“Siyasallaşmayı bir defo olarak görmek yerine siyasal sürece müdahil olmak gerekiyor”

0
488

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi PM üyesi Ufuk Uras’la değişen dünya düzeni, kimlik meselesi, Arap Baharı ve sivil anayasadan beklentileri hakkında konuştuk.

-Duymaya alıştığımız kavramlardan biri; “değişen dünya düzeni”. Bunu açıklarmısınız? Türkiye nasıl etkilendi, etkileniyor?

Değişen dünya düzeni denildiğinde 1989 sonrasını almak lazım. Yani iki kutuplu dünya düzeninin sona erişi. 90’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla, kimilerinin tek kutup dediğiama tek kutup olamayacağı ya da her kutbun bir başka ucu olduğunu varsayarsak, belki de ABD’nin hegemonik dünyasıyla karşı karşıya kaldık. 89 bir anlamda 68’in tersi oldu. 91’de SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte yenidünya düzeni böyle bir yapılanmaya dönüştü.

Bürokratik duvarlı sosyalizmlerden acaba bir özgürlükçü yapı olur mu umudunu taşıyorduk ama öyle olmadı. O bürokratik diktatörlüklerin beylikleri yeni düzenin de sahipleri oldular ve bir tür mafyatik rejim olarak devam ettirdiler. Ama bugün dünya analizi yapıldığında, emperyalizmi sadece ABD ile sınırlayanlar Rusya’nın bölgedeki hegemonyasını, Çin’i görmüyorlar. Bu, bizim dünyayı klasik emperyalizm teorileri ile algılamamıza neden oluyor. Biz, örneğin Vietnam’ın bağımsızlık mücadelesini heyecanla karşıladık. Ama Vietnam Kamboçya’yı işgal ettiğinde ya da Çin’in Vietnam ile problemi olduğunda geleneksel teorimiz bunu açıklayamadı. Ya da klasik emperyalizm teorisi geçerli olsa idi, AB ülkelerinin birbiri ile, Japonya’nın da ABD ile savaşması gerekiyordu. Demek ki Marks’ın dediği gibi, “Filozoflar hep dünyayı yorumladılar, ama önemli olan onu değiştirmektir.”

Ancak, değiştirmek için önce burnumuzun dibinde olanları anlamak lazım. Yenidünya düzeni denilen ve klişeler ile anlatılan şey aslında karşımızda yeni bir durum olduğunu gösteriyor. Geleneksel sol yaklaşım, üretici güçler-üretim ilişkileri çelişkisinin kapitalizmin sonunu getireceğini varsayardı. Ama dijital devrim ile kapitalizmin içinde de üretici güçlerin gelişebildiğini ve dijital devrim ile aslında kapitalizmin kendini yenilediğini gördük. Burada sorun şu: Kapitalizm kendini yenilerken kapitalizme muhalif olanlar -genel olarak sol- kendini yenileyebiliyor mu? Yoksa hala 19.yy. parametreleri içinden mi bakıyor? Tersten bakacak olursak neo-liberal hegemonyanın hegemonyası belki tam da bu yüzden. Soldan bakan bir kişi olarak, “az çalışıyoruz, çok çalışmalıyız” ya da “inancımız mı zayıf?” gibi bir niceliksel sorun olduğu kanaatinde değilim.

Bir zihinsel değişim ve dönüşüm, devrim ihtiyacı. Bu önemli. Bunun için de önce olan biteni anlamak lazım. Bu yüzden yenidünya düzeni dediğimiz, yeniden yapılanan kapitalizmde, Marks’ın anlattığı para-meta-para ilişkisinde meta buharlaşıp para-para ilişkisine dönüşüyor. Aslında spekülatif sermaye, artı değeri arttırma özelliğine sahip olmadığı için kendi içinde krizleri de barındırıyor. Ama o krizlere karşı tek başına itiraz etmiyor.

Eski dünya kötü, yenidünya da anlamlı değil. Peki farklı dünya nasıl olacak? Yenidünya düzenine karşı eski dünya düzeni özlemi ile hareket etmek, bizi reaksiyoner milliyetçi pozisyonuna hapsediyor ki onlar da yenidünya düzenini besliyor aslında. “Bunlar arkaik, naftalin kokan insanlar” gibi algılanıyor. Bu yüzden özgürlükçü sol zemin zaten hiç bir zaman sosyalizmin duvarlı olanına inanmadı. Bir rejim ancak özgürlükçü ve demokratik çoğulcu olursa, yani seçimle gelip seçimle giderse anlamlı. Basın tekeli artı politika tekeli olacak, yani çoğulculuk ve çok partililik olmayacak, bu bizim tahayyül dünyamız içinde çok anlamlı değil. O yüzden; şimdi 21.yy.’dayız ve 20.yy. yanlışlarını yapma özgürlüğümüz yok.

