Muş’un kupkuru tepelerle çevrili bir köyünde,
Yarısı toprağa gömülü iki göz kerpiç evin önüne atılmış ot bir minderin üzerinde, uzaklara dalıp gitmişti.
Sağa sola koşuşturan çocukların çığlıklarını bile işitmiyor gibiydi.
95 yaşını aşmıştı. Köyün en yaşlısıydı.
Yetiyordu şimdilik iki göz oda onlara. Bir oğlu, gelini ve iki torunu hayatta kalabilmişlerdi vatandaki mücadeleden ve o kahrolası yolculuktan sonra.
Kocasını, iki oğlunu, kardeşlerini vatan topraklarına emanet etmiş, “Gözümün nuru” dediği ilk torununu Karadeniz’in iştahla yutuşuna şahit olmuş, ardından gitmek istese de bırakmamışlardı.
Zaten hiç gelmek istememişti buralara.
“Varın gidin siz. Kısmette varsa dünya gözüyle bir daha görüşmek, önüne geçemez kimse. Beni bu kocamış halimle, ayırmayın buralardan” dese de dinletememişti.
Haklılardı… Kalsaydı ne olacaktı?
Evin önüne oturur, çorak tepelere bakar bakar, hayal kurmaya çabalardı. Ama hayal bile kurulmuyordu buralarda. Gözlerini kapatıyor, mesafeleri aşıyor, vatanına varıyor, yeşil dağların kokusunu içine çekmeye çalışırken, bir tek ağaç bile bulunmayan şu bozkırda aniden esen rüzgar, toz toprakla örtüyordu hayallerini.
Yaşamak…
Neydi yaşamak?
Nefes almak mı? Karnını doyurmak mı? Torunlar mı, gelin mi? Kalan bir tek evlat mı? Akşam yatıp sabah kalkmak mı? Gizli gizli ağlamak, bir daha doğduğu, büyüdüğü toprakları göremeyeceğini bilerek susmak mı? Anılar mı?
Tahammül mü kendini bildi bileli yaptığı gibi? Tahammülün ardından ödül gelir, bu dünyada nasıl bir ödül olabilirdi ki artık onun için?
Gerçeklerden kaçıp kurtulabildiği birkaç saatlik uykudan medet beklerken, içtiği bir yudum suyun, yediği bir lokmanın son rızkı olmasını umarken, şu çölün ortasında, üzerine çullanan tepelerin arasında üç yıl, beş yıl daha…
Bu yaşta uzun hayaller kuramaz insan. O sevgili ölüm, çalabilir kapıyı her an.
Tek bir umudu vardı ve tek bir arzusu dillendiremediği. Öyle yürekten istiyordu ki…
Muş’un kavuran sıcağının uykuyu haram ettiği bir gecenin sabahında yatağından kalktı. Güneş neredeyse doğacaktı.
Aynı odada yattığı torunlarına baktı. Uyandırmamak için usulca araladı derme çatma tahta kapıyı, dışarı süzüldü.
Bugün bir başkaydı…
Sabah hafif bir esinti çıkardı buralarda. Kafkas dağlarının mis kokusu yoktu belki, ama ferahlatırdı dokunup geçtiği yerleri.
Oğlunun itinayla yontarak yaptığı uzun asasından güç alarak çıktı evin önüne. Her sabah yaptığı gibi ot minderine oturdu.
Güneş gülümsemeye başlamıştı karşı tepenin ardından. Birkaç saat sonra bu gülümseme acımasız kırbaçlara dönüşecek, değdiği ne varsa yakıp kavuracaktı.
Çocukluğunda duyduğu şu sözcükler firar etti anılarından;
“Ey ulu güneşim. Yağmurumuzu yağdır, ekinlerimizi bereketlendir, çocuklarımızın hayrını bize…
Devam etmedi.
Kalktı yerinden, yine asasından güç alıp, evlerinin arkasındaki bir bilemedin iki insan yüksekliğindeki küçük tümseğe yöneldi. Attığı her adımı zehir eden diz ağrılarından eser kalmadığını hayretle fark etti. Daha hızlı yürümeye başladı. Tümseğin arkasına dolandı. Biraz nefeslendi. Asasını yere fırlattı. Başını göğe kaldırdı. Bir şeyler mırıldandı.
Sonra;
Yapmaya çalıştığı deju eşliğinde yavaş yavaş dans etmeye başladı…
Sendeledi. Durdu, biraz dinlendi. Yeniden başladı dansına.
Görmemek için etrafını saran çorak tepeleri, gözlerini kapadı, birkaç damla gözyaşı süzüldü yanaklarına…
Deju hızlandı, dans hızlandı, hızlandı, hızlandı…
Aniden durdu…
Açtı gözlerini, iyice yükselen güneşe son kez baktı.
Yine bir şeyler mırıldandı,
Önce dizlerinin üzerine çöktü, sonra derin bir nefes aldı,
Yığıldı kaldı…
Hiç görmediği, ama işittiği,
Xabzesini ve vatanını yitirdiğini anlayan,
Onuruyla ölüme giden “Mağlup savaşçının dansıydı” bu dans.
Ölüm dansı… “Psewuc”
Bu haber sitesi, Gazeteciler Cemiyeti’nin uygulamakta olduğu Demokrasi için Medya/Medya için Demokrasi Projesi’nin desteği ile oluşturulmuştur ve sürdürülmektedir.
İçerik tamamıyla Jineps Gazetesi sorumluluğu altındadır ve Gazeteciler Cemiyeti’nin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir