Troya Efsaneleri (6) – Troya’nın destekçisi Amazonlar

0
857

Anadolu Halkları Troya’yı Destekledi

Anadolu’da yaşayan bütün halklar, Troya Savaşı’nda Troyalılardan yana olmuş ve Akhalara karşı savaşmıştır. Bu gerçeği gören Gravers, Priamos’un Küçük Asya’daki bütün halkları içine alan bir konfederasyon kurduğunu belirtmektedir.
Troya’yı destekleyen bu halklar kimlerdi ve neden destekliyorlardı?
Anadolu’da adı bilinen en eski halk “Hatti” adını taşıyordu. Anadolu binlerce yıl “Hatti” adıyla anılmıştır. Anadolu’da bulunan en eski uygarlıklar bu halkla ilişkilendirilmektedir. Hattilerin halen Kuzey Kafkasya’da konuşulan dillere akraba bir dil konuştuğu artık kabul edilmektedir. Tarihöncesi Ege’de konuşulan en eski diller olan Kar ve Pelasg dilleri de aynı dil ailesindendir.
“Neolitik” adı verilen ilk besin üretici ekonomi (hayvancılık ve tarım ekonomisi) Anadolu’nun da dahil olduğu Ortadoğu coğrafyasında gerçekleştirildi. Bu ekonomiyi gerçekleştiren coğrafyada konuşulan ilk dillerden hiçbiri (Sümer, Elam, eski Asur, Hurri ve Hatti dilleri) Hint-Avrupa ya da Sami dili değildir. Çoğu kez “Asyanik, bilinmeyen eski bir dil” gibi nitelemelerle görmezlikten gelinen ve bilinmezliğe mahkum edilen bu dilleri konuşan halka bazı bilim adamları “Akdeniz Halkı” adını vermekte ve Kafkas halklarıyla ilişkilendirmektedir. Basko-Kafkas dil teorisine göre, Kafkas dilleri ve Bask dili, bu dillerin çağımızdaki temsilcileridir.
Neolitik toplum, anaerkildir. Anadolu binlerce yıl anaerkil bir düzen içerisinde yaşamış ve bu düzenin simgesi olan Ana Tanrıça’ya değişik adlarla tapınılmıştır. Ataerkil toplumun temsilcisi Hititler döneminde bile “Arinna Güneş Tanrıçası” Anadolu’nun en kutsal varlığıydı. Akhalar ataerkil bir düzenin savunucusu olsalar da Troya’yı kuşatan Kar, Pelasg ve Minos kökenli halklarda anaerkil gelenekler halen devam ediyordu. Troya müttefiklerinde ise anaerkil gelenekler çok daha güçlüydü. Priamos’un sarayında bile anaerkil içevlilik ilkesi egemendi (Thomson, 2.cilt, s.165).
Ama, anaerkil düzenin en büyük temsilcileri, Anadolu Ana Tanrıçasının rahibeleri olan Amazonlardı. Amazonlar da, Troya’yı da aktif bir şekilde desteklemişlerdir.

Ana Tanrıçanın Savaşçı Rahibeleri

Amazonlardan söz eden en eski kaynak Homeros’sa da, İlyada’da Amazon kraliçesi Penthesileia’dan söz edilmez. Gravers’e göre İlyada’daki Amazonlarla ilgili bölümler sonradan çıkarılmıştır (Gravers, s.891).
Efsaneye göre Amazonlar, savaş tanrısı Ares ile Nympha Harmonia’nın soyundan geliyorlardı. Uzmanlara göre ise, Ana Tanrıçanın rahibesi olan savaşçı kadınlardır. Akhalar, atı yalnız arabaya koşar ve ata binmeyi bilmezlerken, Amazonlar at üstünde savaşıyorlardı. Ok, yay ve “labrys” denilen iki ağızlı balta en önemli silahlarıydı.
Amazonların ülkesinin Kafkasya’da, İskitya’da, Trakya’da ya da Anadolu’da olduğu iddia edilir. Efsanelere göre, Karadeniz’e dökülen Termedon (Terme) çayının kıyısında şimdiki Ünye-Çarşamba yakınlarında bulunduğu sanılan Themiskyra kenti en eski Amazon yerleşimidir. Ege kıyılarındaki Pitane, Myrina, Kyme, Gryneion, Smyrna, Ephesos ve Priene’nin Amazonlar tarafından kurulduğu söylenir (Erhat, s. 35).

