Dönüş siyasetinin öncüleri, ardılları ve şimdikileri ile geçmişi ve geçmişin şartlarını konuşacak kadar cüretkâr değilim elbette, çünkü edep bana göre çoğu kişinin sandığının aksine susmak değildir, bildiğini konuşmaktır. Bir kişi, bildiğini değil de duyduğunu konuşuyorsa o vakit “edep” sınırına yaklaşır ki, edepli olmakla edepsiz olmak tam o zaman sadece kişinin iki dudağı arası kadar yakın olur.
Kısacası edepsiz olmak; kişinin duyduğunu, araştırarak öğrenmeden sadece duyduğuyla biliyormuş gibi savunmasıdır benim açımdan. Yoksa kişi bildiğini kendi üslubuyla savunuyor diye ona edepsiz denmemelidir.
Şimdi ben de kalkıp, hiç içinde olmadığım dönüşçülük siyaseti üzerine, içinde olmuş büyüklerimizin tartışmaları üzerine yorum yaparak edepsiz durumuna düşmek istemem. Ancak tek bir söyleyeceğim var ki, “aklın yolu birdir” ve en çetin şartlarda dahi Çerkeslerin kendi vatanlarına dönmeleri, burada olmalarından daha iyidir.
Ben böyle düşünüyorum.
Diğer bir taraftan ise, “Dönüşçülük Siyaseti” üzerine yürüyen tartışmaların, hareketin tarihinde hata aramak yerine, diaspora Çerkeslerinin gündemine tekrar en kısa sürede taşıyacak konumda konuşulması gerektiğini düşünüyorum ve bu anlamda yürüyecek bir tartışmaya katkı olması arzusuyla yazıyorum.
Türkiye’de Çerkeslerin durumu sandığımızdan daha kritik, çünkü bazı yazarlarımızın “bari yarısını savunalım” dediği demokrasi gerçekten tehlike altında. Demokrasi Çerkesler açısından (Çerkeslik açısından) vazgeçilemez değerde bir şey fakat toplumsal tabakamızın ve hatta halkımız adına yazan-çizen bazı zümrelerin demokrasinin ne olduğunu bildiğinden şüpheleniyorum. Zira demokrasi kendimize bir kral seçmek değilken, herkes sandıktan çıkan adamın kral olma ihtiraslarına yoğunlaşmış. Yanlışımız da olmasın; burada yalnızca Çerkeslerin bir kesiminden değil, büyük bir kesiminden bahsediyorum. Sandık demokrasisini savunanlar da, sandık demokrasisine itiraz edenler de; demokrasinin yalnızca “sandık” olanıyla pek meşgul. Halbuki bugün Çerkeslerin demokrasiyi kendi ihtiyaçları doğrultusunda tartışması gerekirdi. “Bu demokrasi bize istediğimizi veriyor mu?” diye tartmalıydık. Lakin “Ulusal Şizofreni” başlıklı makalemde yazdığım üzere, Türkiye’de Çerkesler demokrasiyi hep “Sağda, Solda” aradılar. Hala da arıyorlar. Bu böyle devam ettiği sürece, Türkiye demokrasisi, İsveç demokrasisini geçse bile, bir toplum olarak Çerkesler için hiçbir şey ifade etmeyecek.
