Cari olarak “İslamcı” gibi görünen ya da aslında artık pek görünmek zorunda da hissetmeyen, bunun yerine devletçilik-milliyetçilik gibi asri ideolojilerin şemsiyesi altına girmeyi çıkarları için daha uygun bulan bazı birey ve grupların tutum ve davranışları ve de kimlikleri, toplumu anlama çabasında sosyolojik olarak çok önemli veriler içeriyor. Bunlar sayesinde, bir yandan toplumun içinde akan ve aslında elle tutulması çok zor olan ruh hallerini de anlayabilme kapasitemiz gelişirken, diğer yandan bizzat sosyolojinin kavramsal çerçevesini de geliştirebilme imkânına sahip oluyoruz.
Öncelikle şunu iddia edebiliriz: dünyanın ve insanların içinde bulunduğu hali anlamak için, her ne kadar sosyal ve felsefi düşüncenin şimdiye kadar ürettiği kavramları, teorik çerçeveleri çöpe atmayacak olsakda, bu düşüncelerin üzerine oldukça yeni ve yaratıcı araçlar geliştirmek zorundayız. En azından modern dünyanın inşa ettiği algılama ve anlama yollarının büyük ölçüde içerdiği “ikili kalıplarla” ciddi bir hesaplaşmaya girişmek zorundayız.
En temel haliyle ifade edecek olursak, dünyanın dört bir yanında hâkim olmaya başlayan zihniyetleri ve onları temsil eden ve adeta patolojik vaka olarak nitelendirilebilecek liderleri ve de onların temsil ettiği kutuplaşmaları ele aldığımızda, modern dünyayla birlikte “öğrendiğimiz” ve “inandığımız” çerçevelerden epey uzağa düşmüş durumdayız. En azından geniş kitleler olarak bu vaziyetteyiz. Küçük mutlu azınlıklar dışında, artık çıkarlar, rasyonel değerlendirmeler, bireyselleşme ve özgürlük gibi değerler mobilizasyon kapasitelerini yitirmiş görünüyorlar.
Tek tarih anlatısının, evrimci kalkınma ideolojisinin bittiğini, kültürel bir dönüş yaşandığını, daha parçalı hallerin ve süreksizliğin egemen olduğunu vs. iddia eden postmodernistlerin yazıp çizdikleri, yeni dünyayı anlama çabamızda aklımızda tutmamız gereken bir teorik sermaye oluşturuyor.
Ancak bunun daha ötesi var…
İçe doğru yolculuk
Çünkü postmodernizmin farklı versiyonlarına sinmiş olan “çeşitlilik”, “zenginlik” gibi “şenlikli” toplum temsillerinden farklı olarak, insanın ve toplumsal grupların “dışına doğru” değil; “içine doğru” yapılacak okumalar bugün sosyolojik serüvenin çok önemli ayaklarından ve merhalelerinden biri olarak belirginleşiyor.
İçeri doğru yapılacak yolculukta, modern öncesi toplumlardaki sosyal ilişkilerde belki de en temel olan kültürel anlamlar dünyasını yardıma çağırmak gerekiyor. Çünkü modern dünyayla birlikte aslolanın “rasyonalite” olduğunu, toplumsal örgütlenmenin, çıkarların rasyonel düzeyde ifade edilmesi gerektiğini öğrenmiş olsak da, toplumu bir arada tutan enerjinin ya da tutkalın çok daha kültürel düzeyde, bu kültürel düzeyin ürettiği anlamlarda ve bu anlamların yaşadığı “duygusallıklar” vasıtasıyla geçmiş ve şimdiki zaman arasında bağ kurabiliyoruz.
Daha basit ve somut bir ifadeyle dile getirecek olursak; modern öncesi toplumlarda kültürel anlamlar ve bu anlamlarla karşılıklı olarak kurulan duygular dünyası, bugün yeniden önümüzde duruyor. Bir bakıma modernliğin inşa ettiği kurgu bugün yetersiz kalıyor, aşınıyor. Yok olduğunu zannettiğimiz, fakat aslında bu kurgunun sadece örttüğü duygular dünyası bugün belki çok daha yakıcı bir şekilde insan ilişkilerinde ortaya çıkıyor.