Peki, o da yanlış bu da yanlış, doğru olan ne? Fikirsel olarak da dünya geçiş sürecinde. Zaten onu arıyoruz. Bütün dünya ve sosyal forumlarda “başka bir dünya mümkündür”diyenlerin o dünyanın ne olduğunu ortaya koyamamalarının nedeni kavramsal geçiş. Çünkü sol lafı da sosyalizm lafı da o kadar kodlanmış ve içi kirletilmiş ki, uzun süre “biz onlardan değiliz”i anlatmak yerine belki yeni kavramlarla kendimizi zenginleştirmek istiyoruz. Bir sosyalist olarak, Miloseviç sosyalizmi ya da Mitterand sosyalizmi ile özdeşleşmek istemem. O yüzden başkaları ile farkımızı anlatırken, pozitif bir çerçevede kendi tahayyülümüzü inşa etmek lazım ki onun labirentinde insanlar kaybolmasın.

-Yani eksiklikleri tamamlamak için önce teorik bir altyapı mı oluşturmak gerekiyor? “Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi” yola nasıl çıktı?

Bu da eş anlı oluşacak birşey. Önce teoriyi oluşturalım arkasından pratik gelsin, olmuyor. Doktrinden beslenmemek lazım tek başına. Yaşamdan beslenerek, yaşamın içinden yaşamı dönüştürmek şart. En azından şunu biliyoruz, iktisat dediğimiz alan iki şey sunmuş bize. Kaynakların yeniden paylaşımını ya piyasa yapıyor ya da devlet yapıyor. Biz ikisinden de hoşnut olmadık. 20.yy., neo-liberalizmin de, bürokrasinin de kötü bir şey olduğunu bize gösterdi. Zaten Marks, “bürokrasi vampir” derken birdenbire sosyalizm deyince insanlar “devletçilik” algılıyorlar. Ben bunu çocuğumda bile görüyorum. Halbuki sosyalizm bizim açımızdan devletin sönümlenmesi, toplumun ve bireyin esas alınmasıdır.

Maalesef devraldığımız miras böyle bir miras ve içinde kaybolmamak için belki yeni bir paradigma, yeni bir medeniyet arayışı gerekiyor. Bu nedenle biz, dünyadaki ekolojik hareketlerle sol duyarlılığın birleştirilmesini çok önemsediğimiz için “Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi”ni kurduk. Çünkü ekolojik kirlenme dediğimizde bu, böyle Misak-ı Milli sınırları içerisinde bakılacak bir şey değil. Çernobil sosyalizminde neler olduğunu gördük, oradaki göllerin, nehirlerin de bir tür devletçi kapitalizmle ne hale getirildiğini, insanın ve doğanın nasıl araçsallaştırıldığını gördük. O yüzden belki solu ve sağı ile 18.yy. aydınlanmasından beslenen, insanı ve doğayı merkez alıp, doğayı onun aracı gibi gören bir yaklaşımdan yola çıkılmalı.

Marksist gelenekten kopamadığı için reel sosyalizmde halklar açısından bir tektipleştirme söz konusu. Rusça dışındaki dillerin yasaklanmasından tutun da, Lenin’in eleştirdiği Panslavizm’in Stalin döneminde Panslavist kongre ile taçlandırılması gibi her türlü acayiplikleri yaşaya yaşaya geldik. İki türlü insan tipi var; bunları görmeyip halının altına atan ve bunlarla yüzleşen. Kapitalizmin sağlıklı eleştirisi yüzleşme ve ikna edici bir alternatif tahayyülle gerçekleşir. “Kol kırılsın, yen içinde kalsın” yaklaşımı, var olan kapitalist hegemonyayı ve bürokratik diktatörlükleri sol gibi takdim etmeyi pekiştiren hallerdir diye düşünüyorum.

-Çatı Partisi konusu gündemde iken konuşulmuştu. Bu ülkede bir demokrasi var, ancak çok fakir, ileri demokrasiyi aslında liberaller ve burjuvaji gerçekleştirmeliydi. Ama bunu yapacak bir parti olmadı, burjuvazinin de zaten öyle bir ilerici yanı yok, olan demokrasi yetiyor onlara. Sosyalist partiler konumlarını ve hedeflerini korurken bir çatı partisi oluşturup ileri demokrasi için mücadele etmeli. Partiniz sadece sosyalizm değil, demokrasi hedefi ile sosyal demokratları ve daha geniş kesimi kapsayabilen bir parti mi?

Zaten “demokrasiyi savunmak burjuvazinin rüçhan hakkıdır” diye bakmak bana tuhaf geliyor. Sol dediğiniz hem demokrasiyi savunur, hem de sosyal hakları savunur. Bunların etle tırnak gibi birbirinden ayrılmadığını bilir. Demokrasiyi savunmak aslında sendikal hak ve özgürlükleri, örgütlenme özgürlüğünü savunmak, işkenceye karşı olmak, bütün kimliklerin hiyerarşik bir tabiri olmadan kendini ifade etmesini savunmak ve daha fazlasıdır. Kimlik politikası ile sınıf politikasının pekala beraber yürütülebileceğinin en iyi örneği AKP. Bir yandan neo-liberal politikasını savunup bir yandan da Sünni-Hanefi dominant hakim kimliğini hemhal edip Türkiye’de orta sınıfların krizden çıkan mağdurlarını da kendine yedekleyerek Türkiye’nin birinci partisi oldu. Bizim de tersten bunu yapmamız lazım.

