“Öyle bir dünya ve toplumda yaşıyoruz ki… Acımasız bir sınıfsal uçurum… Kibirli güçlülerin dar dünyalarının dışında derin bir umutsuzluk ama aynı zamanda bıkkınlık ve biriken bir öfke var… Ve bu öfkenin biriktirdiği bir umut… Bir yanda, gücüne güç eklemek isteyen kapitalist bir mantık ve o mantığın altında, o mantığa esir olmuş irili (gerçekten iri!) ufaklı (çömez) kapitalistler ve onların kafa sallayıcısı akademi ve medya dünyası…”
Sosyolojide, devlet (düzen, yönetim, iktidar vb.) ve toplum (değişim, toplumsal hareketler, toplumsal aktörler vb.) arasındaki ilişkilere dair çok sayıda, her biri karmaşık varlığımızı anlamak için zihinsel kapıları açan teoriler bulunur. Başka bir açıdan söylersek, toplumların düzeni ve değişimi, o toplumu oluşturan “merkezcil” kurumlar, kültürler, ideolojiler ve değerler ile “merkezkaç” olarak niteleyebileceğimiz dinamikler, talepler, arzular arasındaki güç ilişkilerine bağlıdır. Yani bu ilişkilerde, coğrafi konum, savaşlar vb. nedenlerle çok daha fazla güç biriktirmiş ve “özerkleşmiş” bir devletin geleneği söz konusu olduğunda, bu devletin “düzen” kaygısı toplumun dinamiklerine ve “değişim” taleplerine kıyasla çok daha fazla ön plandadır.
Kuşkusuz devlet (“düzen”) ve toplum (“değişim”) ilişkilerinde hangi tarafın daha önemli ya da baskın olduğuna dair sonuçlar çıkarmak, “toplumun kendi üzerine düşünme” kapasitesini geliştirmek için çok önemli bir süreçtir. Ancak bu analizlerde akılda tutulması gereken daha önemli bir veçhe vardır: Hangi dinamik daha güçlü olursa olsun, devlet ve toplum ilişkisi bir bütündür; devlet toplumla birlikte hep “olur”, toplumun da devletle birlikte hep “olduğu” gibi… Ve uzun vadede, devlet merkezli dinamikler, içinde yaşanan dönemde ne kadar güçlü görünürse görünsün, uzun vadede toplumsal aktörler değişime neden olur.
Bu değişim, hiçbir zaman toplumsal aktörlerin hayal ettikleri gibi olmaz. O istekler, “düzen” (devlet) içinde, düzene göre şekillenirler. Buna karşılık, devletin özerk bir kuvvet olarak attığı adımlar da toplumsal dinamiklerin varlığına göre şekillenir; bu adımlar, hiç umulmadık bir zamanda altüst edilebilir.
Yani inanılmaz bir güce sahip olan “kutsal” bir çar, birikmiş bir öfke, hınç ve şiddetle devrilebilir. Stalin’le özdeşleşmiş bir rejim, insanlar sokaklara hiç çıkmasa bile, derinden işleyen toplumsal dinamiklerle çökebilir. “Yüce bir güç sahibi” gibi görünen 12 Eylül diktatörlerinin anayasasına yüzde 91 ile “evet” diyen bir toplum, onların pazarladığı bir partiyi alenen “tarihin çöp sepetine” gönderebilir. Bütün tahminlerin ve “istatistiksel” verilerin tersine, bitti denen “din”, hiç beklenmeyen biçimlerde yeniden tezahür edebilir ve kamusal alanı ele geçirebilir. Buna karşılık, modern-ulusal kurgulara karşı bir itiraz olarak yeniden ortaya çıkan din, o hareketi taşıyan aktörlerinin başlangıçtaki niyetlerinden (“ümmet”) farklı olarak, o “ulusal” kurguların yeni payandası halinde gayet “milliyetçi” ya da “popülist” bir biçimde tezahür edebilir.
