Bekir Aşba, Abhazya-Gürcistan savaşında bulunan gönüllülerden. Daha önce hiç görmediği anavatanına savaş nedeniyle giden Aşba, orada yaşadıklarını ‘Üşüyorum’ adlı kitapta topladı. Kitapta yazılanları; ‘dünyanın herhangi bir yerinde savaşı yaşayan bir insanın gördükleriyle aynı ya da benzer’ diye tanımlayan Aşba, “Başka bir kimlikle, bir başka coğrafyada da olabilirdim. Yani, kitapta anlattığım sadece savaş değildi” diyor.
Çok sevdiğim bir parkam vardı. Daha önce, bir trafik kazası sonucu hayatını kaybeden amcaoğlumun mirasıydı bana. O çok sevdiğim parkayı örttüm, Bahadır’ın üstüne. Ölen birinin üzerinden alıp, ölecek olan birinin üzerine örtmek. Kefen gibi. Ne garip değil mi?
Abhazya’daki en yakın arkadaşım Efkan’dı. Çocukluk arkadaşımdı. İlk gidişimde Efkan’ı kaybettim. Bahadır’ı da çok seviyordum ve Bahadır’ın da beni sevdiğini biliyordum. Aramızdaki dostluk, kıskanılası bir dostluktu. Savaş sonlarında gittim. Son saldırıda bu kez Bahadır’ı yitirdim.
Jıneps: “Üşüyorum” kitabının yazma sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?
Bekir Aşba: İki sene önce başladım ve 7-8 aylık bir süreç içinde yazdım. 7-8 ay derken belirtmeliyim ki, bu sürede sadece kitaba zaman ayırarak oturup yazmadım. İşe trenle gidip gelirken, yani tren seyahatlerimde ya da boş zamanlarımda kafeler de yazdım. Kitabı yazma kararını vermeye iten güç, “kitap yazayım da insanlar okusun” fikri değildi. Yazmayı çok severim, yıllardır kısa kısa yazılar yazardım. Abhazya’da yaşadığım dönemleri ise sürekli kafamda yazıya döker, fakat hayata geçiremezdim. Bu, yıllarca sürdü. Sanırım 2008 yılında, kafamdakileri kağıda yazmaya başladım ve sonrası çabuk geldi. Basılmasa da olurdu, kendim için yazacaktım. Yazmaya başladıktan bir süre sonra, Rusya Federasyonu Abhazya’yı tanıdı. Gelen maillerde ve internetteki yorumlarda, Türkiye’deki insanların sevincini gördüm. Tanıdığım arkadaşlarımı gördüm televizyonlarda. Fakat, Abhazya savaşında mücadele eden bir tek arkadaşım yoktu ortada. O zaman, sevinemedim ben de. Arayamadım kimseleri. Paylaşamadım sevincimi yine. “Herkes bu kadar sevinirken, bizim hakkımız yok mu sevinmeye?” diye sordum kendi kendime. İşte o zaman, bu kitabın basılması gerektiğine karar verdim.
J: Yaşanan bu sevincin çok daha öncesine yani savaşa dönersek, Türkiye’den Abhazya’daki savaşa gittiniz. Kitabınızda anlattıklarınız savaş sırasında yaşananlar mı?
B.A: Bir Abazayım ve Abhazya’ya gittim. Ama başka bir kimlikle, bir başka coğrafyada da olabilirdim. Yani, kitapta anlattığım sadece savaş değildi. Kitabı okuyanlardan sadece 1-2 kişi, kitapta sadece savaşı değil dostluğu da gördüklerini söylediler. Oysa benim asıl anlatmak istediğim en önemli olgulardan biri de, o dostluktu. Globalleşen dünyada, her şeyin sanallaştığı söylenir. Oysa biz, gerçek dostluğu bulmuştuk. İnsanlara böyle dostlukların da olabildiğini göstermek istedim. Yansıtmak istediğim buydu. Abhazya devlet olma mücadelesi verirken, bir Abhaz olarak elimden geleni yapmak istemiştim. Bu kitapta, dostluk ve bir kültürün, bizim kültürümüzün yokolmaması için verdiğimiz mücadele anlatılıyor.