Bunu söylediğimizde hep “AKP solu” mu öneriyorsunuz deniyor. Tam tersine. Türkiye solunun ihtiyaçları doğrultusunda bir karşı hegemonya yaratmamız lazım. İşsizleşen ve paniğe kapılan orta sınıflar da dahil olmak üzere onlara bir odak olamadığımız için AKP’ye kaptırıyoruz. Bu yüzden yüzde 50 oy alıyor. Bunu gören bir yerden baktığımızda Türkiye’de hem neo-liberal politikalara karşı sosyal politika hemde 12 Eylül Anayasasına karşı yeni bir anayasaya mümkün. Ama bizim geleneksel sol ya da CHP çizgisi 12 Eylül rejimini bir tür cumhuriyetin kazanımı gibi gördüğü için istese de istemese de objektif olarak statükocu bir pozisyona düşüyor. Yani ortalama bir CHP’liye sorsanız “ben böyle değilim” der ama “Meclisin önünden asker kalksın” dendiğinde “Fetullah’ın polisi mi gelsin?” diyebiliyor.

Bizim için sosyal-demokratlar kıymetli, çünkü sonuçta sol, alternatif iktisat politikası öneremeyince, genel olarak sosyal politikalara sıkıştı. Daha çok eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb. gibi. O yüzden ortak paydalar da arttı belki. Sosyal-demokrat paradigma zaten refah devletinin çökmesi ile beraber zayıfladı. Acaba onları da içeren bir genel kitle partisi oluşturabilir miyiz hedefi var. Ama bunu gerçekleştirmek çok güç. Çünkü AKP ciddi bir hegemonik parti. Kendi geleneğinden koparak geldi. Refah geleneği hem anti-AB’ci ve anti-küreselleşmeci iken, AKP hem küreselleşmenin hem de AB sürecinin hakim partisi oldu. Ama solda CHP merkezli siyaset kendi tek parti geleneği de dahil olmak üzere o kopuşu gerçekleştiremedi. Kopuşları oldu, teşebbüsleri oldu ama bir tür Nasrettin Hoca hikayesi gibi “sen de haklısın, sen de haklısın” üzerinden politik pozisyon alamadılar ve Türkiye’deki değişim ve dönüşümün önüne takoz oldular.

-Solda bir partimi CHP?

CHP, devleti kuran bir merkez partisi ama bizim algılamamızla toplumun algılaması farklı. Toplum “sol” deyince bunu algılıyor maalesef, bunu algılıyor ki biz tek partili dönemin solculuğu ile solun temel değerlerinin örtüşmediğini hep anlatmaya çalışıyoruz. Resmi sol diyelim isterseniz. Nitekim bugün 21.yy.’da başta anayasa olmak üzere bütün bu değişim ve dönüşümün önünde ciddi bir engel olarak duruyor ve bize tam da bir“Yurttaş Anayasası” gerekirken, Türk etnik kimliğinin aslında etnik kimlik olmadığı, belirleyen olduğu iddiası ile hareket edip ama diğer yandan 301. madde meselesindeki etnik ruha sahip çıkmak gibi bir sefillik içinde.

Bakmayın bunu savunan profesör de olsa, anayasa hukukçusu da olsa o fikri sefilliği ortalama yurttaş görüyor, insani ve vicdani bir haksızlık olduğunu sezinliyor. Ne zaman biz “halkların özgür ve eşit yaşaması” gerektiğini söylesek, “onlar isterse öbürleri de ister” ritüeliyle karşı karşıya geliyoruz. Güzel, onlar da istesin “hepimiz özgür ve demokratik bir zenginlik içinde yaşayalım”, o İttihat-Terakkici zihniyetin bunu algılamadığını görüyoruz. Aslında İttihat-Terakki konsepti kendini bir anlamda yenileyerek, günlük hayata uydurarak varlığını sürdürüyor. Diğer tarafta, AKP’de de “Hürriyet ve İtilaf” geleneği 21.yy. Türkiyesi’ni şekillendiriyor.

-Kimliğe dair sosyolojik, antropolojik ve başka tanımlamalar yapılıyor ama siyasal zemine gelince bu tanımlamalar kesişiyor. Siyasal zeminde kimlik neleri kapsıyor?

Aslında kültürel ve psikolojik olarak kendinizi nasıl ifade ediyorsanız siyasi zeminde de buna alan açılmaz. Kimlik meselesinin en iyi açılımını edebiyatçılar yapıyor. Örneğin Anatole France “Kırmızı Zambak”ta der ki “Kimliğinizi kaybetmek, cüzdanınızı kaybetmek gibi değildir. Cüzdanınızı kaybettiğinizde bulursunuz, ama kimliğinizi kaybetmek onu bulacak olan şeyin kendisini kaybetmesidir ki bu felaket bir şeydir.” Kimlik de sağlık gibi birşey. Kaybettiğinizde hatırlarsınız. Türkiye’deki hakim Türk-Sünni- Hanefi kimlik, kendi kimliği ile ilgili böyle bir travma yaşamadığı için belki anlayamıyor. Tabi çok hüzünlü bir durum kendi durumunu fark edememe hali.

