Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Nice kaybolan çocuk anısına…

Zaten zehir olan yaşamları çekilmez bir yük gibiydi artık. Emef olmasaydı., ölselerdi, bu hoyrat diyarlarda da olsa yerin altına girselerdi, toprak örtseydi üzerlerini, görmeseler, duymasalar, düşünemeseler, hatırlayamasalardı. Keşke olabilseydi, tereddüt bile etmezlerdi.

Güzeller güzeli Nefin kaybolduğundan beri arafta kalmış ruhlar gibi çaresiz, zamansız ve mekânsızlardı.

Kaç kez ölmüşlerdi bugüne gelene kadar. Evlerinin kapısını çekip çıktıkları gün. O katlanılmaz yolculukta attıkları her geri dönüşü olmayan adımda. Suru üfleyince Mikail, mahşer yerinde toplanmış gibi bekledikler haftalarca. İnsan istifi gemilerden vatanlarına son bakışlarında. O hiç bitmeyecekmiş gibi gelen uğursuz yolculukta hep ölmüşlerdi. Ama bu ölüm başkaydı. Tanrı evlat acısıyla sınamasın kimseyi. Hele ki böylesiyle…

Kampta, o yaşayan cesetler diyarında, hayat olduğuna, umuda dair işaretler de vardı. Her şeye rağmen, karın dolusu ekmek yiyemeseler de, yüzlerine bakıp kaldıkları büyüklerinde bir gülümseme arayıp bulamasalar da, çocuk her yerde çocuktu. Kolay unutuyor, kolay alışıyordu çocuklar.

Tayınlarını yiyip, anne babalarınınkine de ortak olup, biraz bastırdıklarında açlıklarını, cıvıl cıvıl çocuk sesleri sarardı kampın her yanını. Koştururlar, oynarlar, birlikte şarkılar söylerler, kendilerini izleyenlerin istikballeri hakkındaki kaygılarından bihaber yorgun düşene kadar devam ederlerdi çocukluklarına.

Emef kendisinden beklenen ağırbaşlı bir tavır içindeydi.. 10 yaşına gelmişti ve artık çocuk sayılmıyordu. Bol bol düşünüyor, sorular soruyor, yine düşünüyordu. Ninejinin kendisine anlattığı Tıley hikâyelerini hayal ediyordu. Çoktan karar vermişti Tıley olacaktı, ama şimdilik sırdı. Kimseye söylemediği çok gizli bir sır.

Ama küçük Nefin… Yerinde duramayan afacan. Lüle lüle saçlarını savurup oradan oraya koşturuyor, bazen kampa yaşamdan esintiler getiren bir kelebeğin peşine takılıyor, kimi zaman kendisini çağıran minik bir kuşun ardı sıra gitmeye yelteniyor, hep annesi tarafından yakalanıyor, çocuk adımlarıyla çadırdan kaçmak için yine fırsat kollamaya başlıyordu. Dağların kızı Nefin, ne kadar da sevimli, ne kadar da güzeldi.

Gerçi hemen hemen her çocuk gibi dizanteri olmuş, ölümlerden dönmüş, bir deri bir kemik kalmıştı, ama güzel gözleri daha da güzelleşmişti.

Son birkaç gündür çok telaşlıydı Nefin…

Bir kedicik, herhalde annenin halinden anneler, açın halinden açlar anlar diye düşünmüş olacak ki, hemen Gunef ve ailesinin kaldığı çadırın elli metre kadar uzağında, tel örgünün çevresinde dolandığı bir çalının dibinde yavrulamıştı. Bir gece yiyecek aramaya çıktığında, annelerini çağıran yavruların incecik miyavlamalarından fark etmişlerdi bunu.

Üç güzel yavru, çalının altından çıkıyor, kendilerine yaklaşan biri olduğunda düşe kalka yine çalının altına saklanıyor, sonra tekrar çıkıyor, tekrar saklanıyor, görenlerin yüreklerine ferahlık veriyordu.

Ama anneleri olmadığı zaman çok ağlıyorlardı, hep öyle olur, bilirsiniz. Hayvanların dilinden anlayanların yüreklerini titretir bu korku dolu ağlayışlar.

Bir gün sordu Nefin,

“Neden böyle ağlıyorlar?”

Annesi söylemişti ağladıklarını.

“Anneleri yanlarında değil de ondan” dedi babaannesi, her zamanki gibi gülümsemeye çalışarak. O hep gülümserdi.

Dudağı bükülür gibi oldu…

“Dinemis gibi mi yani? Neden yanlarında değil anneleri?”

“Yemek bulmaya gidiyor çocuklarına…”

“Hımmm. Biz verelim, o çocuklarıyla kalsın olmaz mı?”