Bugünkü acılı, korkan, öfke duyan, nefret eden insan kalabalıklarına baktığımız zaman aslında çok basit bir toplumsal operasyona şahit oluyoruz. Toplumsal gruplar, bir arada tutunacak, kimlikleşebilecek, bireylerini birbirine eklemleyecek, yapıştıracak enerjiyi inşa ediyor… Geleneksel ve hatta modern ya da postmodern; her zaman olduğu gibi…
Kutsal inşa etmek
Bu süreç kalabalık bir güruhun içindeki bireylerin kakafonik bir şekilde bağrış çağrış içinde birbirleriyle konuşmalarıyla işlemiyor. Ancak grubun içindeki güç ilişkilerine bağlı olarak, daha güçlü olanların daha çok dayattıkları, daha çok inşa ettikleri semboller vasıtasıyla gerçekleşiyor. İlişkiler içinde “güçlenenlerin” daha çok katıldıkları inşa sürecinde, toplumsal gruplar aslında kendi “kutsallarını” inşa ediyorlar… İnanabilecekleri kutsallarını… İnanmayı öğrendikleri kutsallarını… Güç ilişkileri içinde, duygulara tercüme olduğunu düşünen, daha ziyade duyguların adlanmasını, elle tutulur hale gelmesini sağlayan güçlü aktörler tarafından; ama aynı zamanda göreli olarak daha güçsüz olan aktörler tarafından da “kurgular” ve “kimlikler” inşa ediliyor.
“Kültürel sosyoloji” üzerine çok güçlü analizler geliştiren Amerikalı sosyolog Jeffrey Alexander’ın (Trauma – A social theory) vurguladığı gibi, semboller, mitler, anlatılar ve ikonlar bu toplumsal faaliyetin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Birbirlerini maddi olarak tanımayan insanları semboller bir arada tutuyor. Bu semboller, aslında olmayan bir “biz” kimliğini ve onun çağrıştırdığı bütün duygusal referans ve performans dünyasını inşa ediyor. Kendimizle ilgili sembolleri gördüğümüzde pozitif olarak, başkalarıyla ilgili sembolleri gördüğümüzde ise negatif olarak “heyecanlanacak” duyguları yükleniyoruz. Kimliğimizle birlikte inşa ettiğimiz “kolektif hafızamız” ve öğrendiğimiz duygularımız “sembolik bir mobilizasyon”un da altyapısını oluşturuyor. Bu vesileyle geçmişi sembollerle ve sembolleşmiş anlatılarla (kahramanlık, zafer, acı, göç, tehcir, katliam, intikam…) temsil edip, elle tutulur hale getirip, şimdiki, zamanda ortaklaşa yeniden“ilahi kurtuluşlar” hayal edebiliyoruz.
İşte geçmişle kurduğumuz ilişkilerde “travma” bu sembolik inşa süreçlerinde önemli bir yer tutuyor. Bu dünyanın zorluklarıyla, gelecek ve başkaları hakkında duyduğumuz endişelerle başetmeye çalışırken, başkaları tarafından saygı görmeyi arzularken, “travmalarımız” devreye giriyor. Bütün olup biteni anlatacak sihirli bir kavrama dönüştürmeden şunu söyleyebiliriz: travma bir yanıyla psikanalitik bir fenomendir. Yani travma doğrudan bilişsel ya da rasyonel bir kavrayışı harekete geçirmez; travmaya neden olan olay, o olayı yaşayanların ve sonraki nesillerin tahayyül ve hafızasında çarpılır, başka formlar altında yaşamaya devam eder. Geçmişten kalan bir tecrübe vardır ama bu esas olarak bilinçdışında çalışmaya devam eder. Ya da travma tam da bu “olay”ın tanınmaması ve konuşulmamasıyla ilgilidir.
