Torunları ile aynı yaştayım. Oğlu ile babamın birlikte çektirdikleri ‘‘haftalık’’ fotoğraf halen ofisimde duruyor. Biri papyonlu diğeri kravatlı, yan yana ve ikisi de ayakta hayli kusursuz Avrupai bir fotoğraf, merakla inceleyecek birisi için potinler biraz zayıf sayılır o kadar, bir de babamın Hitler bıyıkları.
Evlerini satıp gitmiş ve hiçbir zaman dönmemiş aileden babamla birlikte bir çok fotoğrafı olan Selo amcayı yıllar sonra Samsun’da tanıdım, Sinop’ta tapu dairesinde görevli bir memur olarak. Atatürk’ün ölümünden tam on ay önce çekilmiş fotoğraftan bahsettiğimde o fotoğrafın kendisinde de olduğunu söylemiş ve henüz hayatta olan babamı sorgulayıp durmuştu. Bütün bunlar olduğunda henüz 17 yaşındaydım ve ilerde öğreneceklerim, Osmanlının diğer her türlü kusurunu bir yana itecek, dünya parlamentolarının gündemini işgal etmesi bir yana, yeni kurulan cumhuriyeti yıllarca töhmetler altında bırakacak netameli bir konuydu ve nasıl çözüleceği de belli olmayan.
Selo amcayla saatlerce yürüyüş yapıp, birbirimizi sorguladığımız yağmurlu o Samsun akşamından tam iki yıl sonra, Al-Hamra caddesinde yazıya çıkmış eylemcilerin, Beyrut sokaklarında ne yazdıklarını anlayamamış, gelip otelin sahiplerine sormuştuk ne oluyor diye. Epeyce soğukkanlı cevap verdiklerini hatırlıyorum şimdi; 24 nisan Ermeni katliamı, bilmediğiniz bir şey mi bu sizin? Bilmiyorduk. O gece bizi katletmedi Antep sürgünü Ermeniler, o gece ve ondan sonraki doksan gece. Hatta eksik paralarımız ve ödemekte zorlandığımız hesaplara rağmen. 19 yaşında ODTÜ öğrencisi bir genç olarak dünyada bilmediğim bir şey yoktu, yanı başımdaki Ermeniler hariç. Sonraki yıllar bu HARİÇ lerin ne bitmez tükenmez olduğunu öğrenecektim. Yıllar sonra Nazım Hikmet’in de haberi olmadığını ‘‘tırnak’’ içinde öğrendim. Bu bana teselli vermedi elbet. Sonradan Murat Belge’yi de memnun eden bir evrak, onun bu işten haberdar olduğunu, ama kaygı ve feveranlarının araya kaynadığını gösteriyordu veya her neyse işte.
Keseyhable’nin içinden ince bir cılga gibi çıkıp, karaçam ormanları içindeki küçük meşe korusunun yakınlarında kaybolan yolun ismiydi Şaliha yı ğog (Salih Efendinin Yolu) ve pek az insanın kullandığı ve hiçbir yere varmayan bir patika. O ormanın derinliklerinde yaşadığı dönemde su kaynaklarını ve onlarca yabani meyve fidanını keşfedip köye gönderdiği ve saklanıp durduğu yıllar boyunca, yardım ettiği Amasya posta müdürü ve valisi, Ermeni katliamı nedeniyle yargılanmış nadir görevlilerdendi ve giydikleri hüküm idam idi.
