kazandıkları savaşlarla bir veya iki rütbe birden atlamış dönemin tüm subaylarından çok daha önemli, kritik savaşlar kazanıp Ankara’nın kurumlaşabilmesini sağlayan, hep “çavuş” bırakılmış adam şimdi de tasfiyeye çalışılıyor. Oysa şimdi onu kuşatan İsmet İnönü önceden “Aman Ethem, Yunan saldırısını senin morali yüksek kuvvetlerin dışında engelleyecek gücümüz yok” diye yalvaran telgraflar çekmiş. Anzavur Ahmet Paşa saldırıları, sonra Düzce Bolu isyanları; “Aman bizim ordularımız darmaduman oldu, esir oldu. Ethem Bey gel yetiş” denmiş. Artık ona ihtiyaç bitmiş, şimdi onun ezici etkisi tasfiyeye çalışılıyor.
Son bir ilginç örnek de şu: Yunanlar Demirci Cephesi’nden saldırıya geçecekler. Toplanıp saldırıyı göğüsleme planı yapılıyor. Kuzeyde Ali Fuat Paşa koca bir general. Sadece cepheyi tutmakla görevlendiriliyor. Güneyde Mustafa Kemal koca bir general, sadece Afyon bölgesini tutmakla görevlendiriliyor. Peki, Yunanlara kim saldıracak? Bizim “jandarma çavuşu”, küçümsenen Ethem Bey. Mustafa Kemal yolladığı telgraflarında belirtiyor; “Sen başarıya ulaştın ve kurtulduk, Ankara’yı güven altına aldık, artık moralleri bozuldu, bir daha saldıramazlar” diyor. Peki ama bu başarıdan sonra da mı rütbesi artırılmaz? Artırmıyorlar, aksine o işi bitirdikten sonra artık Yunanlar gerçekten saldıramaz düşüncesiyle, dönüp Ethem’i tasfiye süreci başlatıyorlar.
Burada anımsatalım ki Ethem Bey çok gözü kara biri, eğer Yunanlara karşı sergilediği, Yozgat’ta sergilediği, Anzavur Ahmet Paşa’ya karşı sergilediği iradeyi, o askeri performansı dönüp İsmet İnönü’nün, Refet Bele’nin düzenli ordularına karşı uygulasaydı onları pekâlâ yenebilirdi. Evet, arada güç dengesizliği var ama daha önceki savaşlarda da kendisi zayıf olduğu halde güçlü orduları yenmiş bir adamdan söz ediyoruz. Yenemese bile onları darmaduman edebilir ve o ana kadar kurumlaşmasını sağladığı Milli Mücadele’ye çok büyük bir yıkım yaşatabilirdi.
Ethem Bey öyle bir travmaya giriyor ki, ya dönüp kendisine saldıran Milli Mücadele güçlerine saldıracak veya güçlerini dağıtacak ve Yunan cephe gerisine geçecek. Kitapta da kullandığım yargıyı yineleyeyim; milli güçlere kıyamayan Ethem Bey gitti kendisine kıydı. Bir milli kahramanı, bir savaş dehasını sırf iktidarı tek adama bağlı bir hale getirmek için tasfiye ettiler. Yunan güçlerini değil, Ethem Bey’in tasfiyesini önceleyen bu antidemokratik kurmay akıl, Yunan işgalcilerini öncelemek, milli güçleri ortak bir şekilde yönetip hep birlikte zafere koşmak yerine (ki Ali Fuat Paşa bu çizgiyi izliyordu), Yunanları bırakıp öncelikle Ethem Bey’i tasfiyeye yöneliyor. Tabii bu öncelik tercihinin Milli Mücadele’ye de çok ağır bedeli olacaktı. Nitekim Ethem Bey tasfiye edildikten sonra Yunan ordusu, üstelik kendi içinde iktidar mücadelesi verdiği halde, kralcıların Venizelosçuları tasfiyesi akabinde, Polatlı’nın önüne kadar geliyorlar.
-Bu arada düzenli ordu da kurulmuş durumda üstelik.
-Düzenli ordu çoktan kurulmuş vaziyette. Düzenli ordu darmaduman oluyor. Kılıç Ali ki iktidarın çok önemli adamlarındandır, “80 bin kişi tahmin edilen Batı Ordusu’ndan ancak 17 bin kişinin kurtarılabileceği bir faciadan” söz eder. “Düşmanın hazırlığı biliniyordu, doğru önlemler alınsaydı bu felakete uğramayabilirdik. Hiç değilse yaralılarımızı kurtarabilirdik” der. Bağımsız bir İstiklal Mahkemesi olsa veya meclis gerçekten egemen olsa, “Arkadaşlar, siz plan hatası yaptınız. Bu kadar genç niye öldü? Bu kadar şehir, kasaba Yunan işgalcilerinin eline niye verildi” diye hesap sorar. Açık ki Ethem Bey’le uğraşılacağına, onunla birlikte Yunan işgalcilerine saldırılsaydı, daha o sırada Yunan ordusu Polatlı’da değil, aksine yenilmiş olurdu. Ama Çerkes Ethem gittikten ve meclisin de özgüveni kırıldıktan sonra artık böyle bir soruyu sorabilecek kimse kalmamıştı. Dolayısıyla ne oldu? Yunan iktidarı artık tutamayacağı kadar geniş, neredeyse Yunanistan kadar bir bölgeye hâkim olmaya çalışınca, Yunan Kralı Ankara’yı alacağı zannıyla, ana cepheden böyle uzaklaşınca yenilme süreci başladı. Ama bu arada kaybettiğimiz gençler, kaybettiğimiz topraklar, şehirlerle ağır bir bedel ödenmiş olacaktı.
Dahası eğer meclisin ve çoğulculuğun egemen olduğu bir süreç olsaydı, işgalin daha kısa zamanda biteceği bir yana, THİF de bu kadar kolay tasfiye edilemeyecekti, vekiller milletvekillikleri düşürülüp kürek cezasına çarptırılamayacaktı. Akabinde de İstanbul İngilizlerden devralındığında İstanbul’da işgal altında bile kullanılan basın özgürlüğü, emek hakları bütün Türkiye’ye doğru hızla yayılmaya başlayacaktı. Ve o zaman gerçek bir cumhuriyete, demokratik bir cumhuriyete, gerçek bir laikliğe doğru yol alacaktık. Örneğin ikinci grup, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve komünistler meclisten tasfiye edilemeyecekti. Mecburen toprak reformu yapılmak zorunda kalınacaktı. Çağdaşlık, kılık kıyafete indirgenmek yerine toplumun cumhuriyeti sahiplenmesini sağlayan hakiki haklarla belirlenecekti.
