Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Nartan’ın Evi

Ferdane ve Nartan’ın anısına

Masalların, öykülerin, şiirlerin nasıl olup da bu kadar güçlü olduğunu düşünür bazen insan. Yazan da mı, yazdıranda mı güç? Onları okuyan gözler, seslendiren diller, içeren yüreklerde mi yoksa? Yoksa hepsi birden mi? Nartan’ın Evi, hepsi birden olmalı.
Anlatılan çok mekân olmuştur; masallardan çıkıp hayatlara akan. Başlangıcını hayattan alıp masalsılaşanı daha çok hatta. Nartan’ın Evi de böyle bir masalsılık kazandı şimdiden.
O evi gördüm, bahçesinde yaz başı meyvelerinden tattım, otlarında yürüdüm, papatyalarından aldım. Yıllar önce yayına hazırladığım Alyoşa’nın Bayırı romanını hatırladım orada. İkinci talan savaşından sonra sosyalist yurdu yeniden kurmaya çalışan 1 Mayıs Komünü’nün hayatından bir kesitti roman. Belki de Nartan’ın evine yakındı o köy. “Kuban sandın galiba” diye eleştiriliyordu Komün başkanı çünkü. Kuban, Nalçik’in neresine düşer diye sormuştum da, “Kuzey’de” diye yanıt almıştım.
Romanın kahramanı Genç Alyoşa, komünal hayatın doruklarına çıkarma düşleriyle dolu, kıraçlaşmış toprakları yeşertecek emeklerin en direngeni, en fedakârı ve tabii en neşeli gülüşlü çocuk. O çalışmayanların yerine de çalışan çocuk, Alyoşa o kavgadan da zaferle çıkılacakken tam basit bir bademcik zehirlemesiyle yaşamını yitirecektir! Ne deseniz yetmez, o kayıp hiçbir sözle anlatılmaz, hiçbir öfke bu acıyı dindirmez… İşte öyle bir anı o ev ve Nartan.
Nartan’ın evi, kurucularının koyduğu adıyla Nartan Kılıç Ulusal Kültür ve Gençlik Merkezi, böylesi bir acının ardından, büyük kayıp düşlerin masalsı merkezi olmaya aday bir mekân şimdiden. Bir rüya ortaklaşması, belki de birçok ütopyanın toplaşıp yoğunlaşması bu. En güzel özlemlerin, duyguların eksik olmadığı fikirlerin toplanıp bir somutluk kazanması. Özelden genele bir yol açılması, esası. O nedenle şimdiden Nartan’ın Evi, Ulusal Gençlik … diye başlayan ekler aldı. Hem ulusal hem gençlik hem kültür… belki ilerde başka kimlikler de kazanacak, mutlaka kazanmalıdır. Rüya ve ütopyayı yan yana getirmem tam da bu nedenledir.
Nartan adlı bir genç, -bu sütunlarda hakkında onca söz yazılmış bir genç- yıllar yılı öykülerini dinlediği ata topraklarına geldiğinde uzak geçmişiyle bugününü birleştirecek düşler kurmaya başlar. Ataları Adigeler, görkemli dağların, çağıldayan ırmakların buluştuğu derin vadilerin ve uçsuz bucaksız yaylaların bağrında yaşarmış. Dilleri, töreleri, dinleri zamanın egemeni Çarlıkla uyuşmadığı için önce yavaştan, sonra şiddetten sarsıntıdan, savaştan, kırımdan geçip kalanlarıyla sürgünden geçip Anadolu’ya varırlar. Onları “bağrına basan” Osmanlı hükümdarıyla yalnızca dinleri ortaktır. 72 milleti “barıştırıp karıştıran” Sultanlığın zihniyeti onları da “karıştırıp savaştıracak” bir düzende yerleştirir. (12 Eylül paşasının “karıştır-barıştır” emri hiç de köksüz değilmiş!)
Kıyımların artığı, sürgün yorgunu ataların bu yeni yurtlarında ne yaptığı ne yaşadığı konumuz değil ama bir noktayı da vurgulamadan geçemeyeceğiz. Dinlerini yaşayacak mekân buldular ama dillerini, kültürlerini yaşayacak, yaşatacak “resmi” alanlar bulamadılar; Anadolu’nun bütün kadim halkları gibi. Adları, lakap oldu, kültürleri bir çeşni oldu Saray’da ve sahada. Adlarını, dillerini, yeni yurtlarıyla uyuşmayan kültürlerini burada da unutmaları gerekecekti. Ümmete ve ulemaya karışmaları olasıydı sadece.