Birçok sorunumuz var, fakat sorunların en büyük kaynağı aidiyet hissiyle ilgili. Çerkesliğin gökten zembille indiğini sananlar, Çerkeslik için en ufak bir çaba göstermezken üstelik etnik vitrinde kendilerini “en Çerkes” olarak gösteriyorlar. Pek alışkın olmayan insanlar için belki hiçbir şey ifade etmeyecek ama benim açımdan onların “Çerkesim” diyerek övünmesi bile artık bir umut kaynağı, çünkü “Türküm” diyerek övünenlerin yayılma hızına şöyle bir bakınca, toplumun bu kesiminde hala “Çerkesim” diyerek övünenleri görmek umut veren bir şeye dönüştü. “Çerkesim” diyerek övünenlerin bile verdiği umut, sadece onların Çerkesliği bir Türk boyu sanmadığını düşündüğümle sınırlı. Aidiyet hissi dediğim şey, kişinin Çerkesliğini inkâr etmesiyle ilgili de değil. Çerkesliğini inkâr edenlere en güzel cevabı da rahmetli Yaşar Kemal vermiş zaten. Aidiyet hissiyle alakalı dediğim şey, bir Çerkesin öncelikleriyle alakalı tutumu. Kısacık bir örnek vermem gerekirse, Türkiye ile Rusya arasındaki uçak geriliminde Türkiye lehine, ordu kurmaya varacak seviyede bir hayallere dalmalarını hatırlatırım. Rus uçağı Türk hava sahasını işgal etmiş mi, etmemiş mi hiç umurumda da değil ayrıca… Benim Türkiye’nin bu uçak vuran bu tutumuna karşı düşüncemin çok belli temelleri var, birincisi Türkiye ile Rusya arasındaki gerilimin ekonomik olarak Türkiye’de etkileyeceği çiftçiler, ikincisi de Türkiye ile Rusya arasındaki gerilimin, Çerkes toplumuna yaratacağı olumsuz etkisi. Fakat Türkiye’nin uçak vuran tavrını açıktan destekleyenlerin düşüncesinin temel nedeni, hayatları boyunca kendilerine öğretilmiş “egemenlik” hikâyesi ile alakalı olabilir.
Dönüş Siyaseti olarak, kendi topraklarından uzakta yaşayan Çerkeslerin tekrar kendi topraklarına dönmeleri için iki temel şeyin mücadelesinin verilmesi gerekir.
Birincisi; toplumu dönüşe teşvik etmek, ikincisi de Rusya’ya bunu kabul ettirmek.
Ben Rusya’ya bunu nasıl kabul ettirebileceğimizin yolunu açıkçası bilmiyorum, fakat tek söyleyebileceğim şey; Rusya ne kadar demokratik olursa, Çerkeslerin dönüşünü kabul etmesi de o kadar kolay olur. Bunu ömrü orada geçmiş abilerimiz, oradaki diğer soydaşlarımızla birlikte açıkladıklarında, benim burada yüzeysel olarak ifade ettiğim şeyden daha da anlamlı olacaktır.
Fakat toplumu dönüşe teşvik etmek için ne olması gerektiğini az çok biliyorum! Türkiye ne kadar demokratik bir ülke olursa, Çerkeslere dönüşü o kadar kolay anlatabiliriz. Kaybettiklerini gösterebilir, onlara tekrar kazandırabiliriz. Ancak ne yazık ki, Türkiye’nin demokratik olması bir kenara dursun, Türkiye’de Çerkeslerin içerisinde bile ayağı yere basan ve tarihsel gerçeklik ve toplumsal farkındalık içerisinde toparlanabilmiş demokratik bir örgüt yok. Türkiye’deki Çerkeslerin kendi örgütleri içerisinde de ne yazık ki demokrasi yalnızca “sandığa” indirgenmiş. Seçimden seçime… Geçtiğimiz yıl genel seçimlerde HDP’li aday arkadaşlarımızı desteklemek üzerine bir araya geldiğimizde, meydanlarda demokrasi nutukları atan aksakallı bir abimizin dahi buna tahammül edemeyip ihtiraslanarak ellerini çamura bürüdüğünü görmüştük ki, kendisi de üç kişilik örgütüyle yuvalandığı bir yerden HDP’den bir adayı desteklemekteydi. Bu verdiğim örnekler, birbirine fikren ve zikren yakın ve hatta aynı çatı içerisinde adına “demokrasi” denen şey için mücadele yürüttüklerini beyan eden insanların “demokrasiye” uzaklığını anlatmak içindi.