Elbette tarih projeksiyonları fizik formülü gibi kesin değildir ama tüm bu imkânların elimizden çalındığı da ortada. Bu noktada kitapta da özellikle vurguladığım gibi Ethem Bey’in Milli Mücadele’deki rolünü ve sonraki Türkiye için ne kadar kıymetli bir aktör olduğunu teslim eden yeni bir tarihyazımına ihtiyacımız var; Ethem’i “hain” parantezine mahkûm eden tarih yazıcılığı, sadece Ethem Bey’e iftira atmakla kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşme imkânlarını da kötürümleştiriyor. Çerkeslerin bu bilgiye daha da ihtiyacı var. Çünkü Çerkeslerde de gördüğüm kadarıyla bütünlüklü ve demokratik bir bakış yeterli etkinlikten yoksun. Bu da hem kendi çiğnenen haklarını sahiplenmekte, eşit yurttaşlık mücadelesine yönelmekte engelleyici bir işlev görüyor hem de Çerkeslerin de eşit olarak yer alabileceği demokratik bir Türkiye imkânını zorlaştırıyor.
-Anladığım kadarıyla tasfiye kararı verilmiş. Ve aslında olmayan, yaratılmış olan bir sorun var ortada. Fakat yine de bir adım atılmış. Bir Uzlaştırma Kurulu oluşturuluyor. Kılıç Ali, Vehbi, Eyüp Sabri, Celal ve Reşit beylerden oluşan… Reşit Bey dışındakiler Mustafa Kemal’in yanında olanlar. Çerkes Ethem’e gidiyorlar. Uzlaşmaya da varılmış gibi görünüyor ama sonuç?
-Komplocu tarihyazımına itiraz ederim her zaman ama sonuç maalesef Ethem Bey’e karşı gerçekleştirilen bir komplo. Uzlaştırma Kurulu niye kuruluyor? Çünkü mecliste Ethem Bey’den yana çok güçlü bir dayanışma ve muhalefet var. Gerçi Ethem Bey’in sola yönelmesi nedeniyle meclisteki kimi büyük toprak ağaları, sermaye sahipleri biraz geriye çekilmiş vaziyette. Ama farkındalar ki, Ethem Bey olmazsa Mustafa Kemal’i dengelemek, denetlemek asla mümkün değil. Dolayısıyla Mustafa Kemal meclisten Ethem Bey’i hain ilan edecek, onu dışlayacak bir karar çıkartamıyor. Mecburen bir Uzlaştırma Kurulu yapılıyor ama karar şeffaf uygulanmıyor. Amaç şu; “Bakın heyeti bile gönderdim. Kuvayı Seyyare’yi dağıtmadı, isyan halinde. Dolayısıyla artık karar alın, tasfiye edelim” demeye getirmek.
Ama beklenenin aksi oluyor ve giden kurul, Ethem Bey’le konuştuktan sonra ikna oluyor. Ethem Bey diyor ki: “Ben asla düzenli orduya karşı değilim. Bugüne kadar düzenli ordu kuvvetleri nerede yetersiz kalmışsa oraya koştum. Düzenli ordunun yanında yardımcı kuvvet olarak çalışıyorum. Fahrettin Altay gibi her girdiği savaşı kaybeden, Refet Bele gibi bir dizi hata yapan -ki o sırada İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıyor- insanları görevlerinden geri çekin. Meclis bu bilgiye hâkim olsun. Mustafa Kemal Paşa’ya, onun liderliğine asla itirazım yok. Bana verilen her türlü görevi de yapmaya hazırım.” Pozisyon bu olunca Meclis Kurulu da ikna oluyor ve Mustafa Kemal’e -“Nutuk”ta da Genelkurmay Harp Tarihi belgelerinde de var- diyor ki: “Biz uzlaştık, sorunu çözdük, bir sorun kalmadı. Sadece Ethem Bey şu iki komutan konusunda ricada bulunuyor. Onu da dayatmıyor, olmazsa olmaz demiyor.” Gerçekten Ethem Bey, o gözü kara, o zaman zaman duygularıyla davranan kişi Mustafa Kemal’le, meclisle, Ankara’yla çok uzlaşıcı bir tavır takınıyor. Dolayısıyla o bahane elden gitmiş oluyor.