Geldikleri yer gibiydi yeni yerleri ama bunu anlamalarına daha zaman vardı. Onlar da yapabildiklerini yaptılar; ellerinden alınan her şeylerini zihinlerinde, içlerinde tuttular, hem de dipdiri. Dillerini, kültürlerini, özlemleri gibi direngenlikle yaşamlarına katıp sessizce yürüdüler. Gün geldi, örgütlendiler, gün geldi dillerini konuşturdular, adlarını çocuklarında yaşattılar. Öyle günler geldi ki, insanlığın ortak bahçesinden gelecek düşleri derlediler, o düşlerin yol verdiği yeni hayatlar eylemine katıldılar. Öyle de günler geldi ki, soykırım ve sürgünle, yanı başlarında Kürtler yaşarken yüzleştiler. O zaman bir daha sarsıldılar. O sarsıntılardan yeni bilinçle doğanlar oldu. Anayurdunu böyle bir bilinçle arayışlar başladı.
Nartan adlı genç hem insanlığın ortak düşleriyle beslenerek büyümüştü; evi ailesi, yakınları, arkadaşları, böylesi güzelliklerle kuşanmıştı çünkü. Hem de son sarsıntıdan anayurdunu arayışa yönelecekti. Onun yeni rotası o yüzden Nalçik oldu. Nalçik’e geldiğinde iki ana damarın; sosyalizmin ve anti-sömürgeciliğin şekil verdiği bir gençti. Anayurdunda.
Şansa bakın ki, Nartan’ın geldiği ata(ana)yurdunda soykırımcı Çarlık yıkılmış, yerine halkların özgür ve eşit yaşayacağı demokratik ve sosyalist hayatlar kurulmuştu. Hatta büyük şair o özgür zamanlarda oralara gitmiş, Nalçik parkına “Ceviz Ağacı” şiirini nakşetmişti. Ama ne yazık ki her şey yarım kalmış, büyük insanlık düşü, ateş olup düştüğü yerlerde de yaşayamamıştı. Yani buralara halkların eşit kardeşliği ve sosyalizm uğramış ama çoktan geçip gitmişti. Geride kırıntılar vardı ve Nartan ile aynı düşleri paylaşan eski kuşaklar da büyük çöküşten sonra anayurtlarına akına durmuşlardı. Fakat yapıp edebildikleri, yıkılmış ve kapitalizm tarafından işgal edilmiş bu yurtta geçimlik ekonomilerini kurmaktan ibaretti. Bir de ana dillerini konuşarak öğrenmek olanağı bulmuşlardı.
Nartan’ın ve onun gibi gençlerin bu duraklarda çakılıp kalmaması için yepyeni ufuklara ihtiyaç vardı. Nartan anayurda vardığından itibaren yaşanmış sosyalizmin kalıntılarında insana, güzele dair izler ararken yeni ufuklara, yeni düşlere kanat çırpıyordu. Onun Türkiye ile Abhazya arasında gidip geldiği yıllar, mühendislik eğitimi yanında yeni yaşamları yeşertecek “düşler tarlası” arayışıydı. Bugün daha iyi anlaşılabileceği gibi, o evi –tarlaya dönmüş meyveli bahçesini beğendiğinde, aklından geçen, yüreğinde birikmiş bütün zamanların en güzel düşlerini yaşatmak vardı.
Dünü anlamaya çalışan, bugünü kavrayan ve yarını düşleyip ona doğru eyleme geçen gençlik kuşağının bir temsilcisidir Nartan. Bu gerçek anlaşıldığı oranda onun evinde, onun adını Ulusal Gençlik Kültür Merkezi tam bir hayat devingenliğiyle var edilebilir.
Yanlış ya da daha doğrusu eksik anlaşılmasın isterim. Nartan’ın evi yalnızca Nartan’ın düşlerinin, genç kuşağın rüyalarının gerçek kılınacağı yer değil. Hatta o ev sadece onun değil. Nartan’ın rüyasını paylaşan dünde kaldığı sanılan bütün kuşakların da. Mansur’un kültür merkezi projesi için yapılanları-yazdıklarını, Gupse’nin anadil eğitimi üzerine yapılanlarını-yazdıklarını okuyunca bunun ayırdına varabiliriz. Nartan’ın evi hiç olmazsa son üç yüz yılı yaşamış kuşakların kavgalarının, düşlerinin, insanlıklarının, komünal perspektiflerinin yaşam bulacağı bir alan.