Kısaca, devlet ve toplum arasındaki bu ilişki ya da gerek devlet gerekse toplum içindeki farklı aktörler arasındaki güç ilişkileri içinde tekil bireylerin, toplumsal ve kültürel grupların daha iyi bir yaşam için arzuları, daha adil bir varoluş için hayalleri hiç bitmez.
Bu arzu ve hayaller de değişimi sürekli kılar.
Devlet, düzen, çıkarlar ve yabancılaşma
Öte yandan, tabii ki düzen sadece devletin fiziksel aygıtı, ordusu, polisi, kanunları, mahkeme binaları, vergi memurları, okulları, kontrol ettiği dini kurumları, medya organları ya da hapishanelerinden oluşmaz. Düzen, var olan güç hiyerarşisinden beslenen, başta silah, petrol, ilaç vb. şirketleri olmak üzere, çıkarlarını artırmaya çalışan bireyler ya da zümrelerin “düzenidir”. Başkanlık ya da hükümet koltuklarına kim oturursa otursun, bu sınıf ve zümreler için esas olan çıkarlarını korumaktır. Modern devlet de yasama, yürütme ve yargı diyerek ezberlediğimiz kurumların içinde oturan gerçek kişiler ile şirket vb. aktörlerin arasındaki çıkar ilişkilerinin kurallı ya da kuralsız, hakkaniyetli ya da hakkaniyetsiz bir biçimde yürütülmesidir. Ancak tüm bu insanların (devlet insanları ve hemen yanı başındaki çıkar sahipleri) toplam nüfus içindeki payı çok düşüktür ve sayı bakımından koskoca bir toplum karşısında güç olabilecek potansiyelleri yoktur. Ama sahip oldukları medya ve iletişim araçlarıyla manipülasyon kapasiteleri güçlüdür. İşte toplumda, hiyerarşinin altında kalan insanları yaşamış oldukları ezilmişliğin sebepleri konusunda “yabancılaştırma” kapasitesi sağlayabilen düzen “başarılı”dır! Çünkü dipte yaşayıp, aslında itiraz etme potansiyeli taşıyan insanların “her şeyin normal olduğunu” düşünebilmeleri; sırtları, gururları ve duyguları okşandıkça rıza veren insanlar haline dönüşmeleri büyük bir başarıdır.
Başka bir ifadeyle, devletle paralel olsun ya da olmasın, devlet gibi “değişmeme” iddiasında olan her türlü kurguya inanan ve kurgularını yeniden üretmeye devam eden insanlarla “düzen” oluşur. Bu düşüncelerin “ilerici”, “gerici” falan olmasına gerek olmaz. Dümdüz inandığınız zaman düzen kendini yeniden üretir. “Sorgulamama” dersinden sınıfını geçen herkes devleti ve düzeni yeniden üretir.
Dolayısıyla, güçlülerin kendilerinden yana büktüğü düzende, insanlar kendilerini “ezilmişlik” yerine, “gerçek sahip” mertebesinde hissettikleri takdirde, tabii ki aynı zamanda “makbul”, “risksiz” ve “avantajlı” da hissedeceklerdir. Ve belki de devletin en çok devlet olduğu durum budur; devleti yüceltecek olan ve yüceltirken yüceldiğini hisseden sıradan insanların gerçekleştirilmesi!
Aptallık ve kötülük ve de kurnazlık
Ama işte bu düzeni mutlak kılacak ezberlerin kutsallaştırılması sonunda kendine ve etrafındaki her şeye yabancılaşma hali bazen aptallık derecesine varabiliyor. Bu aptallığın milleti yok, dünyanın neresinde olursa olsun, kötülük üreten bir aptallık her yerde zuhur edebiliyor. Kendi varlıklarının üstün, tanrı vergisi falan olduğuna inanan, Türkiyeli, İsrailli, Yunanistanlı, Amerikalı vb. her türlü ırkçıya kolaylıkla rastlayabiliriz. Bunların bu aptalca kurguları neden ve nasıl ürettikleri tabii ki o düzenden bağımsız değildir. Korkularla, travmalarla, güvensizlikle ya da aşağılık ya da büyüklük kompleksiyle, paranoyak ve güvenlikçi devlet fikriyle üretilmiş bir düzende ayakta kalmanız, bu aptalca oyunu kabul etmenizle mümkün olur. Bu yüzden aslında oyunun bir bakıma “akıllıca/kurnazca” olduğu da söylenebilir!
