Bazı insanların uğradığı vahşet karşısında başka insanların gösterdiği tepkiler çeşitlidir. En normali şudur: bir insan başka insanların duyduğu acılar karşısında acı duyar; o acılar “kalben”, içimizde “somut” olarak hissedilir. Kendimizi acı duyanlar gibi, onların yakınları gibi hissederiz.
Daha az normal olsa da, uzaklarda yaşayan ve başlarına acılar gelen insanlar için derin acılar duymamak da normal sayılabilir. O uzaktaki insanlar bilmediğimiz insanlardır ve onların acıları bizim “aklımızda” “soyut” kalırlar; o acıları “kalben”, “somut” olarak hissetmeyebiliriz. Yani onları en fazla “aklederek” “anlayabiliriz”.
Mesela 1989’dan 2003’e kadar uzun süreli iki iç savaş yaşayan Liberya vatandaşı iseniz, rakip orduların ellerinde palalarla, çocuk askerlerin ellerinde silahlarla komşularınızı gelip öldürmesi karşısında duygularınız harekete geçer. Korku, panik, acı, acı çekenlere duyulan empati gibi duygular patlama halindedir.
Ama aynı Liberya iç savaşına çok uzaklardan, mesela Türkiye’den bakarsanız, oradaki ölümlerin kolaylığı karşısında “şaşırırsınız”; “acı duymaktan” ziyade belki “acırsınız”. “İnanılmaz! Ne biçim bir vahşet bu!” dersiniz ama en derin duygularınızı harekete geçirecek kadar oradaki insanlarla “yakınlığınız” yoktur.
Ya da uzaklardaki insanlarla kimlik yakınlığımız varsa nispeten duygularda hemhal olmak söz konusu olabilir. Solingen’de yakılan Türkler, Arakan’da katledilen Müslümanlar, İsrail’in her gün öldürdüğü Filistinliler, Kafkaslar’da Rusya’nın mezalimine uğrayan Çeçenler, Suriye’de iç savaştan evlerini terkeden Çerkesler, Ermenistan’da depremin yıkıp harabeye çevirdiği evlerin altında kalıp can veren Ermeniler için empati yapıp, yardım toplar, gıyabi cenaze namazları kılar, hatta buralardan kalkıp gider her türlü dayanışma içine girebiliriz.
Suya atılan taş gibi, yoğun duyguların yaşandığı merkezden çeperlere doğru gidildiğinde, bir başka durum daha söz konusudur: bu, acılarla çok fazla karşılaşıldığında, bir müddet sonra acı duymama halidir; alışmak ya da acılardan kalbin sertleşmesi, nasırlaşmasıdır, belki acı duysanız bile yas tutmaya zaman bulamamaktır.
Yakın olanı uzak kılmak
Başka insanlarla hemhal olmak, fiziksel veya sembolik “yakınlık” meselesiyle doğrudan ilgilidir. Fiziksel olarak uzakta olan insanlarla duyulmayan empati duyguları ancak “aklederek” yakınlaşabilir…
Ve bunun tersi de geçerlidir…
Fiziksel olarak “yakın” olan insanlar “aklederek “ uzaklaştırılabilir.
İşte bu “akıl” ile yapılan faaliyet kalple bağlantısı kopmuş bir faaliyettir ve ancak “araçsal bir aklın”, daha doğrusu “ideolojik olanı doğrulayacak bir araç haline gelmiş bir aklın” faaliyetidir.
İlk bakışta sağdan solda derleyebileceğimiz şu örnekleri düşünelim mesela…
11 Eylül saldırılarını aslında Yahudilerin, neo-con’ların, CIA’in yaptığını söyleyen ama aynı zamanda o katliamda ölenler için sevinen, yıldönümlerinde pasta kesen (evet, var!) kitleleri düşünelim…
Sivas Madımak’taki katliamı derin devletin yaptığını söyleyip, ama orada Aziz Nesin’in ettiği lafların, Alevi örgütlerinin Pir Sultan şenliklerindeki davranışlarının kabul edilemeyeceğini söyleyenleri düşünelim…
Hrant Dink’i derin güçlerin öldürdüğünü söyleyip, ama cinayeti tiyatro oynar gibi yeniden canlandırıp, sahip çıkanlar, “gene yaparız” diye ırkçı türküler besteleyenleri düşünelim…
10 Ekim Ankara katliamını “biz yapmadık; bizi bölmek isteyenler yaptı ama iyi oldu” diyenleri düşünelim…
“Modern yargı” falan gibi bir takım “gereklilikler”den ötürü, “suç”u başkalarına atıp (“neme lazım başımıza iş gelmesin” kurnazlığı ya da ahlaksızlığı), acı karşısında “kötülük”ten yana tavrı nasıl anlayabiliriz?