Hani, Paramaz Kızılbaş, geride bıraktığı mektubunda diyor ya; “Latin Amerika’ya gidecektim. Uzun uzun gezecek, sosyo-politik incelemeler yapacaktım. Fakat Güney’de savaş başladı, Latin Amerika’yı erteledim, önce Rojova’ya gidiyorum. Gelmezsem, düşlerim bütün dostlara emanet.” Nartan da, o evi seçti, Türkiye’den dönüp geldiğinde düşlerini gerçekleştirmeye dalacaktı. O da, Kobane’de çocuklar beklediği için, sömürgecilik onları yurtlarından bir daha atmak için kıyasıya savaşa durmuşken önce oraya gitti ve Suruç’ta kanlı katliamla yolu kesildi, dönemedi. 33 düş yolcusundan biri oldu. Düşleri dostlarına kaldı. Dostları da gerçek dostluklarını gösterdiler ve işte o evi bir kültür merkezi olarak, bir yaşam alanı olarak inşa etmeye giriştiler.
Büyük düşler büyük emekleri gerektiriyor. Şimdi bu yolda büyük emek seferberliği var. Herkese başarılar diliyorum ben de. Ama eklemeden geçemeyeceğim şeyler var. Birincisi, her yeni canlı gibi Nartan’ın da ilk yurdu anasının rahmidir. O yaşamını ilkin orada ördü. Üstelik Nartan ölüme de anasıyla gitti! Her çocuğa kısmet olmaz, desem kızar mısınız bilmiyorum ama Nartan’ın evinde Ferdane ve Nartan Kılıç adları birlikte yaşatılmalı diyeceğim. Adil olan bu, ortaklaşa hayatın gerçeği bu. Ferdane bütün hayatlarında Nartan’a tek ortak olanımız. Onun adına açılacak bu merkezin kapısına ikisini bir arada yakalayan yukarıdaki güzel fotoğrafın nakşedilmesi nasıl da güzel olur.
Hem artık Çerkes yaşam kültürü anasoyunu bu vesileyle belleklere yeniden yazmaya başlayabilir. Nartan’ın bir atasoyu var, -tıpkı sömürgecilik gibi egemen- bir de anasoyu var; ezilmiş ve unutturulmuş. O yüzden soyadlarımız sadece babadan gelir, insan belleğinin soy ağacı yarımlaşması bu aslında. Soykırımların anasoyu kırımı da olduğunu, hatta ilk onunla başladığını hatırlatmış da olmak, belki de ana-oğul anısını yaşatmanın bir kazanımı olur diye düşünüyorum.
Nartan adını aldığı Nart efsanesinin kentinde bir kültür merkezi ile yaşayacaksa, bugünkü projelere, Adige Ulusal Kültür programına, muhakkak ki toplumsal- paylaşımcı hayat bilinci ve tarzını da ekleyecektir. Bir de “enternasyonalizm” eklenirse programa, işte o zaman da Nart’ın ateşi çaldığı dağların destanı, özgürlüğün eşitliğin adaletin gürül gürül akışına karışır, bütün insanlığı aydınlatır. Che’nin Havana’daki dev posteri bir de orada, Nart’ın heykelinin yanı başında salınırken selamlar Kafkas halklarını da. Oraları gördükten sonra benim düşlediğim bir şey ama en çok Nartan’a yakışan da budur. Bunlara bir de cinsiyetçi soykırımcılığa karşı bir duruşu eklerse Ulusal Kültür Merkezi, o zaman büyük insani yürüyüşün programı tamamlanır. Ferdane’yi saygı da bunu gerektirir. Tüm Çerkes halklarının yarısı olan kadınlara böyle bir yer açılmış olur.
Bu satırları yazarken ben, ekrandan Ezidi kadınların uğradıkları son soykırım ve isyan çığlığı ağıtları kulaklarımı dolduruyordu. Ekrandaki görüntülerine ara sıra takılmadan edemedim de. Ele geçmiş darbecilerin tekrar işkence görüntüleri akıyordu bir de. Polis HDP’nin barış çadırını basmış! Kürtlerin yaşadıklarıyla bütün Çerkes halklarının yaşadıkları, işkence görüntüleriyle birlikte, bir kez daha birbirine karıştı belleğimde, benliğimde buluştu. Hangisine yanayım değil, hepsini birden bir arada düşünüp eylemeye devam edeyim dedim kendi kendime. Sanırım Nartan ve Ferdane’yi anacak herkese de aynısını yapmasını önereceğim; çünkü başka yolu yok bütün bu acılardan kurtulmanın; barışa, kardeşliğe, özgürce yaşamaya ulaşmanın. O aralıkta düşündüm; belki de bu yüzden Merkezin ilk konukları arasında Kobane’nin, Suruç’un çocukları ve kadınları da olur belki de. Anayurt ile diaspora arasında bir köprü olma amacıyla işe başlayan tüm emekçilerine sevgilerimi yolluyor başarılar diliyorum.

Mukaddes Erdoğdu Çelik – Yazar

Yazarın Diğer Yazıları

Avni Lifij’in fotoğrafları 100 yıl sonra sanatseverlerle buluştu

1851.gallery, ünlü sanatçı Avni Lifij’in platin-paladyum baskı tekniğiyle üretilmiş fotoğraflarından oluşan "Affedersiniz ama sanat bir kodak fotoğrafı değildir. Ressam Avni Lifij’in Yeniden Hayat Bulan...

Boston Üniversitesi’nde bir Çerkes masalı

Karaçay-Çerkesli yönetmen, oyun yazarı, kukla sanatçısı ve sahne tasarımcısı Şaukh Evgeny İbragimov 11-16 Kasım tarihleri arasında Boston Üniversitesi’nde gösteri ve atölye çalışmaları yaptı. Üniversite...

Dijital kitap: ‘Dilin Yolu’

Tüm dünyada gündemin öncelikli sıralarına yerleşen eğitimde dijitalleşme çabaları sadece Çerkes cumhuriyetlerindeki eğitim kurumlarında değil Çerkes diasporasında da yürütülüyor. Çetav Merwan, Mışe Hun Su’ad, Ğuç’el’...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img