Bu, travmanın birinci boyutu ya da okuma şeklidir; insanlar acı çekmişlerdir ve bu “acı”, bilinçdışında çalışmaya devam eder; kimliği şekillendirir. Örnek verecek olursak, Türkiye toplumunun kuşkusuz ve de istisnasız bütün bireylerinin farklı içerik ve düzeylerde “travmatize” olduğunu söyleyebiliriz. Kendisi ya da geçmiş nesilleri katliamlardan, soykırımlardan, sürgünlerden, tehcirlerden, darbelerden, baskılardan, işkencelerden, sınıfsal ya da kültürel aşağılamalardan örselenmemiş bireyler bulmanın imkânsız olduğunu da iddia edebiliriz. Nesilleri aşan bütün bu travma tecrübelerinin çoğunun tanınmadığını, bu tanınmama, dolayısıyla iyileşmeme nedeniyle travmanın nerelerde etkili olduğunu bilemeyeceğimizi de ekleyebiliriz.
İkinci boyut ya da okuma ise doğrudan “sosyal”dir yani travmanın toplumsal olarak inşasına ilişkindir. Alexander’a göre, travma mutlaka bir grubun bütün bireylerinin acı bir tecrübe “yaşaması” anlamına gelmez vetravma, söz konusu grubun kimliğinin merkezindeki derin bir rahatsızlık duygusudur. Grubun adlandırma kapasitesine sahip aktörleri, “acı” vesilesiyle, kim olduklarına, nereden geldiklerine ve nereye gitmek istediklerine dair hissiyatlarını “temsil ederler”, buna “karar verirler”.
Bu vesileyle, travma etrafındaki anlatı ya da temsil, söz konusu topluluğu, cemaati ya da toplumu yapıştırmak, yönlendirmek ve yönetmek için olağanüstü bir enerji üretebilir. İnsanlar sadeleşmiş ve duygularla sembolleşmiş açıklamalarla kimin saf ve temiz; kimin kirli ve tehlikeli olduğunu ayırdedebilir.
Benzer acılar, farklı travmalar
Ancak yukarıda değindiğimiz gibi, bütün acılar birbirinden acı olsa da, travma sosyal olarak inşa edildiği için, yaşanan bazı katliamlardan sonra ortaya çıkan bazı kültürel anlam dünyalarında “sonsuz bir nefret” varken, başkalarında “derin bir acı ve yalnızlık”, daha başkalarında ise “katil ve maktulün acıyı birlikte aşma çabası” gözlemlenebilir.
Şu örneklere bir göz atalım: Sırp milliyetçiliğin Boşnaklara; Rusya’nın Çerkeslere, İttihat Terakki’nin Ermenilere; Ruanda’da Hutuların Tutsilere; Hocalı’da Ermeni milislerin Azerilere; Irak devletinin Halepçe’de Kürtlere; Suriye devletinin Hama’da Müslümanlara; bugünlerde Myanmar’ın Arakanlı Müslümanlara ya da daha eskilerde sömürgecilerin Amerikan yerlilerine yaşattıkları acılar ve daha pek çok yerde insanlara çektirilen acılar…
Bu olaylar sırasında hayatlarını kaybedenlerin hangisinin canının daha az ya da daha çok acıdığını ölçmek, rakamları “yarıştırmak” ya da başkalarının katliamlarına haklı gerekçeler bulmak en azından ahlaki değil.Tabii ki bunların aralarında “rakamsal” farklar var; bunların bazılarında yüzlerce, bazılarında milyonlarca insan katledildi. Ancak aralarındaki en önemli fark şu: bu katliamların anlatıları birbirlerinden çok büyük farklar içerebiliyor.
Bunların hangileri, katliamları yapanlar tarafından kabul edildi? Hangilerinde özür dilendi? Hangi kurbanlar ve yakınları ve de ait oldukları topluluklar yas tutabildiler? Bunlar arasında kurban sayısı çok daha az olmasına rağmen “daha çok tanınan” ve kurban sayısı çok olup “daha az tanınan” katliamlar arasındaki fark nedir? Bütün bu sorular travmanın “sosyal inşasına” ya da “kültürel kullanımına” dair önemli bir fikir veriyor.