Muhtemelen psikologların, psikiyatristlerin çeşitlivarsayımları vardır ama benim sahip olduğum bilgi türü, içinde yaşadığımız toplumun farklı kesimlerinin ruhunu satmamak için verdiği insanüstü gayrete ve gösterdiği direnişe rağmen, acımasız bir devlet ve onun acımasız yöntemleriyle kalbi soğumuş, nasırlaşmış bir kitlenin var olduğunu gösteriyor.
“Sadece yere düştüler”
Bazen çocukça bir ruh haliyle, oyun oynar gibi, ölüm kolaycacık oynanan bir şey haline geliyor…
Yukarıda örneği hazır Liberya’dan vermişken oradan devam edelim. Yıllar süren iç savaştan sonra çocuk askerleri rehabilite etmek için kurulan merkezlerden birinde bir çocuk askerile danışmanı arasında geçen görüşmeden bir bölümü aktaralım:
– Öldürdün mü?
– Hayır.
– Silâhın var mıydı?
– Evet.
– Nişan aldın mı?
– Evet.
– Ateş ettin mi?
– Evet.
– Ne oldu?
– Sadece yere düştüler. ”
(Haluk Hastürk, “Liberya’da Özgürlük ve Ölüm: Bir İç Savaşı Anlamak”, Birikim, Sayı : 175-176 – Kasım-Aralık 2003. )
“Yere düştüler”!… Bir şey olmadı yani… Ben bir şey yapmadım yani…
Bazen, yukarıda verdiğim örneklerdeki gibi, burnumuzun dibi kadar “yakın” insanların sembolik olarak “uzaklaştırılmasıyla” birlikte ölüm karşısında duyulan zevki yaşıyorlar bu insanlar…
Bu zevk iktidar ilişkileriyle üreyen bir mantığın sonucu ve totaliter durumlarda rıza elde etme, ikna etme usulleri arasında yer alıyor…
Her fırsatta güvenlikçi dili devreye sokan devletin elde ettiği vatandaş profilinin performansı söz konusu burada. Öncelikle “sorun” çıkaran, bu sebeple “güvensizlik” yaratan ve “suç”u başkalarına atan “tekçi” bir devlet zihniyeti, her ne kadar “paradoksal görünse de, aslında tabiatına en uygun şekilde davranarak, “yakın” ve “uzak” insanlar yaratarak, bu insanların birbirlerine düşman olmalarına neden oluyor…
Herkes birbirinden korkuyor ve zaten herkesin birbirinden korkması isteniyor. Ancak bu korkunun kendisi “korunma” refleksini de harekete geçiriyor. İşte o zaman, zaten önceden hazırlanan “güvenlikçi” dil ve yöntemler devreye giriyor. Güvenlik ve istikrar adına özgürlükler ve haklar askıya alınıyor. “Özgürlüklerimizi alma!” diye bağıranlara karşı verilecek cevap ise hazır: “Kusura bakma her şeyin bir fiyatı var!” Her ne kadar bu fiyatı hep “en uzağa itilenler” ödese de…
Böyle bir ortamda sağlıklı düşünmek kuşkusuz pek mümkün değildir. Ama normal şartlarda, herhangi bir olay (Hrant Dink cinayeti, Ankara katliamı, bir siyasetçinin öfke kusan söylevleri vb. ) karşısında bir miktar sağlıklı düşünebilmek, bir miktar dünyaya bakarak yapılan bir değerlendirmeyle mümkün olabilir. Bu tür değerlendirmeler sonunda insanlar düşüncelerini değiştirebilirler ya da sadece rötuşlar yapabilirler.
Kafayı karıştırmamak
Ancak, bu türden yeniden-değerlendirmeler için o toplumda bir miktar, bir arada yaşama kapasitesi olması gerekir. Bunun olmadığı durumlarda, alternatif fikirler, değerlendirmeler, ideolojik olarak bağımlı, ele geçirilmiş beyinler için korkunç bir yüktür. Fikirleri, önyargıları değiştirmektense, kanaatlere uydurmak üzere olayları “değiştirmek”(değiştirip anlatmak) daha kolaydır. Hatta olayları her zaman kanaatleri doğrulayacak şekilde yorumlamak ya da olayları kanaatleri doğrulayacak deliller olarak kullanmak da mükemmel olarak işe yarar… Ya da “en yakın” bir uzmanın fikrini alıp kullanmak da çok işe yarar; bu sayede olayların kafa karıştırıcılığına da hiç girilmemiş olur…
Totaliter durumlar, insan duyguları ve vicdanı için zordur; ama acı duyan insanlar karşısında harekete geçme riski taşıyan vicdanı, merhamet duygularını ve içeride kopan fırtınaları, çatışmayı sakinleştirmek için en uygun yol, acı duyan insanları “uzaklaştırmak” suretiyle inançları korumaya devam etmektir.