Bugün Türkiye’de demokrasi her geçen gün daha da geriliyorken ve hatta bir deyimle “yarı-demokrasi” moduna da girmişken, en başta Çerkes olduğunu beyan edip, bunun üzerine bir şeyler talep eden butik toplulukların önderlerinin bir araya gelip kendi aralarında bir demokrasi inşa etmeleri gerekir. Bunu başaramamak için hiçbir engel de yoktur. Birçok butik ve işlevsiz örgütün içerisinde çok değerli insanlarımız var. Fakat ne hikmetse herkes futbol takımı tutar gibi, örgütünü her şeyine rağmen fanatik bir şekilde tutuyor. Türkiye’de devlet medya eliyle Türkiye toplumunu genel olarak kamplara bölerken, bu bölünmede birbirine karşı kamplaşan Çerkesler de yetmezmiş gibi, devletin kamplarında aynı kutupta kalan Çerkeslerin de kendi içlerinde ek kamplaşmalara gitmesi bizi yaralayan bir tutum. Geçtiğimiz aylarda Adigey Cumhuriyetinde bir gazetenin meçhul bir yazarı tarafından hedef alınan Adnan Khuade ile ilgili bir makale yazmıştım. Bazı zatlar böyle bir durumda pusuya yatmış yılan gibi, “Yurtsever” de demeyi ihmal etmemişlerdi hatta. Böyle örgüt mü olunur, böyle zihniyet mi taşınır anlayamadım. Gezi Parkına katılınca provokatör, HDP’yi destekleyince PKK’li, Altan Tan’ı eleştirince işbirlikçi, Çerkesler Adigedir dediğimde milliyetçi itham edilmek yetmiyor, kendi vatanımızda bir gazetenin aktivist bir dönüşçüyü, dönüşçülüğü üzerinden hedef alarak karalamasına sessiz kalmayınca da kendi içimizde bölünüyoruz.
Dönüş siyasetinin Türkiye ayağı mutlaka ve mutlaka demokrasiyi içselleştirmeli, kendi iç demokrasisi olan, dernek faaliyetleri dışına çıkmış bir siyasal platform örgütlemelidir. Bu platforma da, tüm bu kamplardan arınmış şekilde butik olarak politika yürüten Çerkes örgütlerini kazandırmalıdır ki; ortak paydası demokraside buluşan, dönüşçülüğü amaç edinmiş bir güç, sağlıklı zeminlerde oluşabilsin.
* * *
Halihazırda var olan gerçekliği tartabilen insanların siyaset üzerine bir araya geldikleri yapılar, mücadele alanı olarak görünürde ortak olsa da, derinlemesine bir incelemeyle aslında kendi aralarındaki mücadelenin daha yoğun olduğu gözükür. En temel problemlerden birisi; Çerkes toplumunun içine her geçen gün biraz daha sinen “hazıra konucu” bir alışkanlık. Bu alışkanlık elbette yazımızın “yüklem”de konusu olan siyasette tam olarak şöyle tarif edilecektir; Çerkes örgütleri, kendi ilkelerine uygun bir çeper yaratma politikasını denemeyi bir kenara bırakın, bunu pek düşünebiliyor dahi değiller. Birçoğu (ki sol ilkelerle oluşum göstermişlerde gözle görülecek biçimde) hasat politikası ile toparlanma gibi düz bir mantık içerisinde hareket ediyor. Bir bakıyoruz bir yerde 10-20 kişi bir araya geliyor ve kısa süre içerisinde kendilerini ilan ediyorlar. Bir araya gelen 10-20 kişinin geniş anlamda iki ortak noktaları oluyor, birincisi Çerkes olmaları (ya da kendilerine Çerkes demeleri) ikincisi de aynı dünya görüşüne sahip olmaları (ya da kendileri öyle sanmaları). Bu kişiler daha önce hiç kendi ilkelerine uygun bir çeper yaratma politikasına (“etnik” dar anlamda Çerkeslik üzerine) dahil olmamışlar ve yine bu kişiler kendi örgüt tabanlarını nasıl Çerkes toplumunun içerisinden yaratacakları konusunda ortak bir görüşe sahipte değiller. Nasıl olsunlar? Çerkesya mı – Kafkasya mı? Çerkesçe mi – Adigece mi? ve hatta Çerkes mi – Adige mi? Çerkes kim, Adige kim? diye basit ve kendi öznelerinin varoluşunu koydukları sorulara bile muhtemelen ortak cevap verebiliyor değiller. Doğal olarak tabanlarını özne üzerinden değil, yükleme dayanan ve yoruma açık, net olmayan bir özne üzerinden var etme üzerine kısa olan yola koyuluyorlar. Çünkü çok kolay…
Kafanızı karıştırdıysam kusura bakmayın.. bir kaç satırda daha anlatayım…
Örgütün öznesi: Çerkes, Yüklemi: Siyaset… Örgüt tabanını Çerkesin siyasete dayanmış bireylerinden oluşturmak istiyor, fakat Çerkesin kim olduğunu tam olarak kendisi de bilmiyor. Böylece; uzlaşılan siyasi eğilimin içinde olan ve aslında Çerkesin kim olduğunu bilmeyen diğer insanları derlemek üzerine bir çalışma prensibiyle kuruluyor. Peki, böyle olunca zaten sahada siyaseten kendini var eden insanları bir araya getirip, o siyasal değerleri ilke edinmiş insanlarla Çerkesler adına gerçekten bir şey yapabilmek mümkün oluyor mu?
