Sürgün Yaşamların Edebiyata Yansıması; “Beyaz Mendil”

0
667

Kafkasya’da Çarlık; siyasi, iktisadi, kültürel, coğrafi, tarihi sorunları savaşla çözmek istemiş, kan ve göz yaşı dayatmıştı. 1864 sürgününü emperyalist işgalcilerin yıkıcı savaşları, hegemonyaları, kıyımları doğurmuştu. Milyonlarca insan kitlesel ölümlerin en çetinini gördü. Dünyanın neresinde olursa olsun işgal ve savaşlarla; uygarlıklar yok edildi, insanlar topraklarından sürüldü. Dilleri, gelenekleri, kültürleri, zenginlikleri yağmalandı.

Çerkes edebiyatçıları disapora edilen yaşamlara seyirci kalmadı. Sürgünden sonra pek çok edebiyatçı, yazar, şair, sanatçı çıktı. Her biri farklı eserler ürettiler. Sürgün konulu pek çok şiir, öykü roman yazıldı. Tümü sürgün yaşamları anlatan edebi çalışmalardır. Çetin Öner, Dağlara Yazılıdır romanıyla; Çerkes yaşamını, yerleştirildikleri topraklarda komşuluk ilişkilerini, düğünleri, gelenekleri, misafirperverlikleri ele alıp işlemiştir. Hayri Ersoy, Sürdüler Sürgün Olduk romanıyla sürgün sonrasının yaşamını anlatmıştır. Yismeyil Özdemir Özbay, Anadolu’da Kaf Dağı Öyküleri ile sürgünlerin yaşam kesitleri ile kültürel gelenekleri öyküleştirmiştir. Kadın – erkek, büyük – küçük ilişkileri ile aile protokolünü, gelenek – görenekler içerisindeki yaşamı, insanın hayata dair sorunlarını dillendirmiştir.

Sürgünleri acıları ağlatmış, mutlulukları güldürmüş. Onlar pek çok acı öyküler dinlemişler. Niceleri torunlarına acı, ölüm, gözyaşı öyküleri anlatmıştı. Anlatılanların tümü roman ve öykülere dönüştürülebilmiş değil henüz.

Kalemim Kaydı adlı çalışmasında Musa Uysal; Suzan ve Abrek’in öğretici öyküsünü şöyle dillendirmiştir: “Abrek büyük sürgünden önce Kafkasya’da herkesin gördüğü, herkesin sevdiği yiğit ve onurlu bir kişi. Gözü pek bir genç. Hep zayıfların yanı başında. Yoksulların yardımına koşar, darda kalanın imdadına yetişirdi. Ne var ki kötü gitmişti yaşamı. Kaf dağının başına kara bulutlar çökmüştü. Yiğitliği yetmemişti binlerce Çarın askerlerini ülkesinden sürmeye. Çarın askerleri gün vermişler: ‘On beş gün içinde buraları terk edeceksiniz.’ Abrek’in uykuları kaçmıştı. Gece gündüz düşünmüş, beyaz atıyla kırlarda dolaşmış. Sonunda bir sabah halkını başına toplamış. Eşikteki beşikteki çocukları düşünmüş: ‘Bunlar ölmesin.’ Yeni yetme kızlara, delikanlılara bakmış: ‘Bunlar kılıçtan geçirilmesin, sevda şarkıları söylesinler, gönüllerince dans etsinler meydanlarda.’ Sonra buğulu gözlerini halkın üstünde gezdirdi: ‘Ben gelene dek hazırlanın.’ Başka söz söylemedi, atına atladı, çekip gitti. Gitti gitmesine de gönlü razı değildi, ülkesini terk etmeye. Ama çaresiz mi çaresizdi. Halkı o ne ders olur diye gözünün içine bakıyordu. Gidelim derse çekip gidecekler, kalalım derse kalacaklardı. Ölelim derse öleceklerdi. Sonunda: ‘Düşman merhametine terk etmeyelim çocuklarımızı’ demiş, hep birlikte gitmeye karar vermişlerdi. O savaş yıllarında yoksulların yardımına koşan, kıtlıkta halkını aç bırakmayan Abrek, iki köy ötedeki nişanlısının köyüne gitti. ‘Birlikte gidelim yad ellerde kıyılsın nikahımız’ diyecekti nişanlısına. Ne zamanki köyün kıyısına vardı, evinin önündeki erik ağacında asılı beyaz mendili gördü. O zaman anladı nişanlısının köylüleriyle sürgün edildiklerini.”(..)

 

Sayı : 2009 05