Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Sürgün ve katliamın tanıkları

23 Şubat 1944’te başlayan, binlerce kilometrelik “Ölüm Yolu”nda devam eden sürgün yolculuğunun daha ilk haftasında açlık, soğuk ve hastalıktan 70 bin insan öldü. 

13 yıl boyunca Sibirya ve Orta Asya topraklarında yaşamaya mahkûm edilen insanlar büyük kayıplar yaşadı. 

Sürgün döneminde 200 bin Çeçen ve 30 bin İnguşun yanı sıra Dağıstan’da yaşayan 29 bin Akkin Çeçeninden 20 bini hayatını kaybetti. 

Sürgün tanıklarının anlattıkları, tarihin en trajik sürgünlerinden birine ışık tutuyor. Onlar hiç unutmadılar. 

Anılarını farklı tarihlerde Eto Kavkaz haber sitesine anlatanların yaşadıklarını okuyalım ve biz de unutmayalım… 


‘Çocuklar karpuzları, biz ise kabuklarını yiyorduk’

1934 doğumlu Xaldat Magamadova, sürgünde yaşadıklarını hiç unutmuyor ve “Çocukluk yaralarım hâlâ iyileşmedi” diyor.

Şu anda Grozni’de yaşayan Magamadova, sürgünün ilk yıllarına dair anılarını şu sözlerle anlatıyor:

“23 Şubat 1944 sabahında ben ve 5 kardeşim silah zoruyla yataklarımızdan kaldırıldık ve sokağa çıkarıldık. Aslan Şeripov Köyü’nden kimsenin bilmediği bir yere sürüldük. En büyüğümüz 15, en küçüğümüz ise 2 yaşındaydı. Babam birkaç yıl önce ölmüştü, annem ise alışveriş için bir gün önce Şatoy’a gitmişti. Köyün merkezine götürüldük, çok kalabalıktı. Askerler bağırıyor, köpekler havlıyordu. Kadınlar ve çocuklar ağlıyordu. Hiçbir şeyden haberimiz yoktu.

Annemi de Şatoy’dan almışlar. O da herkes gibi Kazakistan’a gönderilmek üzere trene bindirilmiş, çocuklarını aramasına izin verilmemişti. Biz de daha önce sığırların taşındığı vagonlara tıkıştırıldık. Havanın ne kadar soğuk olduğunu çok iyi hatırlıyorum, delice esen rüzgâr ve dayanılmaz bir açlık hissi… Kazak bozkırlarında Kızılorda’ya götürüldük. Yolculuk süresinde şefkatli insanlar tarafından beslendiğimiz için hayatta kalmıştık. Abilerim Vahid ve Şuddi devamlı yiyecek arıyordu. Vahid ne bulursa bize veriyordu, kendisi yeterince beslenmiyordu. Kısa bir süre sonra tifüse yakalandı ve öldü. Şuddi ise bir yetimhaneye gönderildi. Ben, kardeşlerim 2 yaşındaki Sultan ile Hamsat ve Şumisat hastaneye kaldırıldık. Orada da açtık. Hastanede yatan Kazakların ailelerinin çocuklarına karpuz getirmesini bekliyorduk dört gözle… Çocuklar karpuzları, biz ise kabuklarını yiyorduk.

O kasvetli günlerden birinde koridorda annemin sesini duydum, kız kardeşlerimi uyandırdım ve koridora koştuk. Annem bizi bulmayı nasıl başarmıştı? Hiç Rusça bilmeden önce Şuddi’yi, sonra da bizi bulmuştu. Annemin bizimle kalmasına izin verilmedi, en küçük kardeşimizi alıp, yerleştiği kolektif çiftliğe gitti. Birbirimizi bir daha hiç görmedik. Yıllar sonra bir köylümüzden annemin açlıktan öldüğünü öğrendim.

Şuddi de ölmüştü. Hastaneden sonra farklı yetimhanelere gönderildik. İkizim Hamsat’tan bile ayrı düşmüştüm. Yetimhanede korkunç bir kıtlık vardı, yetimhane müdürü devletin bize tahsis ettiği ürünleri evdeki çocuklarına götürüyordu. Ve bize günde iki veya üç yemek kaşığı yulaf lapası veriliyordu. Bazen ayağa kalkacak gücümüz kalmıyordu. Tahta kalasların üzerinde uyuyorduk. Açlıktan günde 3-4 çocuk ölüyordu. Yetimhanedeki hayatım sadece açlıktan ibaret değildi; hakaretler, aşağılamalar ve dayaklar da eşlik ediyordu açlığa… Çocuklar bana ‘hain’ diye seslenirdi.”


Kişi başına günlük 100 gram buğday

1940 doğumlu Alanbek Yandiev: “Kazakistan’da, annem de dahil olmak üzere herkes kolektif çiftlikte çalışıyordu. Para yerine bize 6 kişi için günlük 600 gram buğday veriliyordu. Verilen buğdayları bazen kızartarak bazen de haşlayarak yiyorduk.”


‘Babamın son hatırası’

1939 doğumlu Zolotxan Sampieva: “Annem yüksek sesle ağlayarak bizi odadan çıkarmaya başladı. Aniden durdu… Ölmüş babamın fotoğrafını duvardan almak istedi ama asker tüfeğini ona doğrulttu, annem korkup geri adım attı. Ben o minicik halimle askere doğru koştum. Annemi korumak için askeri ittim. Asker beni anneme doğru fırlattı. Babamın son hatırası o duvarda asılı kaldı.”


Evde dans, sokakta gözyaşı

1947 doğumlu Murad Bekov: “Stalin’in ölüm haberi bir anda tüm köye yayıldı. Herkesle birlikte ağladım ve korktum, eve koştum. Avluda homurtular vardı.
Aynı bahçede yaşayan Almanlar, evimize doğru ‘Zelimxan Amca, güzel haberler var’ diye seslenerek koşuyorlardı. İnsanların yüreğini kurtuluş sevinci kaplamıştı. İşte o gün ilk kez doya doya et yedim. Enteresan bir gündü: Evde dans ve neşe, sokakta gözyaşı ve hüzün.”

Serap Canbek
Serap Canbek
İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümündeki tahsilinin ardından sigorta sektöründe çalıştı. 2011 yılından beri Jıneps gazetesinde yayın kurulu üyesidir.

Yazarın Diğer Yazıları

Yeryüzünde güçlü izler bırakan kadın: Şamirze Ludmila

Avrupa Parlamentosu’nun Strazburg’daki binasının önüne 1994 yılında dikilen ve Avrupa Birliği’ni sembolize eden heykeli yapan sanatçı Ludmila Tcherina’nın babasının Çerkes olduğunu tesadüfen öğrenip de...

Sürdürülebilir kültürel miras

Sürdürülebilir kültürel miras Çocuklar, bir halkın kimliğini ve kültürünü yansıtan anadilleriyle kimlik kazanır ve sosyalleşir. “10 sene sonra bulamayacağımızı düşündüğümüz Adıgabze çocuk seslerini kayıt altına...

Savaşa dair iki film

Abhazya Savaşı’nın 30. yılında, Gürcistanlı yönetmen ve senaryo yazarı Nana Janelidze’nin “Devam Et Lisa” ve Tiflis’te yaşayan Abaza yönetmen Anna Dziapşipa’nın “Sınır Çizgisinde Otoportre”...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img