Bu kurnazlıkla ilgili olarak, İmamoğlu’nun “diplomasızlık” ve “yolsuzluk”la suçlanması ne kadar manidar değil mi? Yeni seçkinlerin düzeninin en bariz zaaflarından olan iki araçla rakibine vurması gerçekten çok yaratıcı ya da kurnazca değil mi?
Karar verenleri değil ama tepeden aşağı paraşütle indirilen küçük memurcukları ilgilendiren tarafıyla “kayyım” meselesi muhtemelen bir kurnazlık tezahürü olarak görülebilir. Onlarca HDP/DEM Partili belediye başkanının yerine kondurulan kayyımlardan sonra, Gaziosmanpaşa Belediyesi’nde CHP’li başkanın görevden alınmasının ardından, mecliste yapılan oylamayı “kazanan” AKP adayı, “Yok, ayıp olur, seçilen bir adamın yerine konmak ayıptır, bana yakışmaz” falan demek yerine, “kendini bu göreve layık gördüğü için” Cumhurbaşkanı’na teşekkür etmiş! İlahi dokunuşun nereden geldiğini biliyor ve oraya doğru şükrediyor; haklı tabii ki…
Teşbihte hata olmaz; Gazzelilerin, Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilerin evlerine ve arazilerine konan “kurnaz” İsraillilerin yaptığı aynı mantıksal ve duygusal çerçeve içinde yer alıyor; arada sadece derece farkı var…
Aptallık meselesine dair bir örneğe Medium adlı bir internet platformundaki yazıda rastladım. Yazar Tessa Schlesinger, birkaç ay önce Roma’da, iki Haredi (ultra-ortodoks) Yahudi ile tanışıyor. Bu inanç sahipleri, Tanrı’nın 3 bin yıl önce, Ürdün, Batı Şeria ve şimdiki İsrail’i kapsayan bir coğrafyayı kendilerine verdiğine inanıyorlar. Yazar, bu iki Yahudinin, aptalın da ötesinde, deliliğe varacak derecede beyinleri yıkanmış olduğunu, Mesih’in yakında geri döneceğine ve döndüğünde tüm Hıristiyanları (ve diğer herkesi) ortadan kaldıracağına gerçekten inandıklarını yazıyor. Ayrıca, iki Yahudi, Schlesinger’e üzerinde bir hahamın resmi olan bir kartvizit veriyorlar ve herhangi bir şey istediğinde tek yapması gerekenin bu hahamın resmine bakmak olduğunu ve isteğinin gerçekleşeceğini söylüyorlar (bizim buralarda, cennetteki huriler hakkında tefrika erotik roman yazan cüppelilerden çok farkları yok değil mi?). Ve bu insanlar tam da bu inançları sebebiyledir ki, Gazze’de tepinerek katliama destek veriyorlar. Bebeklerin, çocukların öldürülmesinden keyif alıyorlar…
Manisa Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek’in vefatı üzerine, “çarpıldı” diye haber yapan; çarpılan bir adamı temsil eden bir karikatür koyan, zihinsel kökü dışarıda olan, gazete görünümlü bir provokatör mecranın; yapay zekâya kendini “çarpan adam” gibi gösteren bir resim yaptıran yayın yönetmeni sıfatlı bir şahsın kötülüğünde olduğu gibi… Duygusal kalıp aynı; arada sadece derece farkı var.