“Olur kızım olur” diye geçiştirdi Gunef. Bir kediye bile verecek yiyeceklerinin olmadığını nasıl anlatacaktı ki şu kadarcık çocuğa.

Çocuklar, büyüklerin bile sezinleyemediği şeyleri sezinler, anlayamadığı şeyleri anlarlar. Minik parmağı pembe dudağında, biraz düşündü Nefin, sonra yine kendisine oynayacak bir şey bulup oyuna daldı.

Ve o gün….

Sabahın çok erken saatlerinde, herkes kâbus gibi bir uykudayken, sessizce aralandı çadırın perdesi. Elinde akşamdan kalma kupkuru bir ekmek parçası, dışarı süzüldü Nefin. İstikamet belliydi. Annelerinin sıcacık himayesinde uykudayken bile mırıl mırıl bir şeyler söyleyen yavru kedicikler.

Geri dönmedi ama… Sır oldu, sır kalacaktı. Bir daha gören olmadı Nefin’i.

Çaresizlik nasıl bir şeydir bilir misiniz ? Gözbebeğiniz, evladınız bir anda yok olur, dağlara bayırlara sorar, uçan kuştan medet umarsınız. Yaşıyor mu, nereye götürüldü, kimin yanında, ne halde diye kahrolmaktan ve dil bilmez, yol bilmez, iz bilmez, avare bir koşuşturmacadan başka hiçbir şey gelmez elinizden. Bir mucize umarsınız, sonra dersiniz ki kendinize ve birbirinize “Mucizeler varsa eğer burada işimiz ne?”

O lanet olasıca umut, hiç tükenmez. Keşke tükense, unutmasanız bile belki de alışırsınız. Ölene dek gördüğünüz nice masum yüzde onu ararken, ölüden farksız da olsa yaşamaya çalışırsınız

Nefin öldü deseler, gözlerinin önünde öldüğünü görseler, bu kadar büyük bir acı yaşamazlardı. “Ömrü bu kadarmış” derler, arkasından sonu gelmeyecek gözyaşları dökerler, ama nihayetinde bilirlerdi gittiği yeri, belki de çilesinin bittiğini.

Ama bilememek yok mu nerede olduğunu? İşte bu sanki her an canlarını alıp geri vermesi gibiydi ölüm meleğinin.

Güzeller güzeli, kıvırcık kirpikli Nefin, aynı kaderi yaşayan nice çocuk gibi, bilinmezliklerde kaybolup gidecekti.

Ardında acıların belki de en büyüğünü yaşayan, ömürlerinin sonuna kadar “Kim bilir, belki bir gün” umuduyla ayakta durmaya çalışacak, gördükleri her yüzde Nefin’i arayacak, ama bu umutları hiç gerçekleşmeyecek.

Belki yıllar yıllar sonra rüyalarında görecekti Nefin, onlara ve kendisine dair bir şeyler. Anlam veremeyecek, “Hayırdır inşallah” deyip geçecekti.

 

Süha Baytekin
Süha Baytekin
1965 Almanya doğumlu. Baba İstanbul, anne Eskişehirli. Haydarpaşa Lisesi ve Marmara Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik mezunu. Yüksek lisansını ve doktorasını İstanbul Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik'te yaptı. Koç Holding ile başlayıp sayısız firmada yöneticilik, Hamoğlu Holding ile sonlanan, pazarlama, iletişim kordinatörlüğü... Şu anda emekli. Uzun yıllardır sosyal medya ve çeşitli mecralarda yazarlık... 5.000 fotoğraflık eski Çerkes fotoğrafları arşivi var. Kitapları: "Diasporada Çerkes Olmak", "Çerkes Sürgünnamesi", "Kutsal Ay’ın Kızları-1". Basılacak Kitapları: "Kutsal Ay'ın Kızları-2", "Kutsal Güneşin Çocukları", "Diasporik Hikayeler". Medeni durum: Bekâr.

Yazarın Diğer Yazıları

Nauke Yakup Oğlu Reşit

Manyas’a bağlı Bolağaç Köyü’nden Nauke Yakup oğlu Reşit… Milli Mücadele’ye başından itibaren katılmış bir asker! Ölüme meydan okumuş, aç kalmış, soğukta kalmış, yılmamış, ana baba duasını...

Dile hasret…

Annesi Çerkes, babası Türk olan bir dostum anlattı bu hikâyeyi... 90 yaşına yakındı. Bizim yanımızda yaşıyordu anneannem. Köyde evi barkı kalmamıştı. Annemden başka bir evladı...

Hayal edelim…

Kısa bir yolculuk yapalım hep birlikte... Hepimizin bildiği bir yolu bir de beraberce yürüyelim. Hayal edelim... Başkalarının hesaplarıyla, başkalarının çıkarlarıyla, başkalarının zorlamalarıyla, bin yıllardır atalarımızın yaşadığı...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img