“Biz Çerkesiz, bu kadar ağır bedeller ödediğimiz bu ülkede bizim de haklarımız var demeye kalkma ihtimaline karşı Gönen-Manyas sürgünü devletin Çerkeslere parmak sallamasıydı”
Ethem Bey’in isyan ettiği üzerinden kurulmuş olan oyun planı böylece bozuluyor. Ama Mustafa Kemal, heyetin uzlaşı önermesini; “Ben buna karar veremem, hükümete bildireceğim” diye göğüslüyor. Tabii burada tarih aracılığıyla nasıl aldatıldığımız açısından çok önemli bir püf noktası var. Heyete “Ben bilmem, hükümet karar verir” diyor ama İsmet İnönü’ye yazdığı telgrafta Heyetin mektubuna karşı ‘buna karar veremem, hükümete bildireceğim, hükümet yarın size bildirecek’ dedim (Ama hükümete haber vermiyor, meclise zaten haber vermiyor), siz derhal saldırı haline geçin” diyor ve ekliyor: “Uzlaştırma Kurulu böyle bir kararın altına imza atmış olamaz. Esir alındılar ve zorla bu kararı verdiler.” Oysa çok rahat vaziyetteler, yemek yiyorlar, sohbet ediyorlar… Ki daha sonra geri gelecekler zaten. Ethem Bey ise ‘heyetle uzlaştım, sorunlar çözüldü’ zannederken batısından ve güneyinden saldırı kuvvetleri hazır hale getiriliyor. Mustafa Kemal, İsmet İnönü’ye “Biz savaşı kazanınca yani Ethem’i ezince meclise bunu kabul ettiririz ama şimdi meclise söyleyemeyiz” diyor. Hani egemenlik kayıtsız şartsız meclisindi? Hani anayasal yetkiler? Hani meşruiyet? Tek amaç Ethem Bey’i orada bir şekilde ezmek, sonra da meclise “Efendiler, o zaten ihanet etmişti, başkaldırmıştı, ezmek zorunda kaldık, size de haber veremedik” diyecekti. Ethem’siz bir gerçeklikte meclisin de itiraz takati kalmayacaktı. Ama tabii iş böyle olmuyor. Ethem Bey arada hata yapıyor. Uzlaştığını sandığı kuvvetlerin kendisine saldırısını görünce şaşkınlığa uğruyor. Komutanlarını topluyor. O şok hali içinde, o duygusal atmosferde karşısındakilerin gösterebildiği diplomatik zekâyı gösteremiyor. Bir köylü önderi gibi davranıyor ve meclisin tümüne hakaret eden, “Bunca yıl siz orada kendi maaşlarınızı artırmaktan başka hiçbir şeye yaramıyorsunuz” diyen telgrafıyla mecliste kendi aleyhine karar alınmasını sağlayan tarihsel hataya imza atıyor. Ona rağmen iki oy farkla hain ilan ediliyor. Çünkü gerçekten meclistekilerin hepsi biliyor; Ethem Bey olmasaydı ne Anzavur’un ne Yunan saldırısının ne Yozgat isyanının hakkından gelemezdik. Bir şeyi daha biliyorlar; Ethem Bey’in olmadığı bir yerde Mustafa Kemal’in hiçbir sözünü ikiletemeyiz. Dolayısıyla meclis, meclis olmaktan çıkar. Ama bu arada da iki oy farkla karar da alınmış, Mustafa Kemal de Ethem’e saldırı için istediği meşruiyeti elde etmişti.
Ethem Bey milli kuvvetlere kıyamıyor, gidiyor kendisine kıyıyor yargımı özellikle yinelemek istiyorum. Üstelik ona “hain” damgası vuranların iddialarının aksine Ethem Bey, kuvvetlerini Yunan ordusunun yanına çekmiyor. Mevzi bir saldırı dışında milli kuvvetlere karşı topyekûn bir savaşa da girmiyor. Kuvvetlerini dağıtıyor ve Yunan kuvvetlerinin arkasına geçiyor, yani aradan çekiliyor sadece.
Gönen-Manyas Çerkes sürgünü ve cumhuriyetin kurucu aklının kimlik haklarıyla sınavı…
-Kitapta değiniyorsunuz, biz de Jineps’te değinmiştik. “Cumhuriyetin ilk iç sürgünü” manşeti atmıştık Gönen-Manyas Çerkes sürgünü için. Jineps’te bunu yazdığımızda bilmeyenler öğrendi, bilenlerin bir kesimi cumhuriyetin ilk iç sürgünü olduğuna inanmak istemedi. Diğer bir kesim de kitapta da çok net belirttiğiniz gibi “Dönemin olağanüstü koşulları ve gerekçeler vardı, yanlış yapıldıysa da o nedenle yapılmıştır” dedi. O günün haini Çerkes Ethem’i, Çerkes köylerinin sürgünü, yine o dönemde gerçekleştirilen Koçgiri kırımı… Cumhuriyetin kurucu aklının kimlik ve inanç hakları konusundaki tutumu nedir? Bugüne etkileri nedir?
-İttihat Terakki Partisi’nin ideolojik aklı durumundaki Ziya Gökalp’in “Türkleştirmek, İslamlaştırmak, Muasırlaştırmak” tezi var. İttihat Terakki dünya savaşı ortamından da faydalanarak memleketi Türk ve Müslüman olmayan kesimlerden fiziki şiddet uygulayarak arındırma politikası uyguladı ve özellikle Ermenileri tümden, Rumları da kısmen yok etti. Milli Mücadele döneminde deyim uygunsa cumhuriyetin kurucu egemen aklı ittihatçıların yarım kalan işini tamamladı. İttihatçılar işin Ermeni, gayrimüslim kısmını halletmişlerdi. Cumhuriyetin egemen aklı ise Çerkesler, Lazlar, Kürtler, Aleviler dahil olmak üzere Müslümanlık dairesindeki farklılıkları ortadan kaldırarak bu programı tamamlayan bir çizgi izledi. Aslında Türklerle birlikte Çerkeslerin, Kürtlerin ve diğer Müslüman anasırın ortak mücadelesi olan bu mücadele daha sonra tarih çarpıtıcısı resmi tarihçiler tarafından “Türk Ulusal Kurtuluş Mücadelesi” diye yazıldı. Tabii bu çarpıtmayı hâkim kılabilmek için Çerkes direncini, Kürt direncini ortadan kaldırmanız lazım; işte bunun için büyük bir devlet şiddeti uygulanacaktı ki bu yolla kimsenin “Biz de vardık” diyebilecek bir özgüveni kalmasın, bundan korksun. Bu ise sadece farklı olanların değil, gerçekte cumhuriyetin, demokrasinin, hukukun da imkânsızlaştırılması demek.
Gönen-Manyas sürgünü işte bu kapsamda yerli yerine oturuyor. Kurtla kuzu hikâyesindeki gibi bu işlerin bahanesini üretmek çok kolay, yeter ki demokratik bir kamuoyu, özgür basın, bağımsız yargı olmasın. Nitekim eski bir Ethem Bey komutanının gelip buralarda faaliyet göstermesi, ekmek toplaması yetiyor… Böyle bir şey Gönen ve Manyas’ta yaşayan 100’ün üzerindeki köyün -14 köy sürgün ediliyor, geri kalan köylerin sürgünü Lozan imzalanınca durduruluyor– çoluk çocuk, kadın demeden kaldırılıp, nereye gidecekleri belli olmadan, eşyalarını toplamalarına bile izin vermeden, nereye götürüldüklerini ancak indikleri istasyonlarda öğrenebilecekleri ve birbirlerini de kaybedecekleri bir afeti haklı kılabilir mi? Böyle hukuk, böyle cumhuriyet olur mu? Gerçekten ilk etnik arındırma yönelimi, ilk farklı kimliklerin tehdidi ve baş eğdirilmesi operasyonu o anlamda Çerkeslere yapıldı. Çerkesler daha önce sultana hizmet etmekten, Balkanlar’da Arap çöllerinde savaşmaktan, Ermenilere karşı suçlara bulaştırılmış olmaktan zaten yorulmuş, bitap düşmüş bir halktı. Kafkasya soykırımından gelirken de bir yerde toplanmaları engellendi. Önce sultanlar, sonra ittihatçılar, nerede ihtiyaç duyduysa oralara yerleştirip, kendi çıkarları için, hak ihlalleri için kullandılar. Bu çerçevede ulusal kimliklerini sürdürebilmeleri de engellendi; haklarıyla değil, kullanılabilirlikleriyle değerlendirildiler. Çerkes Ethem bu noktada Yunan işgali ve saltanata karşı yerde durarak doğru bir tercihte bulundu ama egemen geleneğin Çerkeslere hak tanımak gibi demokratik bir dönüşüm niyeti yoktu.