“Üniversite ve profesör düşmanı” seçkinler
Bugün başka bir siyasetin önünü tıkayanlar İsrail’de, Türkiye’de ve ABD’de sesi çok çıkan, kendilerinden başka gerçeklik tanımayan bir ittifakın farklı versiyonları, aynı tornadan çıkmış ve tek bir merkezden yönetiliyormuş gibi davranıyorlar. Ortak yürüttükleri topyekûn bir savaş var. Hepsi muhalefeti susturmaya çalışıyor, akademik hayatı durdurmaya, entelektüel düşünceyi ezmeye çalışıyorlar.
Mesela, birkaç ay önce Avrupalılara kibir dolu bir ayar veren J. D. Vance’in (seçkin Yale Üniversitesi mezunu olduğunun altını çizelim!), en son olarak profesörleri “düşman” olarak nitelendirmesini hatırlayalım. Ülkesindeki “üniversitelere dürüstçe ve agresif bir şekilde saldırmalıyız” diyen Vance’in aynı zamanda Macar diktatör Viktor Orban’ın, “sol tahakküme karşı, devlet üniversitelerini ele geçirmesini” takdir etmesini de örnek verebiliriz.
Trump ve şebekesi, baskı altına aldığı üniversitelerde artık Filistin’in lafının bile geçmesine tahammül edemiyorlar; aksi takdirde kaynaklarını kesiyorlar. Üniversitelerde artık belli konulara girmek imkânsız hale geliyor. Araştırmacılar, “iklim” veya “çevresel adalet”, “eşitlik”, “çeşitlilik” veya “kapsayıcılık” gibi konuları ele alamıyorlar. Hatta, öyle ki, bazı durumlarda, “toplumsal cinsiyet ideolojisini” benimsemediğini garanti eden bir anketi yanıtlamak zorunda kalıyorlar. “Kelimeler” yasaklanıyor; öğretim elemanları işten atılıyor, sağlık gibi çeşitli alanlardaki araştırmalar desteklenmiyor.
1950’lerde devlet büyüklerimiz, “Küçük Amerika” olmaktan bahsediyordu; şimdi epey olduk gibi görünüyor. Hem silah falan yapıyoruz hem de onlarla birlikte “toplumsal cinsiyet” gibi günahkâr mevzulara girmiyoruz!
Vance kafasının, şimdiye kadar entelektüeller karşısında duydukları kompleks eşliğinde, “ideolojik” olmakla suçladığı üniversiteleri aşırı sağın ideolojik endoktrinasyon merkezlerine dönüştürme çabası tabii ki sadece Trump ya da Orban’ın çiftliğinde söz konusu değil. Vance gibi bir adamın söylediği lafların, bizim burada, üniversiteyi düşman gören, “Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor” diyebilen ve üstüne üstlük YÖK Denetleme Kurulu’na atanan bir üniversite “profesörü”nün (!) laflarından (ve tabii karakterlerinden) hiçbir farkı yok; hepsi çok benzer tornalardan çıkmış eşantiyonlar…
Bu arada tabii bu familyanın kafası çok karışık; mesela devletin yüce katlarından birinde danışmanlık yapan, okumuş yeni seçkinlerden biri “CHP’li belediyelere oy veren seçmen kültürsüz ve cahil” demiş… Bu üslup eski zamanda kalan beyaz Türk iktidarlarının üslubunu hatırlatıyor; bu yeniler de iktidar olmuşlar demek ki iyice!