Bu katliamların ya da soykırımların bireyler üzerinde yarattığı travmanın gücü ve yoğunluğu muhakkak ki benzer bir nitelik taşıyor. Kuşkusuz bu insanların dini inançları, ideolojik savunma mekanizmaları travmanın yarattığı etkiyi azaltabilir ya da tam tersine çoğaltabilir. Ancak söz konusu olan “toplumsal grup” olduğu zaman, devreye siyasal ve sosyal güç ilişkileri girer. Bu ilişkiler çerçevesinde bazı katliamlar kültürel tahayyülde yer bile almaz; bireylerin kendilerinin ya da eski kuşaklarının yaşadıkları acılardan bahsedecek bir gücü bile olmaz. Oysa sayıca çok daha az insanın hayatını kaybettiği katliamlar, güç ilişkileri içinde çok daha yüksek bir temsil imkânına sahip olabilir. Onların yaşadığı katliam, sembolik olarak en etkin tanımlamaya –soykırıma- hak kazanır.
Herkes garip
Sonuç olarak, yazının başındaki “İslamcı görünümlü” grupları ya da dünya üzerindeki benzer şekilde mağduriyetten güç inşa eden grupları düşündüğümüzde, kimlik, hafıza ve sembol inşasının ve bu sembollerle üretilen duyguların gücünü; bizi ve onların tasnif oluşunu anlamamızın yolu açılıyor.
Mesela Necip Fazıl Kısakürek’in meşhur Sakarya türküsü şiirindeki şu meşhur sözlerin kapasitesini düşünelim: “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya…”
Bütün İslamcılık literatüründe ve jargonunda belki de en çok tekrarlanmış imgelerden olan ve yalnızlık, örselenmişlik ve beraberinde acı gibi çok çeşitli duyguları besleyen bu mısraları biraz geri çekilip düşünecek olursak, aslında çok farklı coğrafyalarda karşılığını bulabilmemiz mümkün görünüyor. Necip Fazıl’ınki gibi şiirselliği yüksek dozda olmasa da, Avrupa’da ya da Amerika’da ya da muhafazakâr içe kapanmaların yüksek seviyede seyrettiği toplumlarda “kendini kendi topraklarında yabancı gibi hisseden” çok sayıda insan grubuna rastlamak mümkündür. Bugün İslamofobinin derin yaralar açtığı toplumlardaki “yerli” unsurlar arasında “yabancılar “tarafından istilaya uğramış olmak gibi duygular kimlik inşasının en önemli bileşenlerinden biridir.
Geçmişte yaşanan duygusal örselenmelerin gerçek olduğu hakkında şüphe duymamız gerekmiyor. Tersine, geçmişte veya şimdi etrafımızdaki kültürel olarak anlamlı bir dünyanın başkalarından ötürü altüst olduğunu, düzenin kaybolduğunu, bireyler arasındaki enerjinin ve tutkalın birleştiremez hale geldiğini anlayabiliyoruz.
Ancak, güçlü olunduğu zamanlarda, güçlü bir hareket ve taşıyıcılar tarafından travmanın “tanındığı”, daha doğru bir ifadeyle kurucu bir nitelik kazandığı ve reddedilemez hale geldiği zamanlarda görüyoruz ki, travma sadece acı bir olay değil; içimizde ötekilerle, sınıf ve kültür düşmanlarıyla araya konulan mesafenin duygusunu da oluşturuyor.
Bu yüzden, bu kadar derinden bölünüyoruz…
Kültürel olarak inşa olan travmanın biz ve ötekiler arasında ürettiği sürekli düşmanlık sebebiyle, yolsuzluğun, adaletsizliğin, haksızlıkların, kent, tarih ve çevre yağmasının, bu kadar aleni olmalarına rağmen, göz ardı edildiğine; sembolik figürlere, sembolik gücün cisimleşmiş hallerine, ikonik güçlere tapınıldığına şahit oluyoruz.