Amazon Kraliçesi Penthesileia

Troya Savaşı’na katılan Amazon kraliçesi Penthesileia, savaş tanrısı Ares ile Otrere’nin kızıdır. Themiskyra’da yaşayan Penthesileia, Hektor’un ölümünden sonra bir Amazon ordusunun başında Troya’nın yardımına koştu. Troya’daki macerası çeşitli kaynaklarda farklı şekilde anlatılır.
Farklı versiyonları sentezleyip kurgulayarak sunuyoruz.
Aphrodite kadar güzel, Ares kadar güçlü ve yiğit olan Penthesileia, Troya’ya geldikten bir gün sonra kır atına bindi. Kendisi kadar cesur ve güzel amazon süvarilerinin önünde Akhalara saldırdı. Hiç atlı savaşçı görmeyen Akhalar, bir dişi aslan gibi saldıran bu usta kadın savaşçıların karşısında büyük bir şaşkınlığa düştüler. Bir an ne yapacaklarını bilmeden durakladılar. Ancak düşünmeye de fazla zaman bulamadılar, çünkü üstlerine yağmur gibi ok yağıyor, atlılar yıldırım hızıyla geliyordu. Çok geçmeden amazon süvarileri Akhaların içine daldılar, iki ağızlı hafif baltaları ve öldürücü mızraklarıyla Akhaları doğramaya başladılar. O zaman şaşkınlığın yerini korku ve panik aldı. Akhalar korku ve dehşet içinde karmakarışık bir şekilde kaçışmaya başladılar.
Troyalılar da onların arkasına düştüler. O andan itibaren savaş, savaş olmaktan çıktı, bir katliama dönüştü. Çok geçmeden Amazonlar Akha ordusunun kampına ulaştılar, gemileri yakmaya başladılar. Panik ve korkuyla bağıran Akha askerlerinin seslerini gemisinde dinlenen Akhileus duydu. Gemilerin yakıldığını gören Akhileus silahını kapıp savaş alanına koştu. Paniklemeden Amazonlara karşı koymaya çalışan iki Ayas’ın yanı başında savaşa katıldı. Krallarının savaşa katıldığını gören Myrmidonlar da Akhileus’u takip edip Amazonlara karşı saf tuttular. Myrmidonları aralarında gören Akhalar, kendilerine geldiler. Kaçmayı bırakıp geri dönerek Amazonlara karşı koymaya başladılar. Çok geçmeden Amazon saldırısının hızı kesildi. Her iki tarafın da canla başla katıldığı bir ölüm kalım savaşı başladı.