Bu iktidar ve düzenin gerçekleşmesinde “rıza”nın payı var ama zihinsel, ideolojik ve entelektüel olarak ele geçiremedikleri yerlere “ganimet” olarak el koyuyorlar. Sonrasında da, aynı belediyelerde olduğu gibi, el koydukları ve kayyım olmayı kendilerine yedirebilen, hiç utanmaları olmayan, arkalarındaki güçle bir yerleri fethedip üzerine konan akademik sıfatlı insanlar, tepesine oturdukları üniversitelere 6 yaşındaki çocuklarla evlenmeyi mubah gören adamları “konferans” versin diye sokuyorlar… Gözümüze sokmak için… Tanrı tarafından torpilli olduğunu düşünen İsrailli aptallar gibi, kutsal olduklarını düşündükleri davaları için…
Kompleksli bir ruh halini, aynı zamanda cilası dökülmüş kibirli aristokrat halini açık eden “Amerika’yı yeniden büyük yap” kalıbını da bizimkiler tekrarlıyorlar. “Dünya lideri”, “Türkiye yüzyılı” gibi kibir dolu öykünmelerle, çökmüş bir “Osmanlı’yı yeniden diriltmek” iddiasıyla, Amerikan özentili tarihi dizilerle, aşağılık komplekslerini kibirle aşmaya çalışanların ruh hali çok farklı mı?
Soykırımcı İsrail’in çıkar meşruiyeti
Popülist ideolojinin egemen olduğu ülkelerde, siyaset ve ekonomi, iki dilli bir seyir izlemeye devam ediyor. Bizim burada, bir yanda, devletimiz (düzenimiz) ve de devletimizin kutsallık inşasında milliyetçiliğin yeni taşeronlarından olan İslamcılığımız, Filistin konusunda mangalda kül bırakmıyor. Diğer yanda, “tek milletin iki devleti” -Azerbaycan ve Türkiye- Filistinlileri katleden soykırımcı Siyonist İsrail’in ordusunun ve uçaklarının petrolünü el ele iletmeye devam ediyor.
Filistin’de katliam devam ederken, Türkiye’nin günahı sadece petrol konusunda değil. Metin Cihan, sadece herkese açık resmi kaynaklara, Ticaret Bakanlığı verilerine dayandırdığı haberlerle, İsrail’e yönelik askeri ya da sivil her tür ihracatı ve işbirliğini açığa çıkarmıştı. Tabii ki bu yüzden yani saklayacak günahı olan bir devlet gücü, Metin Cihan’ı cezalandırdı ve insanların bu haberlere ulaşması engellenmeye çalışıldı.
Metin Cihan’ın sözlerini alıntılayalım: “Twitter, özellikle X adını aldıktan sonra, yani dünyanın her yerinde katliamcı ve baskıcı politikaları destekleyen bir zengin züppe tarafından satın alındıktan sonra, sansür sıradan bir uygulama haline geldi.”
Ama çok ironik bir şekilde, “milletimizin öteki devleti”nden gelen ve sosyal medyaya düşen bir paylaşım da Türkiye-İsrail ticaretini doğruladı. Azerbaycanlı bir TV sunucusu, adeta Sovyet döneminden kalma bir soğuklukla, “İsrail’e Azeri petrolü”ne karşı Türkiye’de eleştiri yapanları fırçalamış (ve galiba eleştiri yapanlarla ticaret yapanları karıştırmış!). “Madem Azerbaycan’ı eleştirirsiniz, İsrail’e düşmansınız, neden ticarette 5. sıradasınız?” demiş… Sonra da bir miktar duygusala bağlamış: “Unutmayın ki size rağmen Türkiye zorda olsa yine ilk yardıma Azerbaycan gelecek” demiş ve sonunda da bombayı patlatmış, “İsrail size depremde yardıma geldi” demiş! Yani “Bize depremde yardıma gelen, üstelik ticaret sıralamasında 5. sırada olduğumuz bir İsrail, alt tarafı 60 bin insanı katletmişse, ne var bunda!” … dememiz gerekiyor anlaşılan…
Burası çok açık… Ama bir de devletin çıkar odakları içindeki hesaplar ve alışverişler durup dururken açığa çıkıveriyor! Mesela savaşkan ruhumuzu, “yeniden büyüklüğümüzü” bize hissettiren, komplekslerimizi tımar eden “medarı iftiharımız”
Baykar Teknoloji ile İsrail’e askeri donanım satan İtalyan savunma sanayi devi Leonardo arasında (şen kahkahalarla bezenmiş bir tören ile) bir ortaklık imzalanıyor. Ama birtakım devlet ve ekonomi kesişimindeki bu kardeşlik “masum” kalamıyor. Bir yandan Baykar’ın ne kadar da dünya çapında bir savaş şirketi olduğuyla böbürlenelim derken, daha insanca ve savaşsız, katliamsız yaşamak isteyen toplumsal kesimler (mesela İngiltere’de, Filistin destekçisi Palestine Action isimli grup) kalkıp, Leonardo’nun Londra’daki merkez binasının girişine kırmızı boya atarak protesto düzenliyor. E tabii bu eylem Filistin için yapıldığı için de “A Haber” haber yapıyor! Yani bir yandan övünmek için bir fırsat var, diğer yanda hamaset ihtiyacımız için protestoyu anlatacağız… İki ucu pis değnek! Ama bir yandan da sahtekâr durumları açığa çıkaran güzel bir paradoks!