Salih Efendi muhtemelen Teşkilat-ı Mahsusa’dandı ve bir Osmanlı miralayından dul kalmış Keseykolar’ın zengin kızı Hacı hanım ile bir Vekilharç olarak köye geri dönmüştü. Akıllı, saygın ve becerikli birisi olarak anlatılır. Bütün köylüyü seferber edip üzüm bağlarını kurmuş, ormanlardaki küçük su kaynaklarını köye getirip çeşmeler yaptırmıştı. Arapça ve Ermenice biliyordu ve Amasya posta idaresine ulaşan, Van’ dan yazılan ve Merzifon’ a gönderilen mektupları tercüme etme ihtiyacı çıktığında, vali tarafından aranıp bulunmuş ve tercüme görevlisi olarak idareye yardım etmişti. Bütün bu çalışmaların sonunda Merzifon ve Gümüşhacıköy civarı Ermenileri’nin tehciri gerçekleşmişti, yüzlerce ölü ile birlikte. Bu, bizlerden sır gibi saklanan şey yine bizim köyden yıllar önce ayrılmış başka birisi tarafından 30 yıl sonra, pek de rahatsızlık duyulmadan anlatılmıştı. Halbuki köylüler bu sırrı yıllar sonra öğrenecekler ve çocuklarına asla anlatmayacaklardı.
Konuyla ilgili başka bir sır daha vardı ki, bir yandan olağanüstü insani görünüyordu, diğer yanıyla ise utanç verici. İnsani görünen durum Çerkesler’e sığınıp canlarını kurtarmış bir aile ile ilgili idi ve muhteşem komşularımızdılar. Rıfat usta ve ailesi. Bizler gibi Türkçe isimleri vardı ve dört erkek ve iki kızdan oluşan çocukları, Çerkes düğünlerinin en fiyakalı oyuncularıydılar, üstelik kızlar mızıka çalar düzgün Çerkesçe konuşurlardı. Evlerinin etrafında on dönümlük bahçe dışında arazileri yoktu ama dülgerlik, ayakkabı tamirciliği, teneke soba imalatı, marangozluk gibi işler yaparlardı. Evin yaşlı hanımı Hidayet ana, kocakarı ilaçlarının ustası idi, bel çeker, yakı yapardı ve bütün aile ciddi boyutta hayvancılıkla uğraşırdı. Annemin ceviz konsolu da dahil tüm çeyizini Rıfat usta yapmıştı.
Lise çağlarına geldiğim yıllarda, onlar da evlerini sattılar ve dev kangal köpekleri Tomas da dahil neleri varsa bir kamyona yükleyip, bütün komşularını gözyaşları içinde bırakarak Merzifon’a taşındılar ve bir daha izlerine rastlamak mümkün olmadı. Onlar gittikten birkaç gün sonra söylediler bize Ermeni olduklarını.
Olayların geçip gitmesinden tam 53 yıl sonra açıklanan, karşılıklı olarak ve bir suçmuş gibi saklanan bu sır, bu gün hala dehşete düşürür beni. Olayı hatırlamak istemeyen iki taraf, sessiz bir inkar içindeydi ve insani olarak bulunan yol bundan ibaretti. Onların gizlenme istekleri anlaşılır bir şeydi ama Ermeni olarak onları sevdirmek yerine, gizli bir kimlikle sevdirme çabasıydı içine düştükleri durum ve acı olan da buydu zaten. Rıfat usta ve çocuklarını sevmeye sevmiştik ama başka bir kimlikle. Gerçi çekilen onca acı içinden daha iyi bir çözüm nasıl çıkabilir.
Salih Efendi herhangi bir kovuşturmaya uğramadı. O ormanlarda saklandığı birkaç yılın sonunda köye dönüp kendisini insanlara yardım etmeye, ihtiyaçlarını karşılamaya, meyvecilik, arıcılık, hayvancılık gibi köylülerin yaşam kalitesini arttıran ne varsa önderlik yapmaya çalıştı. En çok yardım ettiği aile, o Rıfat ustanın ailesi idi ve muhtemelen de o getirip saklamıştı aileyi. Babam bu konuda hiç konuşmadı, Salih Efendi’nin gönüllü bir şekilde bu işe karıştığına inanmak istemedi ve belki de zorla götürülmüştü kim bilir.
Şaliha yı ğogu, çocukluğumuzda tırmanmakta zorlandığımız, hiçbir yere çıkmayan ve ormanın derinliklerinde kaybolan ürkütücü bir yoldu, tıpkı Salih Efendi’nin bir türlü aydınlığa kavuşmayan ürkütücü yaşamı gibi.
Sayı: 2008 03