Bu sadece bize has bir şey değil. Örneğin İngiltere’de İskoçların kimlik mücadelesinde “etnik kimliğin satın alınması” diye bir kavramla hareket ederek, “piyasada iş bulmak istiyorsan İngilizce öğrenmek zorundasın” üzerinden giderek bir tür kapitalizm üzerinden de asimilasyonu sağladılar. Şimdi gördüğüm kadarı ile de mesele oraya kilitleniyor.

Küreselleşme süreci bir anlamda tektipleşmeyi beraberinde getiriyor. Örneğin bunu Erbil-Türkiye ilişkilerinde görüyorsunuz. Oradaki şirketlerin ağırlıklı olarak Türkiye merkezli olması giderek oradaki örgüt entegrasyonunun sanki Kürt sorununu çözebileceği rehavetine kapılıyor. Tam da bu noktada “karnı tok olanın kimlik sorunu olmayacağı” varsayımı. Bunu CHP’de de görüyorsunuz. Halbuki Kanada’dan İspanya’ya kadar üst gelir gruplarında da kimlik arayışları olmuş. Karnı doyanın kimlik talebinden vazgeçeceğini varsaymak, aslında çok aşağılayıcı bir şey. “Başkalarını nasıl bilirsiniz? Kendim gibi”, demek ki o insanlar öyle, karınları doyduklarında dillerinden, kimliklerinden kolaylıkla feragat edebilecek insanlar ki başkalarını da öyle zannediyorlar. Maalesef Ecevit döneminden beri hep böyleydi. “Bu bir ekonomik sorundur. Ekonomik sorun düzelirse insanlar kimliklerinden vazgeçer”. Böyle bir şey yok tabii.

-Türkiye’de ilk defa bir sivil anayasa gündeme geldi. Anayasa Uzlaşma Komisyonu (AUK) üzerinden yürüyen ciddi tartışmalar var. Bir umudunuz var mı?

Var ama bu komisyondan değil. Sonuçta mecliste muhtemelen AKP-BDP mutabakatı ile bir referanduma gitme ihtimali var. Filmi başa alacak olursak AUK’ta yer almadığı için CHP geçen dönem büyük bir hata yaptı. Kılıçdaroğu döneminde dediler ki “Evet o zaman yanlış yaptık”, sonra Komisyon’da yer alalım dediler.

Vatandaşlık tanımında CHP ve MHP bir odak oluşturuyor, yani etnik aidiyeti koyuyor, BDP ile AKP ise bir tarafta. Sayısal gerçeklik buraya doğru götürüyor. Yeter ki bir barış ikliminin Barış Anayasası olsun, yeterki yurttaş merkezli bir anayasa olsun. Anayasal yurttaşlık konusunda bir anlaşma sağlanamazsa onu anayasadan çekip yasal düzenlemede de gerçekleştirmek mümkün.

-Anayasa’da bir takım yasakların kaldırılması, temel alınması gereken bir anlayış olabilir. Örneğin m.42, eğitim ve öğrenim dili olarak Türkçe dışındaki dillere yasak getiriyor. Diyelim bu anayasadan çıkarıldı, bizi korkutan bu sefer yasal alanda 301 örneği maddelerle kuşatma devam eder mi? Acaba sivil anayasa bir kereliğine detaylı bir anayasa mı olsa?

Tabi ki gerçekliğimiz üzerinden bakılması gereken birşey. Sizin söylediğiniz ideal bir durum. Ama meclisin birleşimine ve bir yıllık performansına baktığınızda bu çok kolay gibi gözükmüyor. Ama dünya ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına zaman ruhu açısından bakıldığında da çok geriye dönüş olabileceği kanaatinde değilim. Çünkü bu dijital devrimi çok yabana atmayalım. Dünyada 758 dil var. Kendi dilinizde eğitim, anadil talepleri vd. Atatürk ilke ve inkılaplarına uyar mı uymaz mı tartışmasının hiç bir karşılığı yok. İnternete girdiğinizde her dilde bir şeyle karşılaşabiliyorsunuz. Dil, kültür önemli ve zenginleştirilmeli.

CHP’nin sürekli Yugoslavya’ya gönderme yapması meseleyi kavrayamadıklarını gösteriyor. Milesoviç çizgisi o hale getirdi. Oradaki halkların talebi kendi kimlikleri ve kültürlerini özgürce yaşama hakkı talebi değil ki. Yani oradan gelenlerin bile oradaki durumu anlayamaması garip. Hakikaten o milliyetçi prizmadan geçince burnunuzun dibini bile göremez hale geliyorsunuz. Zaten hak ve özgürlüklerde pek sorun çıkmıyor, ne zaman topluluk hakkı gündeme gelirse sorun oluşuyor. Siz kendi dilinizi kendiniz öğrendiğinizde bireysel hak oluyor, on kişi ile ders aldığınızda topluluk oluyor. Bunları ayırt etmek de o kadar kolay değil. Tabi ki kollektif haklar, bir özne var ise özne olanın da hak tanımı olmalı. Yani bu Süryanilerin, Çerkeslerin, Zazaların hakkı olabilir.