Esasen Milli Mücadele’nin aynı zamanda bir Çerkes iç savaşı olarak şekillendiğini de bu vesileyle anımsayalım. Çerkes Ethem’in temsil ettiği Milli Mücadele güçleriyle, Anzavur’un temsil ettiği sultanın güçlerinin iç savaşını Ethem Bey kazanınca Ankara’nın var olabilmesinin imkânı gerçekleşti. Tabii Çerkesler bu iç savaşta çok ciddi zayiat verdiler. Sadece fiziki kayıplar anlamında değil, bakın birbirlerine karşı hâlâ kapanmamış (100 yıl geçmiş, örneğin Bolu-Düzce’deki Çerkeslerin hâlâ Ethem Bey’e karşı anlaşılır kırgınlıkları var) ağır yaraları var. Fakat bütün bu çok ağır bedellere rağmen Türkiye Çerkesleri haklarından yoksun bir hayata mahkûm edileceklerdi. “Biz Çerkesiz, bu kadar ağır bedeller ödediğimiz bu ülkede bizim de haklarımız var” demeye kalkma ihtimaline karşı Gönen-Manyas sürgünü devletin Çerkeslere parmak sallamasıydı.
“Sosyolojik olarak çoğulcu olan, farklılıklar içeren bir ülkeyi tektipleştirmeye kalktınız mı siz aslında Türkün de çağdaşlaşma imkânını, fikri hür nesiller oluşmasını elinden almış oluyorsunuz”
Bu parmak sallamanın daha kanlı versiyonunu Koçgiri’de görecektik. 1921’de ne oldu Koçgiri’de? Hem Alevi hem Kürt olan Koçgiri halkı, Ankara’ya “Biz elbette Milli Mücadele’nin yanındayız, birlikteyiz sizinle ama mademki anayasamızda özerklik var, o halde kendi temsilcilerimizi kendimiz seçeceğiz” dedi. Yani istedikleri ne? Anayasanın uygulaması! Anayasayı Ankara’da bile uygulatmayan, Trabzon’da, Erzurum’da uygulatmayan akıl, Koçgiri gibi gelecekte ortadan kaldırılması gerekenler içinde kodlanmış Alevi Kürtlere zaten uygulatılmayacaktı. Yunan ordusu işgalini genişletirken bir merkez ordusu kuruldu. Merkez ordusu niye kurarsın? Orada sana karşı çarpışan güç yok ki. Tam tersine, merkez ordu diye topladığın o askerleri ve generalleri, git Ege’de Yunanlara karşı, Anzavur’a karşı kullan. Oysa “yedi düvele karşı” diye kurgulanan anlatının arka planında, Yunan milliyetçiliğinin genişleme işgali yanında Türkiye’nin farklı kimliklerin tasfiyesi gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Burayı daha Milli Mücadele süreci içinde, ses çıkaramayacak hale getirmek için yapılandı merkez ordu. Oktay Akbal’ın dedesi, o sırada Sivas’ta vali, Ebubekir Hazım Tepeyran, Kurtuluş Savaşı anılarında “Koçgiri köylülerine karşı tıpkı düşman istihkâmlarına karşı davranıldığı gibi davranıldı” diyor. Düşman istihkâmları ezilmesi gereken güçlerdir, ya Koçgiri köylüleri? Bunlar vergi vermiş, askere gelmiş, sana itirazı yok. Sadece anayasal haklarını kullanmak istiyor. Düşman istihk+amlarına karşı kullanılan şiddet uygulanır mı kendi halkına? Topal Osman isimli çeteci, geriye kalan köylülere yönelik tecavüz, yağma, hırsızlık yapıyor, bunu da yine Ebubekir Hazım söylüyor. İnsanlar her şeylerini bırakıp dağlara kaçtılar. Bunu devletin, Ankara’nın vicdanlı bir valisi itiraf ediyor.
Meclisin haberi oluyor, vicdanlı milletvekilleri “Kendi halkımıza karşı bu vahşet, bu uygulama nasıl olur” diyor. Mecliste yoğun bir tartışma sonucu merkez ordu komutanı Sakallı Nurettin Paşa’nın cezalandırılması konusunda mutabakat sağlanıyor. Ama açın “Nutuk”a bakın. Mustafa Kemal diyor ki: “Sakallı Nurettin’in cezalandırılmasını engelledim. Oysa hükümette de mecliste de sadece rütbesinin alınması değil, cezalandırılması konusunda bir mutabakat vardı.” Siz aslında hukuku engellemişsiniz. Kendi halkınıza karşı merkez ordusu kurmuşsunuz. Topal Osman gibi bir çeteciyi oraya göndermişsiniz ve yargılanmasını engellemişsiniz.
