Tahta masa denizin yanı başında…
İki sıra tahtası çakılmış, ama oturacak kadar geniş değil…
Rahat sığsın diye, üçüncü sırayı diğerlerine eşitleyerek, iki çiviyle çakıyor…
…
Diğer ikisinden biraz daha uzun, şimdilik oturun, sonra ben keserim, diyor…
Tahtanın kesilen kısmı, atılmayacak…
Ayrık taşı duvarın, komşu duvarında…
Bir köşe başı taşına destek olacak…
Tahta erimeyecek…
Taş hiç erimeyecek…
…
Hafızası oldu tahta masa…
Feyhua…
Koca bir tabak feyhua…
Kabuğu soyulmuş…
…
O tadı olmayan feyhuadan reçel olmuş…
…
Yeşil renk vermiş soyuldukça…
Hurmadan, muşmuladan daha güzel…
…
Bir anlık hata değil elbet…
Hatalar gün olmuş…
Ay olmuş…
Sene olmaya, izin vermemiş…
…
Gözlerinin içine bakarken, yutkunuyordu…
Bir lokma ağzında eridi…
Yutkunmadan yedi o küçük lokmayı…
…
Bir anlık hata değil elbet…
Hata, hatalarla örtülmüş…
Hiç yokmuş gibi…
…
Hiç mi yok diye sormuşlar, omuzda saklanan bir meleğe…
Diğerlerine sormam lazım, demiş…
…
Süt, yoğurt olmuş…
mayalanmış…
Bende günahın hiç yok demiş…
Diğerleri de yok derse…
Tahta köprüyü koşarak geçersin, demiş omuzda saklanan bir melek…
…
Tahta köprü yıkanmış yağmurla…
Önce, dağ başında devrilen ağaçlar gemiş altından…
Köprünün emektar kıskanan tahta parçaları, parça parça atlamışlar köprü altına…
…
Devrilen ağaçlar kollarını kaybetmeden, köprü altından geçip denize varmış…
…
Kollu ağaçların yolunu izleyen köprünün tahta parçaları, denize kavuşurmuş…
…
Yağmur bitince, kıyı boyu taşları hazinelere ev sahipliği yapar olmuşlar…
…
Bir taş…
Bir ağaç…
…
Ne olduğu belli olmayan, yoldan gelenler…
…
Hazine bulmuş…
İki sıra çakılmış…
Üçüncü, rahat oturulsun diye çakılmış, en son…
…
Anlaşılmazdım…
Anlamaz oldum…