Prensip olarak bakmak lazım, kimin hakkından daha önce bahsediyorsan ona göre yürütelim diye bir şey olamaz. Anlamadığım şey hep bu olmuştur. Meclis’te olduğum dönem, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre ile Çeçen kamplarına gittik, ertesi gün bana “Sen Çeçen misin?” diye sorular geldi. Kimin yanağına yumruk geliyorsa onun mağduriyetinden yana olmak için o mu olmak gerekiyor? Kadın haklarını savunmak için kadın mı olmak lazım gibi. Gittiğimiz Çeçen kampı Ümraniye’de cami altında bir yerdi, 30 aile vardı ve hukuki tanımlamaları da yoktu. Daha sonra Kafkas Dernekleri Federasyonu kendi sorunları ile ilgili bir brifing vermişti.

Çankaya’da Cumhurbaşkanı ve Başbakan’la bir 23 Nisan yemeğinde beraberdik. Bütün dünya gençleri geliyor. “Abhazya gençlerini de çağıralım, karşılıklı ilişki kurulsun”dedim. Önce kategorik olarak kimse karşı çıkmıyor ama daha sonra bürokratik engellerle karşı karşıya kalınıyor. Rusya’nın egemenlik alanı, öbür tarafta Gürcistan’la ilişkilerimiz, dengeler vs. Ben bu kadar siyasi bakmıyorum, bu insani ve vicdani bir mesele, onun için başka dengeler beni ilgilendirmiyor. Gürcü derneklerinden de geldiler, “o tarafı dinlediniz, bizi de dinleyin” diye. Ben bu meselede bir taraf değilim ki.

-Kürt hareketi ve sosyalist hareketlerin yayınlarında, “Türkler, Kürtler ve diğer halklar” diye bir hiyerarşik sıralama söz konusu. Nüfusa ya da bölgesel bütünlüğe göre bir hiyerarşi gibi. Çerkesler, Gürcüler, Lazlar en masum dille ifade etmek gerekirse bu duruma alınganlık gösteriyorlar. “Ya hepsini sıralayın, ya da Türkiye’deki halklar deyin” diyoruz. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?

-“Ve diğerleri” söyleminden çıkış açısından, HDK’nın (Halkların Demokratik Kongresi) önemli bir imkan olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu bir öğrenme süreci. Bu söylediğiniz hassasiyet, “ve diğerlerinin” hassasiyeti olmasından çıkmalı zaten. Hepimizin böyle bir hassasiyeti olmalı. Niceliksel bir mesele değil çünkü. Bu ülkedeki her kesim için; Ubıhçayı konuşan tek kişi olan, vefat eden Tevfik Bey de dahil olmak üzere bu bir aritmetik eşitlik meselesi değil, politik eşitlik meselesi. Bu hassasiyet beraberinde de bir pozitif ayrımcılığı gerektiriyor. İktidarda olsanız da, olmasanız da.

Çok spekülasyon konusu olduğu için ifade etmekte fayda var. Sırrı Sakık’la ilgili. Sırrı hemen özür diledi, çok üzüldüğünü bende biliyorum, o yüzden insanlar bunu öğrenecekler. Siyaset de bir okul. Ayman Güler’le Sırrı Sakık aynı kefeye konmamalı ayrıca. Biri özür diliyor, diğeri özür istiyor. Sırrı Sakık açısından, özür dilemesi bir erdem, öyle bakmak lazım olaya. Genel olarak gidişatın hiyerarşik değil eşitlikçi bir zemine doğru gideceğini düşünüyorum.

-Çerkeslere, kendi halkımıza dokunabiliyoruz, yanısıra Gürcüler, Lazlar, Hemşinlilerlede temas edebiliyoruz. Halkların Anayasası inisiyatifi nedeniyle birçok halkla tanışma fırsatımız oldu. Kürtlerve Alevilerdışındaki halklar, siyasallaşma anlamında görecebiraz geriden geliyor. On yıllardır süren baskılar vd. nedenlerle kimliğe yabancılaşma söz konusu. Hep birlikte söylenmesi gereken, “demokrasi, daha fazla demokrasi”. Ortaklaşma nasıl sağlanabilir?

Kaybettiğinizde değil, vazgeçtiğinizde yeniliyorsunuz. Bu mücadelede vazgeçmemenin en güzel işareti Jıneps gibi yayınlar. Özgür Gündem’deki yazımda Jıneps’i öne çıkartmamın nedeni de buydu. “Böyle bir ses var, bu sese kulak verin ve akıl vermeyin. Orada yazıyor zaten insanlar taleplerini”.

Tarihi yeniden yazmak, “bugün beni de gör, kör olma da gör beni”, bir cümle ile özetleyeceksek böyle ifade edilebilir.