Cumhuriyet, Gönen-Manyas sürgünü, Koçgiri kırımı gibi örneklerle kurulunca, sosyalistlerin, tasfiyesi, kürek cezası, milletvekilliklerinin düşürülmesi sonraki dönemin de niteliğini belirliyor. Bizler bir cumhuriyete doğru ilerlediğimizi sanırken, adı cumhuriyet ama gerçekte tekçi, formatlanmış bir rejime doğru ilerliyormuşuz. Bir cumhuriyeti, anti-cumhuriyet rejiminden ayıran şey, sadece saltanatın olmaması değil, aynı zamanda halkın egemenlik kullanmasıdır. Bu ikinci özelliği devre dışı bırakmak bizi sözde cumhuriyetçi rejime, yani halkın egemenliğinden farkla “devletin ülkesi ve milleti” statüsüne götürür. “Devletin ülkesi ve milleti”nde gerçek vatandaşlık hakları da olmaz. Devlet sizi hangi kılıkta görmek isterse o olursunuz; “Siz bundan sonra hepiniz Türk’sünüz, sakın Çerkeslik görmeyeyim”. Bu ihtimali ortadan kaldırmak için Gönen-Manyas sürgünü, yani devlet toplumu formatlıyor. Devlet kendi ihtiyacına, çıkarlarına uygun bir ülke ve millet yaratıyor. Oysa cumhuriyet halkın hak ve özgürlüklerini tanıyan bir devlet düzeni örgütlemesi demek. Bu ikinci örnekte basın özgürlüğü olur, doğru seçimler olur, gerçek egemenliğin meclis tarafından kullanılması olur.
Kürtlerin tasfiyesi…
-100 yıl öncesinden bugüne Kürt sorununa ilişkin; Erzurum Kongresi kararı ve onu izleyen diğer kararlar, çoğulcu ve hukuka uygun bir toplumsal sözleşme inşasını gerçekçi kılıyor. 1 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal meclis kürsüsünde bu çoğulcu çerçeveyi yineliyor. Türklük değil, Anasır-ı İslamiye eksenli bir taahhütle yol alınıyor. 1921 Anayasası’nda çoğul milletin kayıtsız şartsız egemenliği ve yerel yönetim özerkliği belirginleştiriliyor. Ancak izleyen süreçte, sizin deyişinizle “halkın sindirilmesiyle tektipleştirilmiş bir toplumsal yapılandırma örneği karşısındayız”.
Kürtlerle eşitliği önceleyen onlarca yazışma, Kürtlere yazılı ve kurumsal düzeyde verilmiş olan sözler var ayrıca, kitabın içeriğinde ayrıntıları ve belgelerini izleyebiliyoruz. Ve sonra da resmi tarihe geçtiğimizde, “Yunan işbirlikçisi Ethem” gibi, “İngiliz işbirlikçisi Kürtler” anlatısıyla karşılaşıyoruz. “Ne oldu da buraya evrildi” gibi bir soru da soramıyorum, kitabı okuduğumda, bunun planlanmış olduğunu düşünüyorum. “Lozan ve Cumhuriyet sonrası tekçiliğin ve merkeziyetçiliğin hâkim kılınması Türkiye’nin sonraki 100 yıllarını da demokrasiye kapatacaktı” değerlendirmenizi de hatırlatıp sorayım; ne oldu, planlandı mı?
-Burada çok ayrıntıya girmeyeyim. Atıf yaptığınız belgeler resmi belgeler. Erzurum ve Sivas Kongresi’nin sonuç bildirgesinin birinci maddesi başta olmak üzere. Çoğumuz ders kitaplarından, resmi tarih yazımlarından söz konusu kurucu belgelerin Kürtlere verdiği taahhütleri bilmeyiz, sanki Kürtler zaten hiç yoklar gibi. Oysa bu ülke “Kürtlerin ve Türklerin ülkesi” (tabii belgelerde daha az geçiyor ama aynı zamanda Çerkeslerin) diye tarif edilir o zaman. Misak-ı Milli sınırları ve uğruna mücadele edilecek ülke de buna göre saptanır. Geleceğin ülkesinde yerel hakları, kültürel hakları garanti eden taahhütname imzalanır. Şimdi bütün bunlar unutuldu da peki ne oldu? Bugün Türkiye daha fakir bir ülke, bir türlü demokratikleşemeyen bir ülke. Bugün Türkiye kendi içinde sürekli kanayan ve Türkçe, Kürtçe, Çerkesçe, Lazca ağıtların evlerde annelerin ağzından döküldüğü, çok fazla sayıda mezarlıkların olduğu bir ülke haline dönüştü. Oysa biz o söz konusu sözleşmelerden hareketle o taahhütlere uygun bir yol almış olsaydık, Türkiye çok daha güçlü, çok daha geniş, Musul’u da içermek üzere çok daha zengin, barışçıl, demokrasiye uygun, laikliğe uygun bir ülke imkânı elde edebilecektik. Biz bu imkânı niye kaçırdık?
Çünkü egemenlerin kafasında şöyle bir formül vardı; farklılık varsa bu bölünmeye neden olur, geliştireceğimiz sermayedarların yeterince büyük bir pazarı olmaz, ülkeyi rahat yönetemeyiz. Böyle olunca ne oldu? Mitolojide bir Prokrustes vardır, yatağına göre konuklarından uzun gelenlerin bacağını keser, kısa olanı uzatır. Sonuçta hepimizi formatlayan, buna hakkı olduğunu düşünen bir devletimiz oldu. Formatlamada sadece Çerkes, Kürt, Laz Türkleştirilmiyor, Türk’ü de devletin ihtiyacına göre Türkleştiriyor, “muteber Türk” olmaya zorlanıyor. Çünkü Türk’ün içinde de hak mücadelesi verenler var. Alevisi, Sünnisi, sosyalisti, burjuvası, yoksul köylüsü var, yani farklı hayaller kuranları var. Türk’ün formatlaması da şöyle oluyor; “Sen sınıfsız, imtiyazsız, yekpare bir bütünsün. Senin ne düşüneceğine ben karar vereceğim. Kılık kıyafetinden dış politikana kadar her şeyi yukarıdan belirleyeceğim. Ve sen de bununla ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ deyip övünç duyacaksın, ama benden hak ve özgürlük istemeye de kalkmayacak, bütün tepkilerini ötekilere, hak isteyenlere yönelteceksin!”
Bu formatlamada kimse kendisi olamıyor. Egemenin diline en çok boyun eğdirilmiş Çerkes toplumunu düşünelim; ilk senin ulusal kahramanın tasfiye edildi, ilk senin çoluk çocuk demeden Manyas’ta, Gönen’de sakinlerin sürgün edildi, ilk asimilasyona senin mızıkan, senin folklorun, senin xabze’n uğradı, senin Kafkasya’dan o büyük acılarla, o soykırımlarla taşıyıp kendini ifade etmek için kullandığın her şey elinden çalınmaya çalışıldı.