J: Daha önce hiç görmediğiniz Abhazya’ya, savaş başladığında gittiniz. Sizi oraya çeken duygu ve bağı nasıl açıklayabilirsiniz?
B.A: Bir bağın olduğu kesin, ama bunu kitabımda bile açıklayamadım. Burada (Türkiye’de) yaşarken, “Benim vatanım Abhazya” dediğimde insanlar anlayamıyordu. Türkiye’de, insanların tek bir anavatanı olmalıymış gibi bir mantık var. Anavatanım Abhazya, ama Türkiye’de doğdum ve yaşadım. Türkiye sevdiğim bir coğrafya, kültürü de öyle. Çünkü bizler, o kültürle de yoğrulduk. Bu duyguyu “azınlık” olmayan halklar anlayamaz. Anlayamamalarını da yadırgamıyorum ayrıca. Bizim iki anadilimiz oldu. Abhazya’yı, vatan sevgisi ile sınırlamak bence çok yanlış. Kitabımda da belirttiğim gibi, Abhazya bizim sevdamızdır.
J: Sevdasına ulaşmak için yola çıkan aşıkların ki gibi bir duyguydu o halde, sizi oraya çeken bağ…
B.A: Evet. Dünyanın neresinde olursak olalım, Abhazya yüreğimizde taşıdığımız sevdamız olacaktır. Bunu belki Abhazyalılar da anlamayabilir. Çünkü orada doğdular, orada büyüdüler, orada ölecekler. Biz ise belki burada, belki İsviçre’de ya da başka bir yerde. Ama o sevda hep yüreğimizde olacak.
J: Kitabınızı yazarken, “kendi anılarımı yazmalıyım” fikriyle mi yola çıktınız? Ya da Abhazya’da yaşanan olayların tarihe bir not olarak düşülmesini mi istediniz?
B.A: İkisi de değil aslında. Bir “anlatı” olarak nitelendiriyorum ben. Yaşadıklarımı ve bunların bana hissettirdiklerini, insanların bilmesini istedim. Bu kitap bir anlatıdır. Kardeşimle, hatta birlikte ölüme baş koyduğum insanlarla bile paylaşamadığımız duygularımızı anlatıyorum kitabımda.
J: Belki de toplumsal yapımız ve geleneklerimiz nedeniyle, bazı duygularımızı büyüklerimizle değil de arkadaşlarımızla paylaşıyoruz. Oysa siz arkadaşlarınıza bile anlatmamışsınız.
B.A: Evet. Kutsallığı bozulacakmış gibi geldi belki de. Daha güler yüzlü konulara dönüştürdük hayatı. Madalyonun gülen yüzüne baktık hep. Kendi içimizde, özelimizde saklamak için. Ben, işte bu duyguları saklamama cesaretini göstererek bu kitabı yazdım.
J: Kitabınızda kullandığınız dil yalın ve içten. Özellikle Efkan ve Bahadır’ın ölümünün size yaşattığı duyguları anlatırken, okuyanlar cümlelerin içine çekiliyor adeta. O anı yaşıyorlar sizinle. Ya da bunun nedeni, aynı savaşın tanıkları olmamız mı acaba?
B.A: Abhazya savaşı döneminde herkes, bir şekilde konuya ilgiliydi. Bence bu yüzden tanıdık geliyor. Aslında yazılanlar, dünyanın herhangi bir yerinde savaşı yaşayan bir insanın gördükleriyle aynı ya da benzer. Bu yüzden, kitabı Çerkes toplumunun dışından kişilerin okuyup karar vermesi daha doğru olur. Ama belki kitabımdaki anlatım daha samimidir, bilemiyorum. Sadece, kitabı okumaya başlayanları yormayan ve herkesin rahat bir şekilde anlayabileceği bir dille yazmaya özen gösterdim.
J: 1992 yılında Abhazya, Adapazarı, İstanbul, Eskişehir ve İnegöl gibi hareketli bölgeler vardı. Siz Adapazarı ve İstanbul’da yaşadınız ve oradan Abhazya’ya gittiniz. Kitabınızı yazdıktan sonra, aynı coğrafyaları tanıtım ve imza günleri için tekrar ziyaret ettiniz. İki dönemi karşılaştırdığınızda nasıl bir perspektif ortaya çıkıyor sizce?