 

Dolayısıyla anayasa-yasa düzenlemelerinde eşitlikçi, “barış için eşitlik-eşitlik için barış” zemininde HDK’nın da başlattığı kampanyayla sürecin siyasallaşması çok önemli. Siyasallaşmayı bir defo olarak görmek yerine belki çok daha fazla siyasal sürece müdahil olmak gerekiyor. Müdahil olanlar zaten bir adım önde oluyorlar.

Elimizdeki insan malzemesi ortada. Hani bir laf vardır “İnsanlar arılara benzerler, bazen ürünleri kendilerinden daha değerlidir” diye. Yani ortalamayı görüyorsunuz, bunu değiştirmek ve dönüştürmek siyasi bir okulsa, bu yüzleşmelerle oluyor. Burada uygun zeminin de HDK zemini olduğunu düşünüyorum. Bir bayrak yarışı gibi, kulvar olarak öndeyiz diğer yapılara göre.

-Afrika’dan başlayan “Arap Baharı”sürecini ve Suriye’yi değerlendirir misiniz? Suriye’de pek çok halk yaşıyor, tam bir mozaik ve ciddi bir Çerkes nüfusu da var. Türkiye’deki kamplarda olmayan ama Çerkes köyleri çevresinde yerleştirilmiş ciddi bir sayı var.

Aslında Arap Baharı dediğiniz Fars Baharı olarak başlıyor. Fakat İran’da çok ağır bir şekilde bastırıldı. Sonra Arap Baharına baktığımızda gelen tepkilerin, Arap halkları ve diğerlerinin kendi başlarına karar alamayacakları, mutlaka batının düğmeye bastığı yani Ortadoğu’nun halklarını aşağılayan bir gen olduğunu düşünüyorum. Orada değişim ve dönüşüm özleminin çok önemli olduğunu görmek lazım. Ama tabi ki uluslararası aktörler de devrede.

Suriye’ye baktığımızda Esat diktatörlüğünün savunulabilecek herhangi bir yanı yok. Ama diğer yanda muhalefetin de çok parçalı olduğunu ve zaman zaman da oradaki çeteleşme faaliyetinin nasıl akıllara zarar bir durumda olduğunu görüyorsunuz. Makul olan oradaki çatışma eğilimi gösteren Kürt ve Arap muhalefetinin ve Suriye’nin demokratik bileşkesinin yan yana gelmesidir.

Kendi kaderiyle başbaşa bırakılan Çerkeslerin durumu konusunda aslında Birleşmiş Milletler’in inisiyatif alamamasının ne kadar ağır bir fatura ortaya koyduğunu gördük. BM barışçıl yani askeri müdahaleyi dışlayan bir inisiyatifle devreye girebilseydi, oradaki Çerkes köylerinin nakli gibi konularda bir diplomatik alan oluşacaktı. Gerçekten oradaki çığlığın kimse tarafından duyulmadığını görüyoruz. Suriye’de benim de birkaç dostum vardı ve kaçmak durumunda kaldılar. Orada olanları sadece batı dünyasının prizmasından değil bire bir onlardan biliyorum. Bir de Bursa’da genç sivillerin ağırlıkta olduğu bir sempozyumda, Suriye Üniversitesi’nden pırıl pırıl gençlerle tanışmış, çok heyecanlanmıştım. Çok parçalı bir yapı var ve her şeyi tek torbaya koyabilme noktasında değiliz. Ama tek torbaya koyabileceğim şey Esat diktatörlüğü. Esat diktatörlüğünü mazur gösterecek hiç bir şeyi kabul etmek mümkün değil. O yüzden Sosyalist Enternasyonal’in ve CHP’nin Esatçı projesi de çok yakışıksız geliyor.

-Türkiye bu işin neresinde?

Neyse ki ABD Türkiye’nin müdahalesine karşı bir tutum aldı da “paçayı kurtardık” diyelim. Aslında Türkiye’de çok güçlü bir barış cephesi var. Kimse savaş istemiyor. Suriye’ye yönelik bir müdahale istemiyor. Fakat AKP ilginç bir şekilde cami cemaatlerini de kontrol ettiği için, kendi içindeki muhalefeti de kontrol edebiliyor.

Bir süre sonra Esat rejiminin yerini daha demokratik bir yapıya bırakacağına inanıyorum. Bu kadar kısa zamanda 60 binin üzerinde insanın ölmesi uluslararası yeniden yapılanma ihtiyacını ortaya koyuyor. Bahar hikayesinde dış dinamikler çok etkili. Ama Libya’da yeni bir Libya oluşturacak iç dinamik ve kabileler rekabeti içerisinde gözükmüyordu ve en kötü örnek de Libya meselesi oldu. Kaynakların yeniden paylaşım meselesi kadar, oranın şekillenmesinde kimin belirleyici olacağı gibi uluslararası rekabet alanı doğdu.