Tabii ki Leonardo ve Bayraktar’ın ölüm makinesi yapma konusundaki işbirliğine karşı, Türkiye’de de Öğrenci Kolektifleri tarafından düzenlenen bir eylemin ardından, iki üniversite öğrencisi gözaltına alınıyor. “İkiyüzlü” bir durum olduğu çok açık; birileri hem “Soykırımın karşısındayız” diyor, hem “soykırımcılara silah satıyor” hem de “Silahlarınızla soykırım yapıyorlar!” diye bağıranlar içeri atılıyor… Hatta “üçyüzlü” bir durum söz konusu…
Yani aslında minareye bir türlü kılıf dikilemiyor.
İnsandan suya, ağaçlara uzanan adaletsizlik
Bu arada 2022’de toplumsal hareketlerin itirazıyla geri çekilen “zeytinliklere ölüm” fermanı (“Enerji ve Maden Yasası”), şimdi TBMM’ye yeniden getiriliyor. Gene bir “torba yasa” kurnazlığıyla ve “kamu yararı” gerekçesiyle zeytinlik alanlar madenciliğe açılmak isteniyor. Üniversitelere “açıkça ve agresif bir şekilde saldıran” Sam Amca’nın borazanı Vance’ın mantığıyla, inatla saldırmaya devam ediyorlar yani. Böylelikle, düzenin içindeki yeni “okumuşlar” ya da “Artık sıra bizde” diyenler, hem bir geçim kaynağını hem de binlerce yıllık bir kültürü, gıda güvencesini, sağlıklı toprağı ve temiz suyu izansız bir şekilde yok etmeye devam ediyorlar.
Ve gene aynı anda… Kanal İstanbul güzergâhında 2,5 milyon metrekarelik alanın imara açıldığını öğreniyoruz! Parti-devlet yönetimi ve etrafındaki çıkar şebekesi, toplumu dinlemeden düzeni sürdürebileceklerine inanıyorlar belli ki… Ve tabii ki çok korkuyorlar; dururlarsa düşeceklerini hissediyorlar ve bu yüzden inatla, asla ve asla vazgeçmeden aynı yolda devam etmeye çabalıyorlar.
Aslına bakılırsa, Vance gibi yeni elitlerin kafalarının çalışmadığını söylemek mümkün… Ama bu adamların meselesi daha başka; bunlar geleceği yok ettiklerinin farkındalar ama bu, onlar için önemli değil; onlar “kutsallaşmış” bir düzen altına girip korkunç bir güç oluşturmak için her türlü ahlaksızlığı yapmak üzere kafa çalıştırıyorlar.