Olsaydı hepimiz duyardık.
Fakat size bir kaç örnek vereyim… Birleşik Kafkasyacılık, Kafkasya Forumu ve Kafkas Dernekleri Federasyonu…
Hepsi tarihsel delillere dayanacak biçimde size Kafkasya’yı ve Kafkası bir özne olarak açıklayacaklardır. Bu anlamda bir taban da yaratacaklardır.
O halde örgütün kendini ortaya koyduğu öznesini keyfe keder değil, tarihsel delillere dayanacak biçimde ortaya koyması, Çerkesin kim olduğunu açıklaması en temel vazifesi. Bunu ıskalayan arkadaşlarımız bir kaç on yıl daha “hasat politikası” ile kendini var ettikten sonra, bugünkü öznelerini düşürüp, yüklemlerini öznelerine çevirerek gerçekten ve güçlü bir şekilde pür-i pak sınıf siyasetine yatay geçiş yaparlar.
Birinci sorunun cevabını veren arkadaşlarımız ise, yeterli ve ikna edici delillerle bunu kamuoyuna açıklayarak hiç olmazsa kim oldukları konusunda şüpheye yer bırakmaksızın örgüt olmanın diğer koşullarında birleşmek üzere diğer soruların cevaplarını aramaya başlarlar.
“Biz neden Çerkes olarak bir araya geldik?” diye sorabilirler mesela. Eğer bu arkadaşların hepsi sosyalistlerse bu soruyu “biz neden sosyalist olarak bir araya gelmedik?” şeklinde destekleyebilirler de. Çerkes olarak bir araya gelmenin, Çerkeslere açıklanacak şekilde verilmesi, Çerkeslerin örgütü anlayabilmelerini kolaylaştırır. “Biz neden Çerkes olarak bir araya geldik?” sorusuna, Çerkeslere açıklanabilecek bir cevap da verildiğinde işte o zaman bir araya gelen ve Çerkeslere kendini açıklayabilen bu örgüt, ilkelerini; halkların kardeşliği, emekçinin desteklenmesi, ileri demokrasi gibi evrensel kalıplar içerisinde elbette oluşturabilir.
Esasta sevgili dostlarım, henüz kendi ilan ettiği kimliğini açıklayamayan örgütlerin bir araya geldiği siyasal yönelimlerin halka mal edilebilmesi de zordur. İşbu yüzden ki; bugün Çerkes örgütleri içerisindeki sosyalizmin öncüleri, kendilerini bir tek kendilerine anlatabilmektedir. Siyasal yönelim olarak kendilerine uygun olan yönelime girmiş Çerkes veya kendine Çerkes diyenleri toplayabilmektedir. Başkaca da sebebi yoktur. Maraş’ın bir Çerkes köyünde ya da Kayseri’nin Çerkes yerleşkelerinde bu örgütlerin varlığı yoktur.