B.A: Kitabın tanıtımında “93 ruhu”sloganını kullandık. O zaman, tüm Çerkes halkları tek bir yöne, yani Abhazya’ya kilitlenmişti. İmza günlerine gelenlerin gözlerinde, 93 ruhunu gördüm. Çerkes halklarının içinde ilk bağımsız devlet, Abhazya. Bir de Güney Osetya eklendi. Dünya devleti olma yolunda ilerleyen 2 halk. 1992-93 yıllarında olduğu gibi, insanların tek yumruk olduklarını hissettim imza günlerimde. Bir de savaştan sonra yetişen genç nesiller için, Abhazya’ya yeni bir bakış açısı getireceğine inanıyorum. Aslında, beni çok sevindiren bir şey daha itiraf etmeliyim; bu kitap sayesinde, cephedeki arkadaşlarımın bir kısmıyla da olsa tekrar buluşma şansım oldu. Kucaklaştık. Bu, harika bir duygu.
Abazacaya çevriliyor
J: Kitabın, Abazacaya tercüme edilmesi gibi bir düşünceniz var mı?
B.A: Evet. Çünkü, insanların bu kitabı okumalarını istiyorum. Bunu söylerken, kitap olarak basılmasa da, birbirlerinden alarak okumalarını kastediyorum. Abhazya’dan gelen şehit anneleriyle görüştüğümde, çeviriye başlandığını duydum.
J: Güzel bir kitapla buluşturdunuz insanları. Başka projeleriniz var mı?
B.A: Abhazya mücadelesindeki bu koşuya, yukarıda da söylediğim gibi, “Bir kitap yazayım da insanlar okusun.” diye başlamamıştım. Başka bir kitap yazacağımı sanmıyorum. O cesaretin tekrar gelip gelmeyeceğini, şu anda bilemiyorum. Hatta “yazar” bile değilim diyorum. Sadece “yazan”ım.
J: Kitabınız, anılarınızı tazelemiştir. Okuduğunuzda “Şunu da yazsaydım keşke” diye düşündüğünüz şeyler oldu mu?
B.A: Anılarımı tazelemedi. Çünkü, anılarım zaten hep taze. Eksik kalan bir şeyler olmuştur mutlaka. Bu kitabı, hafızamda kalanları birleştirerek sonradan yazdım. “Yanlış hatırladığım bir şey var mıdır?” diye düşünürken, Ali ve Efkan’la Trabzon yolculuğumuz sırasında, Abhazya’ya girişe kadarki kısmını yazdığım notları tesadüfen buldum. Hemen karşılaştırdım. Vize ücretleri hariç, hepsi doğruydu. Şaşırdım. Onca yıldan sonra vizeleri hatırlayamamış olmam doğaldır, ama hafızamda kalan anılar tamamen doğruydu.
Ben Abhazya savaşı sırasında, başında ve sonunda olmak üzere iki kez Abhazya’ya gitmiştim.
Abhazya’daki en yakın arkadaşım Efkan’dı. Çocukluk arkadaşımdı. İlk gidişimde Efkan’ı kaybettim. Bahadır’ı da çok seviyordum ve Bahadır’ın da beni sevdiğini biliyordum. Aramızdaki dostluk, kıskanılası bir dostluktu. Savaş sonlarında gittim. Son saldırıda bu kez Bahadır’ı kaybettim. Çok sevdiğim bir parkam vardı. Daha önce, bir trafik kazası sonucu hayatını kaybeden bir amcaoğlumun mirasıydı bana. O çok sevdiğim parkayı örttüm, Bahadır’ın üstüne. Ölen birinin üzerinden alıp, ölecek olan birinin üzerine örtmek. Kefen gibi. Ne garip değil mi? Garip olan sadece bu değil, tam da en çok sevdiğim iki arkadaşımın öleceği zamanlar Abhazya’da bulumuştum. En çok sevdiğim iki arkadaşımın, son nefeslerine ortak olmak için gitmişim meğer. Ölmek için beni beklemişler gibi. Bu iki acı tesadüf, beni derinden etkiledi.
Sayı : 2010 05