Çok eksenli bir politikaya yöneliyor olabilir Türkiye. Ama Türkiye’nin AB meselesinde AB’ye eleştirel tutum almasında haklılık payı olsa bile diğer yandan bizim ev ödevlerini yerine getirmede, standartları yükseltmede adım atmadığımız ortada. Kendi Lozanımıza bile uymayıp batıya bu kadar delikanlılık yapmanın hiçbir inandırıcılığı yok. Tamamen seçime yönelik politika bu. Güç siyaseti yapabilmeniz için bir güç olmanız lazım. En büyük güç de demokrasi, asker sayısı falan değil.

Niye siz mesela Kıbrıs’tan hala askerlerinizi çekmezsiniz? Hiçbir yurttaş merak etmiyor mu, Kuzey Kıbrıs’taki devlet olduğunu iddia ettiğiniz devletin memurlarının maaşları hangi bütçeden veriliyor? Ben o bütçeyi göremiyorum. Örtülü ödenekten mi veriliyor? Bir milletvekili olarak bunları araştırdım ama bir kayıt bulamadım. İş önce şeffaflık ve demokrasi ise kendi kaynaklarımızın nereye gittiğini bilmemiz gerek.

-Türkiye’de tekrar barış gündemde, konuşulmaya başlandı son zamanlarda. Adalet Bakanı bu hafta ikinci görüşme olabilir diye açıklama yaptı. Bu sürece dair geçmiş süreci de değerlendirdiğinizde bir umudunuz var mı?

Ben çok iyimserim. Şöyle bir söz var: “İyimser yaranın üstündeki kabuğu görendir, kötümser de kabuğun altındaki yarayı görendir”. İyimser olmaya çalışıyorum. Üç aşağı beş yukarı eş anlı olarak, PKK’nın görüşmesiyle otoriter devletin görüşmesinin senkronizasyonu sağlanıyor. “Sen önce adım at” değil, “birlikte adım atma” meselesi.

Barış ışığını bir devlet işi olmaktan çıkarmak lazım. Menderes’i çok seven bir köylüye soruyorlar, “Nasıl adamdı?” diye, “İyi, hoş adamdı ama devlet işine bulaşmayacaktı” diyor. Kendi camianızla ilgili söylediğiniz tepkileri en aza indirmek için bunu toplumun bütün hücrelerine yaymak lazım. Barış dilini, barış şiarını yaygınlaştırmak lazım. Tek başına devlet merkezli müzakereler önemli bir adım, ama şimdi HDK olarak başlattığımız kampanyada olduğu gibi biraz bunu toplum nezdinde yaymak lazım. İnsanlar barış istiyorlar. Bu konuda adım atılabileceğini düşünüyorum.

-Anayasa konusuna dönersek, “Uzlaşma Komisyonu uzlaşamazsa kendi anayasa taslağımızı ve Başkanlık sistemini getiririz” derler.

Şöyle düşünüyorum, biz sol olarak hep başkanlık sistemine karşı olduk. Her zaman parlamenter sistemden yanaydık. Bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Ama unutmamalı ki genel olarak sol, kuvvetler ayrılığını savunmamıştır. Paris Komünü’nde de kuvvetler birliği vardır, 1917 devriminde de. Onun facialarını da yaşayarak biliyoruz. Ben de bir yarı-başkanlık sistemine doğru gidileceğini düşünüyorum. Ama eğer bu ülkede bir barış anayasası olacaksa, Türkiye bu işe atılacaksa herşey müzakere edilebilir kanaatindeyim ki iş oraya doğru gidiyor.

-Yerinden yönetim olayı da çok konuşuluyor. Yerele inisiyatif tanımak, belki de temsiliyetten katılımcılığa geçişin önünü açabilecek bir şey olabilir.

Zaten o kısmı eksik kaldı. Başkanlık sistemi yerel yönetimlerin inisiyatifinin artmasına zemin taşıyacak bir konu. Öbür türlü çok otoriter bir yapılanma olur. Bunu en monolitik bakan insana bile şöyle anlatıyorum. Meclise bir yılda 750 bin insan giriyor. Bir günde 5 bine yakın insan giriyor. Neden? Yerellerde sorunu çözemediği için. Federatif yapılanmanın kendisinin de tartışılabileceği, bir ülkeyi bölüp parçalamayacağı, yeter ki bu tezi savunan insanların da özgürce savunması gerektiği noktasına doğru gidiyor Türkiye bence. O yüzden başkanlık, yarı-başkanlık sistemi yerelin güçlendirilmesi ile birlikte ele alındığında tabi ki müzakere edilecektir.

-Dezavantajlı pozisyonu olan “diğerleri” nasıl yapacak? Bölgesel bütünlük yok. Örneğin seçmeli anadil konusu, Çerkesler bunu iki yerde başarabildi. Turhal ve Düzce’de. 10 kişilik baraj da ayrı bir konu. Bir takım zorluklar var, kimlik bilinci ve siyasallaşma üzerinden tariflenen, ama yanısıra çok dağınık bir yerleşim söz konusu. Sadece Çerkesler için değil, Gürcüler ve Lazlar da dağınık. Yerele inisiyatif tanıma konusunda nasıl bir şey yapılabilir?