Pek çok değerli insan, farklı örgütlerde sözde aynı şey için (elbette Çerkeslik için) birbirini yermektedir.
Oysa açıklanması kuşkusuz bir “Çerkes”i özne alarak, onun mücadelesi yürüten demokratik bir Çerkes örgütü bu insanları bir araya getirecek bir Çerkes demokrasisi inşa edebilirdi ve bu Çerkes demokrasisi bu değerli insanları Çerkes öznesinde, aynı değerlerle mücadelede buluşturabilirdi.
Bu insanlar bir araya geldiklerinde, Çerkes toplumunun tabanına da kendini daha rahat ifade eder, bulunduğumuz coğrafyadaki anti-demokratik olaylara karşı, demokratik bir tanımla karşı da koyabilirdi.
Bu insanlar hep birlikte kendi toplumlarına asimilasyonu anlatabilir, buna karşı duyarlılık politikaları yürütebilir ve bir talebin oluşmasını sağlayabilirdi.
Bu insanlara, kim oldukları ve nereden geldikleri anlatılabilirdi. Böylelikle bu insanlar geldikleri yere dönmek isteme konusunda yaygın bir şekilde aidiyet hissedebilirlerdi.
Fakat böyle değil, böyle olmadığı için de “dönüş hakkımız” altın tepside sunulsa, en fazla hayal edebileceğimiz sayı 10 bin bile değil.
* * *
Çerkes demokrasisi, demokrasinin yeniden Çerkesler tarafından icat edileceği bir şeyse ne ala, malumunuz yeryüzünde iyisiyle-kötüsüyle çeşit çeşit demokrasi söylemi veya eğer değerlerse örneği var. Türkiye’de de demokrasi var, İsveç’te de demokrasi var. Arada bir fark var! Fakat biz, Çerkeslerdeki bu “hazıra konucu” kötü alışkanlığı en kötü ihtimalle ölçü alarak, Çerkes demokrasisini, kendi demokrasi anlayışını oluşturan bir zemin yaratacak sorumluluktan eksik görüp, halihazır bir demokrasi anlayışını Çerkesler için yorumlanacak sorumluluğa hazır gibi davranalım. (Çerkes demokrasisi oluşturacak çalışmalar yapanlar varsa ne ala..)
Bu arada, demokrasiye dahi alerjisi olan insanları da ne yazık ki artık yok sayma aşamasındayım, onlar kendilerini tamamen muaf tutarlarsa da olur. (İlgili kesimler: Şeriatçı Çerkesler, Kastçı Çerkesler, Kabileci Çerkesler, Monarşici Çerkesler vb.)
… Ve kendini hangi yöntemle açıklarsa açıklasın, kişinin kendini Çerkeslerden sorumlu hissetmesi asgari bir düzeydir. (İlgili kesimler: Komünist Çerkesler, Sosyalist Çerkesler, Anarşist Çerkesler, Anti-Faşist Çerkesler, Müslüman Çerkesler vb.)
İlk başta söylediğimiz gibi, kendi demokrasi anlayışımızı ortaya koymayı uzak bir ihtimal olarak düşünüp, var olan demokrasi anlayışlarından birini Çerkesler için yorumlanacak biri olarak seçeceğimizi düşündüğümüz de, temel yolumuz; seçeceğimiz demokrasi anlayışının Çerkesler için ifade ettiği genel bir eğilimi olup olmadığı olacaktır, aksi takdirde zaten bizim için hiçbir şey ifade etmeyen bir demokrasi içerisinde yaşadığımızı söylemem gerekiyor. Bize kendimizi açıkça ifade edeceğimiz bir demokrasi anlayışı en temel ihtiyaç. Bu ihtiyacımızı gidermek üzerine, hazırda olan demokrasi anlayışları ele alınarak; güncel haliyle bu demokrasi anlayışı, içerisine özel bir Çerkes sorunu eklenmediğinde, kendi haline Çerkesler için bir talep de barındırıyor mu diye sorabiliriz. Fakat bunu yaparken bir handikaptan kurtulmamız lazım; seçme seçilme hakkı, gösteri ve yürüyüş hakkı, oy verme hakkı gibi bütün insanlığa ait demokratik haklar, bizim sorumuzun cevabı değildir. Elbette bir Çerkes olarak bu haklar ve daha fazlası bizim de haklarımız ve taleplerimizdir, fakat buradaki ince çizgi şudur; bu demokratik haklar bizim bir toplum olarak taleplerimiz değil, aksine tamamen insan olarak taleplerimizdir. Çerkes sorunu; kültürel ve siyasal asimilasyondur, sürgün ve soykırımdır. Bizim demokrasiye sorularımız da; “Sen bizim kültürel olarak yaşadığımız asimilasyona karşı bir çözüm üretiyor musun? Bir çözüm yolu bırakıyor musun? Siyasal olarak varlığımızı kabul ediyor musun? Siyasal olarak varlığımızı kabul edecek bir yol bırakıyor musun? Çerkes sürgünü ve soykırımını tanıyor musun? Tanıyacak bir yol bırakıyor musun?”