Penthesileia’nın Ölümü

Ordusunun önünde kahramanca savaşan ve sayısız Akhalı kahramanı Hades’e gönderen Amazon kraliçesi Penthesileia, koyun sürüsüne saldıran aç kurtlar gibi Troyalılara saldıran Telaman oğlu Ayas ve Akhileus’u görünce bir an duraklayıp hüzünle baktı. Gözünün önüne Akhileus’la ilk karşılaştıkları an geldi. Misya’da böyle bir savaş alanında karşı karşıya gelmişlerdi. Daha ilk gördüğünde vurulmuştu Akhileus’a. Ama tam bir amazon gibi davranmış, sevgisini yüreğine gömmüş, hiç kimseye açmamıştı.
Sevgilisiyle de hiç yüz yüze gelip konuşmamış, yalnızca savaş alanında karşılaşmıştı. Yaptıkları üç çarpışmada da Akhileus kaçmak zorunda kalmış, Penthesileia da kaçmasına göz yummuş, hatta kaçmasından gizli bir sevinç duymuştu.
Fakat, o özgür bir kadındı. Her amazon gibi istediği erkekten döl almaya hakkı vardı. O da bu hakkını Akhileus’tan yana kullanmış, döl almak için kimliğini gizleyerek Akhileus’un çadırını üç gece üst üste ziyaret etmiş ve bu ziyaretlerinin meyvesi olan bir çocuk doğurmuştu. Bütün bunlar, Penthesileia’nın gözünün önünden bir film şeridi gibi geçti. Yüreğinde bir anlık sızı hissetti. Ama kendisini çabuk toparladı.
Ani bir kararla Akhalı iki yiğidin karşılarına dikildi. Bir an bile duraklamadan mızrağını Ayas’a fırlattı. Ayas yedi kat deri, yedi kat tunçtan yapılmış korkunç kalkanıyla karşıladı mızrağı. Mızrak kalkanı deldi, Ayas’ın zırhını da delerek sağ omzuna saplandı. Ayas korkunç bir çığlık atarak yere düştü.
Ayas’ın vurulup yığıldığını gören Akhileus deliye döndü. Mızrağını korkunç bir hızla Penthesileia’ya fırlattı. Mızrak amazonlar kraliçesinin sağ memesinin üstüne saplandı. Penthesileia’nın elindeki labrys fırladı. Kendisi de atından düştü. Onun kanlar içinde yere düştüğünü gören Akhileus, üzerine atıldı. Kılıcıyla delik deşik etti.
Kazandığı zaferle gururlanan Akhileus, yerde cansız yatan amazonlar kraliçesine sevinçle baktıktan sonra, savaş ganimeti olan silahlarını almak için miğferini başından çıkardığında şaşkınlık ve dehşetle irkilerek geriye çekildi.
Gözlerine inanamadı. Acaba bir hayal mi görüyordu? Yoksa gerçek miydi gördükleri?
Karar veremeyerek gözlerini kapattı. Bir süre sonra tekrar baktı önünde yatan bedene. Kolunu çimdikledi, acı duyunca gördüğünün hayal olmadığına karar verdi. O anda da dünya başına yıkıldı. Bitkin bir şekilde cesedin başına oturup kafasına üşüşen sorulara cevap bulmaya çalıştı.
Dokuz yıl önce, çadırını üç gece ziyaret ederek kendisine dünyaları bahşeden, aşkından deliye döndüren, bir türlü unutamadığı o amazon, amazonlar kraliçesi Penthesileia mıydı? Sevdiği kadını mı öldürmüştü? Bu olabilir miydi? Olduysa, bu nasıl bir kaderdi? Bütün bunların sorumlusu kimdi? İda Dağı’ndaki tanrılar kendisini izleyip gülüyorlar mıydı?
Düşündükçe, tanrılara kin ve öfke duydu. Başına üşüşen düşüncelerden kurtulmak için ayağa kalktı. O anda gözü, bir ölü gibi değil, yere uzanıp dinlenen bir tanrıça gibi yatan ve yüzünde nurlu ışıklar parıldayan Penthesileia’ya takıldı. Onu öldürdüğüne inanamayarak ölgün ve yılgın baktı. Ani bir kararla eğildi. Penthesileia’nın cesedini özenle kaldırıp arabasına yükledi. Arabasını Myrmidonların karargahına sürdü.
Akhileus çadırının önünde arabasından indi. Penthesileia’nın cesedini arabadan alarak peykedeki bir yatağın üstüne koydu. Cesedi yıkamaya karar verdi. Adamlarına su getirmelerini, çadırın önüne ateş yakmalarını ve üçayaklı kazanı kurmalarını emretti. O sırada sivri dilli ve çirkin bir adam olan Thersites topallayarak çadırın önüne geldi. Her zamanki alışkanlığıyla Akhileus’u eleştirmeye başladı:
“Ey Akhileus!.. Akhaların en yiğidi!.. Amazonlar kraliçesine aşık mı oldun? Düşmanımızın cesedini ellerinle yıkayıp yakacak mısın? Bundan utanmıyor musun? Senin cesaretine ne oldu? Yoksa sende mi korkuyorsun labrysli Amazonlardan?”
Bu sözler Akhileus’u çılgına çevirdi. Thersites’in yüzüne öfkeyle bir yumruk attı. Thersites yere yıkıldı, ruhu uçup gitti.
Akhileus, Penthesileia’nın cesedini kendi elleriyle yıkayıp temizledi. Gövdesine parlak bir yağ sürdü. Yaralarını merhemle doldurdu. Sonra ölüyü bir yatağa yatırdı. Üstüne beyaz bir örtü örttü. Bütün gece, ölünün yanı başında bekledi. Şafakla birlikte, ölüyü bir arabaya koydu. Arabayı götürüp Troya kalesinin kapısına bıraktı.

Kaynakça
Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, İst.
George Thomson, Tarihöncesi Ege, 2. cilt, İst.
Robet Gravers, Yunan Mitleri, İst.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz