Bildiğiniz bir gezi yazısı olacak bu…
Belki sıkılanlarınız olacak. Fakat ben, beşinci defa gittiğim Abhazya’yı pehlivan tefrikası gibi defalarca yazmaya pek meraklıyım. Yani baştan demiş olayım istemezseniz okumazsınız olur biter.
Unutmadan burada üç nokta çok olmayacak, zorlamıyorum ama okuyun istiyorum bir yandan.
Biletimi aylar öncesinde aldım. Aslında önce vize aldım ardından bilet aldım, vize çıkmama ihtimali olduğu için.
Abhazya’ya gitmek için Sochi/Adler üzerinden gitmek gerekiyor, dolayısıyla muhakkak Türk vatandaşları için çift girişli vizenin olması gerekiyor, aksi halde Abhazya’ya giriş mümkün değil. Vize ile çok fazla başınızı ağrıtmayayım, gitmek isterseniz ben size en ince ayrıntısına kadar anlatırım.
Vize ve uçak bileti alındıktan sonra hazırlıklara başladım. Götürmeyi planladığım kitaplar filan derken bir valiz hemen doldu.
Gideceğim gideceğim diye söylediğim için götürmem gereken, çok hoş bir yardım çantası da vardı götürdüklerim arasında.
İş seyahatlerim anlık olabiliyor ancak özel seyahatlerimi genelde çok önceden planlıyorum, mümkünse yıllık planlamalarımı yapıyorum…
Temmuz’da nereye gideceğimi, Eylül’de nereye gideceğimi planlıyorum çok çok öncesinden…
19 Mayıs tatili ile, hafta sonunun birleştirilebilecek bir tatil olmasını fırsat bilerek, uzun hafta sonunu Abhazya’da geçirmeye çok önceden karar vermiştim…
17 Mayıs gecesi giderek, 23 Mayıs sabahı dönmek üzere planlama yaptım…
Beşinci defa gideceğim için aslında çok heyecanlı değildim ancak beni bilen bilir, nefes alırken dahi kolaylıkla heyecanlanabildiğim için, bir miktar heyecanlıyım…
Çok uçtuğum için Türk Hava Yolları’nın müşterilerine sunduğu CIP salonunda buldum kendimi.
Öncelikle günün yorgunluğunu atmak için duş aldım, ardından uçakta geç saatte bir şey yememek için hafif bir akşam yemeği yedim…
Uçağa binmeden önce Abhazya’ya gidecek tanıdık yüzler görmek sevindirdi beni.
Biner binmez kara gözlükleri takıp uyudum…
3G kapatıldı sonra telefon tamamen kapatıldı.
İlk inenlerden değildim fakat pasaport sırasına geçenlerden oldum…
İşlemler için beklemem söylendi, nihayetinde çok uzun bir süre olmasa da ağır süren işlemlerden sonra, geçebileceğimiz söylendi…
Apsa Tur ve Arısta Tur, Sochi/Adler ve Sohum arasında uçak geliş gidiş saatlerine bağlı olarak transfer hizmeti veriyor.
Sochi’den Abhazya sınırı çok değil, belki on dakika içinde sınır kapısına varıyorsunuz…
Sınır kapısında bir süre bekletildim, hatta Türkçe sorular soruldu…
Nihayetinde yeşilin egemen olduğu topraklara, canlar ülkesi Abhazya’ya geçtik…
Gecenin sessizliği ve karanlığında ne yollara yayılmış inekler vardı, ne de deli gibi araba kullananlar…
Sahipsiz atlar yoktu, kıvrım kıvrım boynuzları olan keçi sürüleri de yoktu yollarda…
Bir süre sonra gecenin o karanlığında yunusları değil, denizi bile göremeyeceğimi fark ederek üzüldüm…
Gudauta, Gagra, Novy Afon’a vardığımızda sarı kubbeler parıldamıyordu ama gözüküyordu sabahın serinliğinde.
STOP yazan her yerde durmuştur aracımız…
Üzerinde, ekmeğin Abazacası ve Rusçası yazan arkası kapalı kamyonetleri görüyorduk sıklıkla…
Sohum’a vardığımda bir iki saat uyku iyi gelecekti…
Acıkalı kahvaltıdan sonra, resmi işlemlerimi halletmek için yola düştük…
Düştük derken her daim beni yalnız bırakmayan arkadaşımla…
…
İşlemlerimiz olurken kahve içmek en keyiflisiydi…
Nostaljik fotoğrafçıda çektirdiğim fotoğraf olacaktı mavi seyahat belgemde…
Gözlüklü üstelik…
Çok kahve içtim…
Ertesi gün aldım mavi olan seyahat belgemi…
…
Misafirlerim oldu…
…
Pazara gittik…
Atila ve Engin ile birlikte dolaştık…
Apra, Nartaa, Dolce Vita, Rinna, Cafe Apsara, Barista, Chegem…
Ne kadar çok kahve içecek yer var…
Agop, en lezzetlisi idi…
Belki ‘patska’ üzerine içtiğim olsa gerek. Patska nedir diyenler varsa onu da size saatlerce anlatabilirim, ya da et isi çekene kadar, peynir islenene kadar…
Bilmeyen hazırlığı Sılaşara’da yapabilir…
Resim almak istiyordum…
Agop’un olduğu meydanda, satranç ve domino oynayanlara gitmeden Ritsa’nın gölgesinde, iki sütun arasında satılık bir manzara gördüm, ama ertesi güne kalmamıştı…
Copua ve Vozba’nın eserlerinden edinemedim, bir sonraki sefere…
Sahilde, bir gün sonra sahili unutmamak için üç küçük çerçeve aldım.
Sınırdan geçerken sorun olmaması için belge istedik…
…
Bal alamadım, şarap alamadım, konyak alamadım, peynir alamadım… Ancak hepsinin tadına baktım…
…
Yirmisi akşamı nedense uyuyamadım, denizin sesini daha iyi duyuyordum o gece…
Dolunay vardı o gece…
Sabah sürgün anıtına gittim erken bir saatte…
Ses sistemini kuran daha yeni gelmişti, aracından indiriyordu malzemelerini…
Siyah giyinmiştim…
Boru sesi geliyordu uzaktan…
Anıtın yanında iki Çerkeskalı çocuk, biri elinde ses çıkarabilen boynuzla bekliyordu.
Karşılık veriliyordu boynuzdan çıkarılan ses ile…
Uzaktan gelenleri gördüm. Ritsa Oteli hizasından itibaren gelenleri görünce tüylerim diken diken oldu…
Ellerinde bayraklarla sessiz epeyce kalabalık bir grup geliyordu bana doğru, daha doğrusu anıta doğru…
Sonra Cumhurbaşkanı ve diğer bakanlar eşlik ettiler…
At ve insan…
Sürgün anıtı deniz kenarında, gelenleri tek tek selamladı…
Abhazya, Adigey, Türkiye, Karaçay-Çerkesk, Suriye…
Farklı yerlerden gelenler vardı.
Tören oldukça sade ama bir o kadar etkileyici idi…
Ağıtlar okundu…
…
Akşam, insan boyutunda bir mum vardı…
Copua ve arkadaşları hazırlamışlar…
Dolunay gecesinde ağıtlar eşliğinde yandı mum…
Bir süre sonra, söndürüldü…
Gidenler için mum yakılırmış, bu o kadar büyük bir acı ki, insan boyundan büyük bir mum hazırlanmış. Sonra söndürüldü o koca mum…
Herkese ufak parçalar veriliyordu…
Türkiye’ye götüreceğim dedim, çok verdiler…
Mum isteyenlere…
…
Sahilde, taşların sesi, üstüne basınca çıkıyordu, ancak dalgalar ayak basmadan…
Dalga sesi hep vardı, deniz çarşaf gibi sessiz olmasına rağmen…
…
Pazar günü Aziz Simon günüymüş, görüşemedim arkadaşlarım papazlar ile…
…
Gece yolcusuyduk…
Taze yumurtaları topladığım, saatlerce pişen tavuğu yediğim, doyasıya kahve içtiğim, Patska’da karnımı doyurduğum, bademli konyak içtiğim, sokaklarında çok tanıdık gördüğüm…
Gece yolcusu olarak hepsini geride bıraktım…
Sınırda gördüğüm manzara şaşırtmıştı beni, onlarca otobüs herhalde Aziz Simon gününü kutlamaya gelmişti…
…
Abhaz Dram Tiyatrosu…
Gittiğimiz oyun güzeldi…
Kapıyı içeriden çekmek, içinde olmak ayrıca güzeldi…
…
Dünyanın merkezi burası demiş Nasreddin Hoca…
İnanmıyorsan ölç demiş…
…
Sımha Orhan’da demiş Çorum için…
Bin tanrılı diyar için…
…
Benim merkezim, çapım kadar, gittim gördüm beşinci defa gördüm…
Beş daha olsun, hep olsun, daha da olsun…
…
Aklımda bunlar kaldı…
Unutma Çiçeği takılmıyor ama ortada da yok…
…
Akılda kalanlar bunlar…
Atlar sahipsiz…
Keçiler sahipsiz…
…
Anykha’ya mı gitsek…
Başta söz vermiştim, ama yine de üç nokta, atlama var…
Ne demiştim…
Üç nokta olmayacaktı, gezi yazısı olacaktı…
‘Pehlivan Tefrikası’ gibi yaza yaza bitmez gezdiğim gördüğüm…
O zaman madem ilgi gördü bu acele yazdığım gezi yazısı, devam edeyim…
En kısa zamanda tefrika’yı bitirmem lazım, aksi halde unutabilirim…
…
Yazdığım mektuplar sahibini bulmuyor diye endişe ediyordum, meğer okunuyormuş ama ben anlatamıyormuşum…
Devam ediyorum o zaman bu şekilde anlatmaya…
Bir defa çok şanslı bir adamım…
Abhazya’ya gitmeden önce sağanak yağmur varmış, ben vardığımda yerini güneşli bir havaya bıraktı, dün öğreniyorum ki ben döndükten sonra yine şiddetli yağışlar olmuş…
Daha ne olsun…
…
Bir gittiğim yere bir daha gidince, ilk gittiğim yerlere gitmek gibi bir huyum var nedense…
…
Sohum’un heykelleri bu nedenle beni bilirler…
…
Penguen, ilk göz ağrım…
Gramafonlu Kız…
Çik…
Taşın Suyunu Çıkaran Yaşlı Adam…
Meçhul Asker…
…
Sahil yürüyüş yolunda renkleri değişen taş zemin…
…
Kırmızı Köprü sonrası ‘patska’…
İçimin yandığı ‘patska’…
…
Abazaca’yı kusursuz konuşmaya başladığım ‘patska’…
Biraz içimin yandığı doğrudur…
…
Abazaca’yı ne kadar iyi konuştuğumu Engin, Atila, Şebnem pek bilmez Melda hiç bilmez, ama adaşım Okan ne kadar iyi konuştuğumu gayet iyi bilir…
…
Tekrar heykellere dönelim…
Abhazya ve Sohum’u bilen bilir, bilmeyenler için bir benzetme yapayım…
İzmir gibi bir sahili vardır Sohum’un…
Hemen Pasaport önünde olduğu gibi, bir yürüyüş yolu vardır, epey uzundur.
Sonra ikinci kordon, diye devam eder…
…
Mazgal sisteme sahiptir şehrin yapısı…
Caddeler ve sokaklar birbirini dik keser…
…
İşte yine lafı uzattım, kısaca söyleyeyim, Ritsa Otel’inden, Botanik Parkı’na doğru giderken, sahile ilk paralel cadde üzerinde, bir banka için, yeni bir heykel gördüm…
Para yapan adam heykeli…
Külahtan dökülen madeni paralar…
Dişliler madeni para için dönüyor…
…
Heykellere ara veriyorum biraz…
…
Mavi kaplı doküman için fotoğraf çektirmem gerekiyor…
Stüdyoda dijital fotoğraf makinesi haricinde, kendinizi elli yıl öncesinde zannediyorsunuz…
…
Para bozdurmak için, trafiğe yarı kapalı bir sokağın içinde bulunan döviz bürosu önünde beklerken, tam döviz bürosu önünde gazete satan kadınların bulunduğu gölgelik alandan davul zurna sesi gelmeye başladı…
Kafamı onlara doğru döndürdüğümde, kadınların elektronik ekrandan bir şey izlediğini gördüm. Bakmak istediğimi söyledim, hemen gösterdiler bana…
Bildiğin halaylı türkülü bir klip izliyorlardı…
Ermeniyiz biz dediler…
Hay hay, dedim…
Güldük karşılıklı…
…
Kadınların biraz ötesinde ‘take a way’ kartonda kahve satan bir yerin açıldığını gördüm…
Kahve almadım, ama alanları gördüm…
…
Her ne kadar, kumda pişeni seviyorsam da oldukça hoşuma gitti…
…
Geçen sene Ekim ayında geldiğimde Psou’dan Abhazya’ya devam eden yol boyunca devasa reklam panoları vardı. Sınırdan geçince fark ettim ki, eskisi kadar reklam yok, ya da benim dikkatimi çekmedi…
…
Mısraa’ya gelince nedense Sohum’a varmış hissediyorum kendimi…
Yine göremedim Gorbaçov’un Daça’sını…
Stalin’in Daça’sını da göremedim…
…
Ama biliyorum Steinbeck gelmiş…
Tropikal meyveler yemiş…
…
Gazap Üzümleri…
Tutku Otobüsü…
…
Castro gelmiş…
Daha kimler gelmiş…
…
Gerard Depardieu…
Okaliptüs gölgesinde bankta oturmuş…
…
Okaliptüs ağaçları üzerinde, ‘Hüseyin’i Ayşe’yi seviyor’ diye yazıyor mu bilemem ama ben SARA & AKUA yazan reklam tabelası önünde fotoğraf çektirdim…
…
Reklamlardan en dikkat çekici olanı…
Temsil edilmeyen milletlerin katılacağı futbol turnuvasına ait duyuru…
Çok sıkı bir Beşiktaş taraftarı olarak, bu dünya turnuvası kaçmaz dedim…
Metin, Feyyaz, Ali…
…
Domino Şampiyonası daha önce Sohum’da yapılmıştı…
…
Daha çok anlatacağım var ancak bu yazının ilkinden daha çok ilgi görmesi durumunda devam edeceğim…
…
Bunun için yorum yazanlara yorumlarım var…
…
Mum, isteyenlere getirildi…
Altıncı gelişim, onuncu gelişim elbette olacak…
Götürdüğüm yük değildi, yol arkadaşıydı…
Üç noktalı olmazsa olmaz…
Unutturmamak için…
‘Narton Şımd’ seven hatta çok seven biri olarak, topuğumu Narton Şımd yaparken incittiğimi de bilirsin elbet…
Fıccın Sokak şahittir…
…
CK…
Bunun üzerine bir şey diyemem…
…
Bademli Konyak…
Bu kadar mı lezzetli olur…
…
Efenim, bildiğiniz üzere benimle birlikte seyahat eden üç kahraman daha vardı…
…
Hayal kahramanı değil…
Roman kahramanları geldi benimle…
…
Dalkavuk Hanım…
Çerkes Adil Paşa…
Nuridin…
…
Bu sefer yol arkadaşıydılar bana…
Üç haneye konuk oldular…
…
‘Kai’ye Mektuplar’ bir önceki seyahatimde zarf ile gelmişti…
…
Bir kahraman daha var…
Bu yazı ilgi görürse onu kesin anlatacağım…
…
Bence hakikaten gerçek kahraman…
Siyah takım elbisesi içindeydi o kahraman…
…
21 Mayıs 2016…
İmzalı iki kitabım oldu…
Anılar…
…
Şimdi bu tefrikanın sonuna geliyorum…
İlk işim bir sonraki senenin tatillerini takvime işaretlemek olacak…
…
Sonra, sonrası çok iş yaptım bugün…
Bugünlük yeter…
Hem üstümdeki Abhazya havası kalkmasın…
…
İnsanlar ikiye ayrılırmış…
Milet’i görenler ve görmeyenler…
Milet’i görenler de ikiye ayrılırmış, Şadan Gökovalı ile görenler ve görmeyenler…
…
Balıkçı ile Erhat zamanına yetişebilseydik…
Onlarda benimle gelmek, görmek isterlerdi…
…
Hem, sadece Mavi Yolculuk meşhur olmazdı…
Altın Post yolculuğu da meşhur olurdu…
…
Beklemiş üzüm suyu…
…
Diyemeden geçemeyeceğim…
Nuridin gitmeden çok önce…
‘Capon Çayevi’ daha açılmazdan önce…
…
California Roll bilinmezden önce…
…
Pirinç limon görmüş…
…
Yılan balığı, pirinç tanesi ile sarılmış…
…
Hediye edilen kuru hurmadan, her gün bir tane yesem…
Mevsiminde çıkana kadar, yeter bana…
…
Hurma zamanı, yine Abhazya…
…
Gitmişler zaten gidecekler bir şekilde… Gitmemişler, gelin gidelim birlikte…
…İsterseniz, Adem Elması ile yer çekiminin olmadığını dağlarında görelim…
Uçacaksınız…
…
Yazıyı bir daha okudum, yine sözümü tutamamışım…