Arkadaşlar çok açık ve net olmak durumundayım, dolaylı veya dolaysız olarak bu sorulara geçici ve kalıcı olarak olumsuz cevap veren hiçbir demokrasi anlayışı, Çerkes demokrasisinin temeli olamaz. Çerkes demokrasisinin temeli, Türkiye Çerkeslerinin en büyük sorunları olan bu sorulara en asgari düzeyde olumlu karşılık veren demokrasi anlayışı olabilir.
Çerkes sorununa kendi haline asgari düzeyde olumlu karşılık veren demokrasi anlayışı da tespit edildiğinde, artık demokrasinin bir talep meselesi olduğu unutulmadan davranılmalı ve temeline aldığımız bu demokrasi anlayışına Çerkes talepleri üzerinden bir yorum getirmek üzere çalışmalıyız.
Demokrasi, toplum içinde yalnız bireylerin ve insanlık içinde yalnız toplumların kazanacağı bir siyasal platform değildir. Demokrasi, talepleri uzlaşan bireylerin topluma yönelik ve talepleri uzlaşan toplumların insanlığa yönelik talepleri ile meşrulaşarak güçlenen bir siyasal platformdur. Çerkes demokrasisi yorumlanırken de burası ıskalanmamalıdır. Dost veya düşman; kişi veya toplum üzerinden inşa edilmemelidir. Dost da, düşman da; talepler karşısında direnen bir diğer anlayış üzerine şekillenmelidir. Kısaca söylemem gerekirse Türkiye’de Çerkes taleplerini destekleyen Türk anlayışı dost, Çerkes taleplerine direnen Kürt anlayışı düşmandır. Tam tersine; Çerkes taleplerini destekleyen Kürt anlayışı dost, Çerkes taleplerine direnen Türk anlayışı düşmandır. Aslında burada örnekleme hatası da var fakat bunu Türkiye’de yetişmiş bir insana bu örneği vermeden anlatabilmek çok zor. Hata var çünkü aslında dostumuz da düşmanımız da Türk veya Kürt değil, dostumuz da düşmanımız da “anlayış”, zira taleplerimizi destekleyen Türk ile Kürt de dost, taleplerimize direnen Kürt ile Türk de düşmandır. Ve hatta bugün Türkiye’de siyasal platforma yönelik ortaya çıkan her Çerkesin mutlaka karşılaşacağı, Çerkes taleplerine direnen Çerkeslerdir. İşte esas en büyük düşman da odur. Biz, dostumuzu da düşmanımızı da adres göstererek ilan etmek gibi bir hataya düşersek, bireyler veya toplumsal ittifaklarımız da yanılmış olur. Biz dostumuzu da düşmanımızı da, taleplerimize karşı yaklaşımların genel “anlayışı” üzerine ilan etmeliyiz. Bu anlamda, biz hiç kimseyi dost veya düşman ilan etmemiş olur, dostun da düşmanın da kendini seçmesine olanak vererek demokratik bir yaklaşım göstermiş oluruz.