Sosyolojik olarak çoğulcu olan, farklılıklar içeren bir ülkeyi tektipleştirmeye kalktınız mı siz aslında Türkün de çağdaşlaşma imkânını, fikri hür nesiller oluşmasını elinden almış oluyorsunuz. Bugünlerde kullanılan ve kuşkusuz çoğu mevcut baskılara karşı iyi niyetle bunu kullanıyor ama “Mustafa Kemal’in askeri olmak” ile bunca sorunumuzu çözebilir miyiz? Türkiye nasıl sorunlarını çözüp yükselebilir? Türk, Çerkes, Kürt birlikte yükselebilir. Demokrasiyle yükselir. Birleşip haksızlıklara itiraz etmekle yükselir. Kimsenin anadili, kimsenin folkloru, kimsenin ahlak değerleri, alışkanlıkları küçümsenemez, ötekileştirilemez. Bir Türk zanneder ki ‘ben hâkim oldum’; hayır, sen de hâkim olmuyorsun, devlet sana da hâkim oluyor. Milliyetçi, dinci koşullandırmalarla bizi gerçek sorunlarımıza yabancılaştıranlar hem sırtımızdan vurgunlarını sürdürüyor hem de bizi yönetiyorlar. Dolayısıyla bu oyunlara gelmemek için demokrasi, demokrasi, demokrasi. Cumhuriyet, laiklik, gerçek vatandaşlık hakkı, sosyal devlet.
Mustafa Suphi ve arkadaşları
-Önemli bir tasfiye hareketi de Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesi konusu. Ulusalcı tarihyazımında bu konunun Mustafa Kemal’den uzaklaştırılması çabaları var ciddi anlamda. Bir değerlendirmenizi hatırlatıp sözü size bırakayım; “İlk tasfiyenin sola yönelik olması, iktidarın sınıfsal pozisyonuyla doğrudan ilgilidir” diyorsunuz…
-Evet ama öncelikle anımsatayım ki Çerkesler de sola yönelik bu ilk tasfiyenin kopmaz parçası. Bu ilk dönemde sol ile Çerkesler kader ortaklığına uğratılmış. Gerçekten bu dönemin sosyalistleri aslında biraz da Kemalizme yakın , Milli Mücadele’yi büyütmek, desteklemek için en küçük bir rezervleri olmayan insanlar. Eskişehir’dekiler, İstanbul’dakiler bunu gösteriyor. Ankara, Trabzon, Erzurum… Yani nerede sosyalist, komünist, bolşevik varsa onlar bir an önce Milli Mücadele’yi güçlendirmek istiyorlar. Ama şöyle bir kaygıları var; “Bu mücadele sadece burjuvazinin, toprak ağalarının işine yaramasın. Mademki vatanı kurtaracağız, o halde vatanda işçiler, yoksullar, topraksız köylüler de hak ve özgürlük sahibi olsunlar”. Bu zihniyetle mücadelenin içindeler. Savaşlarda, Yeşil Ordu kurumsallaşmasında, halkçılık programının oluşmasında, mecliste varlar vs. Ciddi bir prestije de sahipler. Örneğin bir müddet sonra 15 yıl kürek cezasına mahkûm edilecek olan Nazım Bey, meclisin çoğunluğu tarafından içişleri bakanı seçiliyor. İstanbul’da gazeteler zaman zaman kapatılıyor çünkü etkili bir güç. Buradan baktığımızda aslında iktidarın sola karşı davranışı Türkiye’nin sonrası açısından da bizim için ölçek.
Gönen-Manyas sürgününden, Koçgiri’den söz ederken de atıfta bulunduğum gibi solun tasfiyesi aslında o dönem oluşan egemen çekirdeğin sonraki dönem için sola nefes alma imkânı vermeyen bir duruşunun göstergesi. Özellikle de Ethem Bey’in sola yönelmesiyle birlikte sola karşı alarm zilleri çalmaya başlıyor ve onların kuşatılıp yok edilmesine yönelik bir operasyon sürecine giriliyor. Önce sahte bir TKP (Türkiye Komünist Partisi) kuruluyor, samimi komünistlerin çalışma imkânları yasaklanmaya başlanıyor. Sahte TKP’nin izin belgesi içişleri bakanı tarafından veriliyor, onu alamayanların memlekette çalışma yapması provoke ediliyor. Ankara’daki THİF tasfiye ediliyor, milletvekillerinin vekillikleri düşürülüyor, içişleri bakanı seçilen insan reddediliyor, istifaya zorlanıyor, tasfiye ediliyor. Eskişehir’deki Yeni Dünya Gazetesi, daha geniş imkânlar sağlanacak denilerek Ankara’ya taşınıyor ve Ankara’da gazeteye el konuluyor. Daha sonra bu gazetenin matbaası da Cumhuriyet Gazetesi’ne geçiyor, yani bir el koyma, çökme hali söz konusu. Nazım Bey, milletvekilliği oldubittiyle lağvedilip 15 yıl kürek cezasına… İngilizlerden devralındıktan sonra da İstanbul’daki sosyalist parti, yayın ve sendikalar tasfiye edilecektir.
Tam da Ethem Bey’in sıkıştırıldığı günlerde yani Ocak 1921’de Ankara’ya gelmeye çalışan Bakü’de kurulmuş olan gerçek TKP üyeleri oradan yola çıkıyor. Mustafa Kemal’le yazışmaları var. Mustafa Kemal “Yoldaş Mustafa Suphi” diyor, Mustafa Suphi de buna inanarak “Yoldaş Mustafa Kemal” diyor. Mustafa Kemal’in Lenin’e “Yoldaş Lenin, bizim daha çok silaha ihtiyacımız var, daha çok paraya, daha çok altın külçesine ihtiyacımız var” diye yazdığı, Sovyetler Birliği’nin de bu yardımları gönderdiği günler. Fakat Mustafa Suphi ve arkadaşları Kars’a geldikten sonra Mustafa Kemal’in, bölgenin komutanı Kazım Karabekir’e heyetin Ankara’ya gelişinin engellenmesi talimatı gidiyor. Mustafa Kemal, Kazım Karabekir ve Erzurum Valisi Hamit Bey arasında, Mustafa Kemal’in günü gününe bilgilendirilmesi kaydıyla, bir şekilde ve bir an önce sınır dışı edilmeleri ama bunun Sovyetler’den para, silah yardımı alındığı için de Sovyetler’i rahatsız etmeyecek bir yolla yapılması için mektuplaşmalar başlıyor.