Mutlaka görsel yayın organı ve kamusal destek ön plana çıkarılarak yapılabilir ve bugün dijital ortamda yayın faaliyetinin çıkarılması için insanların aynı mekanda olmasıda gerekmiyor. Bu konuda kamusal zeminin açılması önemli. Büyük adımlar atılırsa arkası gelir. Düzce’de bir sempozyum olmuştu. Orada bu meseleyi tartışırken aşağı yukarı böyle bir ilk adımın kıymetli olduğunu düşündük. O yüzden bu süreçte pusulamız bu, yani herkesin kendi kültürünü özgürce yaşayacağı bir zemin, ama arada hakikaten aşılması gereken ciddi engeller var.

-Siyasi yolculuğunuzda hedefiniz belli ama kısa bir özet yapabilir misiniz?

Tevrat’ta diyor ki, Eski Ahit’te; “50 yaşını geçen insanların idari ve siyasi meşgaleleri bir yana bırakması gerekiyor”. Özellikle genç kuşağı ve kadın arkadaşları bu süreçte arzu ediyoruz. Nitekim Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin sözcüsü Sevil Turan arkadaşımız 28 yaşında. Bu beni çok sevindiriyor.

-Jıneps’e dair bir şeyler söylemek istermisiniz?

Jıneps’i çok keyifle okuyorum. Size karşı çok mahcubum, benden bir yazı istediniz ama o yazıyı bir türlü yazamadım. Benim için hakikaten çok önemli. Birde Düzce’deki sempozyumda ses sanatçıları ile de yakından tanıştık, oradaki müzik zenginliği sadece siyasi kültür açısından değil, günü birlik yaşam, folklorik zenginlik açısından da değerli. Yani “Melez güzeldir” cümlesindeki o güzelliği Türkiye toprakları bize gösteriyor.

Kardeşim operada flüt çalıyor. Ezginin Günlüğü’nde, Ubıhlar’ı anlatan Son Sesler’e müzik yapanlardan biriydi. O zaman farkettim. Adnan Ekşigil’in, Dumezil’in bir kitabı üzerine çalışması ile de farkettim. Bir Fransız, Dumezil bu konu ile ilgileniyor. Bizim şu anda 168 üniversitemiz var ama onlar ilgilenmemiş örneğin.

Meseleye tersten bakalım. Siz kimliği yitirmek üzerinden bahsediyorsunuz. Ben üniversitede soruyorum, dedesinin dedesini tanıyan var mı diye? Bir sınıftan 1 kişi bile çıkmıyor. 5 kuşak geriyi tanımayan bir yapılanma var. Bunun tabi pozitif bir yanı da olabilir. Örneğin İngiltere’de adam 1200’lü yıllara kadar şeceresine inebiliyor ki oradan bir ırkçılığın çıkması ihtimali daha yüksek. Bizde karmakarışık oluşmuş ki bunun olumlu bir yanıda olabilir.

Son bir söz?

-Önyargıların kırılmasında nasıl bir dil kullanılması gerektiği önemli. Sonuçta bizim gibi düşünmeyen, bize benzemeyen insanları da ikna ederek mutabakat yaratmak durumundayız. Buna özen göstermek zorundayız.


Ufuk Uras kimdir?

1959 yılında İstanbul’da doğan Ufuk Uras, Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde lisans, yüksek lisans ve doktora öğrenimini tamamladı. Milletvekili seçilene kadar İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yardımcı doçent doktor olarak görev yaptı.

2007 genel seçimlerinde bağımsız olarak, İstanbul 1. Bölge’den, Türkiye Büyük Millet Meclisi 23. Dönem üyeliğine seçildi. 17 Haziran 2009 tarihinde, partinin dar grupçu bir anlayışa kaydığı düşüncesi ve sol siyasetin daha geniş bir yelpazeye ulaşması iddiasıyla bir grup arkadaşıyla Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nden istifa etti. ÖDP’den ayrılışıyla birlikte Eşitlik ve Demokrasi Partisi kuruluş sürecine katıldı. DTP’nin 19 kişiye düşüp grupsuz kalmasından sonra, Kürt sorununun parlamentoda çözülmesi gerektiğini söyleyerek Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) grubuna katıldı. Seçim sürecinde, kuruluş çağrısını yaptığı Eşitlik ve Demokrasi Partisi’ne üye oldu. 25 Kasım 2012’de kurulan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisinin kurucularından ve Parti Meclisi üyesidir.

İktisat Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği, İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti ve Öğretim Elemanları Sendikası genel başkanlığı yaptı. “ÖDP Söyleşileri”, “İdeolojilerin Sonu mu?”, “Sezgiciliğin Sonu mu?”, “Başka Bir Siyaset Mümkün”, “Kurtuluş Savaşında Sol”, “Siyaset Yazıları”, “Alternatif Siyaset Arayışları”, “Sokaktan Parlamentoya” ve “Söz Meclisten Dışarı” adlı dokuz kitabı bulunmaktadır.

 

Sayı : 2013 03