Bu arada ekonomi battığı için, Deli Dumrul misali, geçenden 1, geçmeyenden döve döve 100 akçe alan, sinekten yağ çıkarmaya çalışan bir ganimet ve cezaya dayalı bir ekonomi yönetimi… İşini doğru dürüst yapan şirketlerden, köprülerden, vatandaşı kurnazca tuzağa düşürerek kesilen trafik cezalarından medet uman bir yönetim…
Kendi toplumunda olup bitenleri seyreden, ceza kesen, sağlık, eğitim bütün sistemleri darmadağın eden, siyahlara karşı Amerikalı, Filistinlilere karşı İsrailli polisler gibi, eylem yapan gençlere tarifsiz bir şiddet uygulayan polisleriyle var olabilen bir yönetim “Türkiye yüzyılında dünya liderliği” hayalleri satıyor. …
Öyle bir dünya ve toplumda yaşıyoruz ki… Acımasız bir sınıfsal uçurum… Kibirli güçlülerin dar dünyalarının dışında derin bir umutsuzluk ama aynı zamanda bıkkınlık ve biriken bir öfke var… Ve bu öfkenin biriktirdiği bir umut… Bir yanda, gücüne güç eklemek isteyen kapitalist bir mantık ve o mantığın altında, o mantığa esir olmuş irili (gerçekten iri!) ufaklı (çömez) kapitalistler ve onların kafa sallayıcısı akademi ve medya dünyası…
Barbarlık ve gangsterlik arasında gidip gelen bir hegemonya altında, ezilmişler nasıl düzeni düzen, devleti devlet yapıyorlarsa, hareketi ve değişimi de gene onlar yapacaklar. O yüzden, evet, “Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor” diyen o profesör belki de haklı… Kendisi gibi “okumuşların”, kibir ve arsızlık eşliğinde kazandıkları güçle dayattıkları o barbarlık düzeni karşısında, zeytinliklerini, ormanlarını, akarsularını, kısaca hayatı koruyan okumamış köylüler, kadınlar ve gençler toplumu değiştiriyorlar.
Son bir örnek de dışarıdan gelsin: İsrail yıllardan beri katliam yapıyor. Lübnan’ı, Yemen’i, Suriye’yi bombaladı. Şimdi de Gazze’de yaptığı soykırımı desteklemek, dünya kamuoyunun odağını değiştirmek ve tabii ki Ortadoğu’yu kaosa sürükleyip denetleyebilmek için ahlaksızca İran’a saldırı düzenliyor. İşte böyle bir trajedi yaşayan İran’da neler olduğuna dair Medyascope’ta Ruşen Çakır’ın sorularına cevap veren Kenan Çamurcu’nun anlattığı küçük bir anekdotu aktarayım. İran toprakları İsrail füzeleri tarafından bombalanırken, otomobilini süren bir kadının başını bir-iki kere açtığını fark eden ahlak polisleri (ya da kameraları) kadına ceza veriyorlar, arabasını bağlıyorlar. Düşünün, kafanıza bomba yağıyor, siz kadınların başörtüsüne gözlerinizi dikiyorsunuz!
Başka bir gelecek arzusu
Son söz: Hani yukarıda daha iyi bir yaşam için arzu ve hayallerin hiç bitmeyeceğini yazmıştım ya… İçinde yaşadığımız zamanlarda da insan daha başka bir devlet, yönetim, siyasetçi falan istiyor. İnsan, Türkiye’de, İran’da, İsrail’de ya da ABD’de devletinin, zeytin ağaçlarıyla ya da başörtüsü ile uğraşan bir heyula yerine, başka bir şey olmasını istiyor; bu kadar kötü ve korkutucu olmamasını istiyor. Yani biz, Ortadoğu’nun kendilerine Tanrı tarafından verildiğini anlatan kutsallıklara aptalca inanan birtakım İsrailliler gibi olmak zorunda değiliz.
Buna karşılık, devletin, aşağılık ve üstünlük kompleksi arasında gidip gelen kibri yerine, insanlarına saygı göstererek, onları tanıyarak, Siyonist soykırımcılara karşı birlikte durmanın yaratacağı duyguyu yaşamak istiyoruz mesela…