Bu arada Mustafa Suphi’nin, Rus Çarlığı tarafından esir alınmış Osmanlı askerlerini öldürttüğü gibi sahte hikâyeler üretiliyor ve onu “ahlaksız” olmakla suçlayan iftiralar kurgulanıyor ve meclis gizli konuşmalarına da yansıyacağı gibi bu yolla halkı kışkırtıp onlara saldırtan bir operasyonlar dizisi uygulanıyor.
Mustafa Suphilerin Kars’tan başlayan, Trabzon’a varan yolculuğu, her yerde organize linçler, sürüklemeler, aç bırakılma ve hakaretlerle gerçekleşir. Ve en sonunda eski bir ittihatçı, yeni rejimin önemli bir aparatı olan Yahya Kâhya son operasyonu gerçekleştirmekten sorumlu kılınır. Yahya Kâhya, “Benim kardeşim de gelen heyettedir” diyen kendi avukatı Mehmet Efendi’ye, “M. Suphi ile arkadaşları hakkında Ankara’dan emir aldığını, kardeşini kurtarmak istiyorsa heyetten ayırıp kaçırmasını” tembihler, Mehmet Efendi Maçka’ya gidip kardeşi veteriner Yüzbaşı Abdülkadir’i heyetten kopararak kurtarır. Geriye kalan Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı, Yahya Kâhya’nın adamlarına, sivil kıyafet giymiş olan görevlilerce Karadeniz’de boğdurtularak öldürtülür.
-Mustafa Kemal’in masum olmadığını net olarak ifade edebiliriz.
-Maalesef öyle. Bu çok net. Nitekim akabinde bu katliamın üstü kapatılır. Mustafa Kemal tarafından, “Trabzon’da İskeleler Kâhyası Yahya Reiszade Yahya Efendi’ye” hitabıyla; “Vatanperverane hissiyat ve temennilerinize teşekkür ederim” diyen cevabi bir telgraf, 30 Haziran 1921’de bile aralarındaki iyi ilişkinin göstergesi. Yahya Kâhya, Mustafa Suphi’nin Meryem isimli eşine el koyar, korkunç bir hayat. Bunlar soruşturulmaz. Yahya Kâhya “Ben bu işleri tek başıma mı yaptım” demeye başladıktan sonra Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı tarafından Kışla yolunda kurşuna dizilerek öldürülür ve olayın üstü kapatılır.
Deniz, Mahir, İbrahim…
-Türkiye sol hareketinde Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya’nın -adını burada anamadıklarımızı da saygıyla analım- yadsınamaz etkileri var. Kaypakkaya’nın o günün verileriyle Mustafa Kemal’e yönelik eleştirel değerlendirmeler yaptığını biliyoruz. En neti oradan geliyor. Bir bütün olarak değerlendirirsek, sol sosyalist harekette 1968’den bugüne sanki sabitleşmiş Mustafa Kemal yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani ilerici, antiemperyalist vb. yaklaşımı anlamında soruyorum. Ne dersiniz?
-Sabit bir noktada değiliz ama olması gereken noktada da değiliz. 60’larda gelişen sosyalist hareket geçmiş deneylerin bilgisine yeterince sahip olmayan bir yerden çıktı ve deyim uygunsa 60’lardaki devrimci hareket, özellikle gençlik hareketi, bir anlamda çok ciddi bir Kemalist tedrisatın içinden çıktı. Kemalist tedrisatın eğitimini, etkisini kuşkusuz emeğe, 1 Mayıslara yönelerek kırdı. Ama Kemalizmin özellikle ilericilik, gericilik üzerine kurduğu fikri hegemonyayı sorgulayacak bir bilinç göstermedi. Kürt sorununda, Çerkes sorununda yeterli bilinci gösteremedi ve dolayısıyla gerçek anlamda Kemalist perspektifle yüzleşip onu aşmayı, gerçek anlamda onun etkilerinden kendini arındırmayı başaramadı. Bu insanların sosyalist samimiyetleri sorgulanamayacağına göre geçmişin etkilerinin sonuçları olarak yorumlamak daha gerçekçi olacaktır.
Burada İbrahim Kaypakkaya’yı özellikle anmak lazım. Bu hegemonyayı kırmak konusunda deyim uygunsa çok önemli bir kanal açmıştır. “Aslında Kemalizm, cumhuriyetin kurucu ilkeleri hiç de sizin zannettiğiniz gibi değil. Buradan ne demokrasi çıkar ne de sosyalizmle müttefiklik çıkar” deme cesaretini o gencecik 22 yaşında becerebilmiş bir insandır. Bu onun örneğin Kürt meselesiyle daha doğru bir ilişki geliştirmesini de sağlayan bir manivela olmuştur, büyük bir ihtimalle diğerleri de yaşasaydı benzer bir yol hattına gireceklerdi. Çünkü Deniz Gezmiş’in son sözü, hayatının en ileri ve en samimi olduğu sözü idam sehpasında “Kürt ve Türk halklarının kardeşliği” haykırışıdır. Bu insanların yönelimlerinin doğru olduğunu, o gün için ama onları sınırlayan birçok yanlış bilgi olduğunu teslim etmek lazım.
Bugün de aslında olması gereken yerde olduğumuz kanaatinde değilim. Hele bugünkü koşullarda bile sosyalistlerin bir kısmının İzmir Marşı’yla veya “Mustafa Kemal’in askeri” olma sloganıyla kendilerini ifade etmesi gerçekten sosyalist hümanizma açısından, barışçılık açısından, halkların eşitliği ve hakları açısından çok ciddi bir durum. Sağlıklı bir Kemalizm ve cumhuriyet bilinci açısından hâlâ almamız gereken mesafe olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda bu kitabın; bu kadar çok belge, aktarım, mantık sorgulamasının temel kaygısı, bir parçası olmaktan gurur duyduğum sosyalist duruşun tarihe bakışının, tarih okuması üzerinden kendini her türden egemen sınıf hegemonyasından arındırma çabasının yansıması.
Bizim mevcut İslamcı tahakküme, otokrasiye, yağmalamaya karşı mücadelemiz, aynı zamanda sorunlarımıza çare üretmeyecek, kanayan yaralarımızı iyileştirmeyecek formüllere de artık geri dönmeme bilinciyle şekillenmek zorunda. Bunun için de çok sağlam bir tarih bilincine sahip olmamız lazım. Tam da bunu yapmaya çalışıyorum.
-Bu hacimli kitap ve söyleşi için teşekkür ediyorum, çok şey katacağına inanıyorum. Çerkesler adına da teşekkür ediyorum. Biz aslında Jineps olarak programlara katıldığımızda “Çerkesler adına” dediklerinde “Çerkesleri temsilen söz söyleyemeyiz, böyle bir yetkimiz yok” deriz ama burada Çerkesler adına teşekküre itiraz edilmeyecektir diye düşünüyorum.
Son bir sorum var, denenmeyen yol denenseydi ne olurdu? Okurlarımıza iletmek istedikleriniz varsa onları da almak isteriz.
-Denenmeyen denenseydi her halükârda bugünkünden daha iyi olacaktı. Her halükârda Türkiye’nin tüm halkları demokrasiye, haklarını savunmaya, vatandaşlık hukukuna, evrensel, muasır medeniyet standartlarına çok daha yakın olacaklardı. Çünkü halkların dönüşümü yukarıdan aşağı koşullandırmalarla olmuyor. Bu olsaydı cumhuriyet bunu fazla fazla yapardı. Hatta Sovyetler Birliği açısından da aynı sorgulamayı yapmak lazım. Sovyetler Birliği’nde de halkların deneme, yanılma, ders çıkarma, yönetmeyi öğrenme haklarını tanımak lazımdı. Demokrasi de budur. Bence sosyalizm de budur. Demokratik olmayan sosyalizm olmayacağı gibi demokratik olmayan cumhuriyet de olmaz. Bu açıdan denenmiş olanın sonuçları ortada. Denenmeyenin ise bize çok büyük imkânlar sunduğu kanısındayım. Çünkü bu topraklarda çoğulculuk vardı. Çünkü daha yolun en başında nerede bir güçlü şehirleşme varsa orada güçlü bir sol hareket vardı. Keza ciddi bir siyasi parti deneyi, ciddi bir basın özgürlüğü deneyi vardı. I. Dünya Savaşı’na bizi sokup memlekete bir afet yaşatan İttihatçı tekleştirme programını demokrasiyle aşma imkânı oluşmuştu. Yeter ki o imkân boğulmasaydı… Keşke Türkiye’nin Çerkesiyle, Kürt’üyle, Türk’üyle, Lazıyla toplumsal çoğulculuğu elimizden alınmasaydı; keşke inançsal çoğulculuğumuz da Diyanet üstünden tekleştirilmeye çalışılmasaydı, keşke emeğin ve yoksulların hakları üzerine çökülmeseydi; bugün demokrat, laik, sosyal ve bir hukuk devleti olabilme imkânına sahip olabilirdik. Kuşkusuz tarih, matematik değil, 2×2 her zaman 4 etmez. Dolayısıyla garanti yok ama elimizden çalınan imkânlar her halükârda bize daha fazla umut üretmemiz için yeterlidir.
“Çerkes toplumunun içinde bu kadar çok Türk ulusalcısı ve İslamcı çıkmış olması bence Çerkeslerin o çok önemli derslerle dolu, acılarla dolu tarihine de uygun değil.
Asimile edilmiş ve kendilerine yabancılaştırılmış olmalarının sonucu bu”
Çerkes halkı bu toprakların çok önemli bir aydınlık damarı. Çerkes halkının Çerkes kimliğiyle, Kafkasya’dan getirdiği olumlu ve o soykırımdan gelen acı hatıralarıyla burada eşit yurttaş olma hakkına hepimizin ihtiyacı var. Bu ihtiyaç sadece Çerkeslerin ihtiyacı değil tabii, çünkü bir parçamızın özgürlüğü hepimizin özgür olmasının da temeli. Bu bağlamda milliyetçiliğin bir problem olduğunu düşünüyorum. Oysa demokrasiler, eşit yurttaşlıkla, özgürlükle, sınıfsal hakların kurumsallaşmasıyla mümkün.
Çerkesler, gördüğüm kadarıyla kendi aydınlık yüzlerinin bile yeterince farkında değil. Çerkes toplumunun içinde bu kadar çok Türk ulusalcısı ve İslamcı çıkmış olması bence Çerkeslerin o çok önemli derslerle dolu, acılarla dolu tarihine de uygun değil. Asimile edilmiş ve kendilerine yabancılaştırılmış olmalarının sonucu bu. Türkiye’de Çerkeslerin mutlaka “Biz Çerkesiz ve Türk kardeşlerimizle, Kürt kardeşlerimizle eşit yurttaş olmalıyız. Alevi kardeşlerimizle, Hıristiyanlarla eşit yurttaş olmalıyız” diyen bir bilinç sıçraması yapması lazım. Bunu yaparlarsa hem kendilerine hem Türkiye’ye çok büyük katkıları olabilir. Çünkü Çerkes toplumu pek çok toplumsal kesimle kıyaslandığında siyasal aktivitesi, özgüveni, hareketliği görece yüksek bir toplum. Dolayısıyla Türkiye’nin de böyle bir Çerkes aydınlanmasına ihtiyacı var diye düşünüyorum.
Kitabımda, deyim uygunsa Ethem Bey şahsında Çerkeslere de bir önermede bulunmuş oldum. Evet, önerme kısmını çok fazla işlemiyorum ama o tarihi doğru anlatırken zaten bu önerme kendi kendine şekilleniyor. En azından o dört maddeyi tekrarlayayım: Ethem Bey yenilmeseydi, Çerkesler Çerkes olmaya, Meclis egemen olmaya, Türkiye’de sol daha güçlü olmaya ve bir otokrasinin olmayacağı bir demokrasi olmaya çok daha yakın olacaktı. Böyle aydınlık hayaller kurmak halkları her zaman geliştirir, aydınları geliştirir, tarih yazıcılarını geliştirir. Bizim böyle cesur ama gerçeklerle de uyumlu ütopyalara ihtiyacımız var. Kitabım bu bilinçle şekillendi. Umarım ki bir faydası olacaktır.