Aylardan Ramazan idi. Bayrama da az bir zaman kalmıştı. Hem bayramı yapmak hem de akrabalarımı görmek üzere köye uğramaya karar verdim. Kasabadan ayrılıp, şose boyunca giderek, köye dönen sapaktan ayrılarak köy yoluna saptım. Yavaş yavaş ilerleyerek komşu köye vardım. Yol boyunca çömelmiş sohbet eden köylülere selam vererek köyün diğer ucundan çıktım. Dere boyunca uzanan yolu takip ederek bizim köye doğru yol aldım. Köyün hemen dışında mezarlık vardı. Uzaktan, üç beş kişilik cemaatin bir cenazeyi defnetmekte olduklarını gördüm. Vardığımda defin işlemi bitmişti. Yanlarına uğradım. Bir kâğıt içinde helvasını uzattılar. Onlara oruç olduğumu söylediğimde, “Olsun, akşam iftarını bununla açarsın” dediler. Helvayı uzatan adama dedim ki;
-Kimin nesi idi ölen, Kamil Ağa?
-Hani şu Dido vardı ya, garibin biri…
-Allah taksiratını affetsin diyerek oradan ayrıldım. Ayrıldım amma ne ayrılma. Kendimi tutamıyordum, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.
Birden gözümün önüne çocukluğum geldi. Köy içine yeni yeni çıkıyordum altı yedi yaşlarında idim. O günlerde sokağa çıktığımda köyün çocukları bir yetişkin delikanlıyı taşlayarak kovalıyorlardı. Oysa o hiç aldırmadan yoluna devam ediyordu. Çocuklar arkasından koro halinde “Piç, piç” diye bağrışıyorlardı. İlk defa böyle bir olaya tanık oluyordum. Şaşkın şaşkın hem adama hem çocuklara bakakalmıştım.
Eve döndüğümde anneme, “Nan, piç ne demek?” diye sordum. Gayet ciddi, “Büyüyünce öğrenirsin” dedi.
Onu, onuncu yıldönümünde (1933) tanıdım…
Her tarafta çılgınlar gibi eğleniyor, şenlik ediyordu. Orta oyuncularının başında daima o geliyordu. Şarkı söylemek, halay çekmek, horon tepmek, onun için bir Allah vergisi idi.
“Hey sarı kız sarı kız
Yatmayayım yalınız
Sen ferik ol ben horoz
Hey sarı kız sarı kız”
Onu ilk tanıdığımda söylediği şarkı bu idi. Kıvrak bir türkü söylüyor, ayaklarını da onun ritmine uydurarak güzel bir halay çekiyordu. Ne zaman onu hatırlasam aklıma o gün geliyordu.
Onun ilk çılgınlık halini, yaşıt saydığı kişilerin askere gidip kendisinin gidememesi ortaya çıktığında görmüştük.
Nüfusunda “Abdullah oğlu” yazıyordu. Muhtara, azalara, ileri gelenlere, önüne çıkana sayabildiği küfürlerin en katmerlisini savuruyordu. Kimse üstüne varamıyordu.
“Evet! Ben piçim, amma gavur değilim, ben gavur değilim. Elhamdülillah ben Müslümanım. Nasıl Abdullah’ın oğlu olurum? Ben bir piç olabilirim amma asla vatansız olamam! Benim annem Arap Fatma, babam uçkuruna düşkün ya şu ağa ya da bu bey, birinizin ağabeyi veya diğer birinin kardeşiyim, ben bu köyün piçiyim!” diyor başka bir şey söylemiyordu. Haklıydı, o Allah’ın değil, bir insanın oğluydu.
Daralan köylüler, bir yol bulmak için sorup soruşturdular. Bilirkişi, şahitler, hepsi bulundu, mahkemeye başvurması sağlandı. Arap Fatma’nın çocuğu ve 1325 doğumlu olarak nüfus kaydı düzenlendi.
Sonunda dileği gerçekleşmiş, asker olmuştu. Askerliğini Elazığ’da yaptı. Dersim harbine iştirak etti. Asker arkadaşlarından biri de büyük ablamın oğluydu. Asker dönüşünde iyice ahbap olmuştuk, dostlarımız arasına karıştı.
Asker dönüşü köylüler onu köye korucu olarak tuttular. Çünkü o herkese karşı koyan bir tabiatta idi. Olabildiğince özgürdü, dürüsttü, köyde kimseye nimet borcu yoktu. O insanları yalnızca insan olduğu için seviyordu.
Köyün delikanlıları arasına girdiğimde onu köyün bekçisi olarak bulmuştum. Köyün tüm gençleri, geceleri onun tek göz odasına doluşur eğlenirdik. Arap Dido’nun sesi güzeldi, bizlere yanık türküler söylerdi.
“Türkmen köyünde güldür
Beni söyleten dildir
Bir sen söyle bir ben
Bakalım dertli kimdir.”
Bir ara kasabaya arabacı olarak kapılandı. O sıralar kasabada yaşadığı evin karşısındaki evde oturan bir kıza gönlünü kaptırdı. Onun için türküler düzdü. Kızı bilmem amma söylediği türküler güzeldi.
“Entarinin biçimi
Birer kadeh içimi
Koy kadehi ver beri
Ateş sardı içimi”
“Dodik dodik ah dodik
Tak tak koluna gezelim
Eller ne derse edin
Benim için güzelsin”
Evet! Dido, Arap Fatma bacının oğluydu. Fatma, Hicaz taraflarından gelmiş mi, getirilmiş mi, yoksa hediye mi edilmiş hiç bilmiyordum. Diğer bir söylenceye göre de köyün hacıları tarafından Hicaz’dan getirilmiş bir zenci idi. Siyah olduğu için herkes ona Arap diyordu. Bildiğim, onun Kardenler’e halayık olarak verilmiş olmasıydı. İşte bu zenci kız günün birinde bahçedeki kulübede bir çocuk dünyaya getirdi. Ölmedi, yitmedi, büyüdü. Arap Fatma, Dido küçükken öldü. Bu çocuk, küçüklüğümde, haksız olarak çocukların nefretini kazanmıştı. El kapısında büyüdü. Büyüdüğünde ise iyi adam olmuş, herkesin merhametini, sevgisini kazanmıştı. Dünün “piç”i, bugün herkesin sevgili “Dido”su idi.
O babasız Dido, Arap Fatma bacının biricik oğlu yitip gitmişti. Onun için ağlıyordum. Kimsesizlik, sahipsizlik bir derttir içimi burkar.
Aylar sonra yolum tekrar köye düşünce, Dido’nun mezarına uğrayıp bir Fatiha okumak istedim. Köy mezarlığına gittim. Tahmin ettiğim yere bakınıp durdum, mezarın yerinde yeller esiyordu. Hayret ettim. O öleli bir mezarın kaybolacağı kadar vakit geçmemişti ki. Mezarlığın yanında çift süren bir adam yanıma yaklaştı.
-Kimin mezarını arıyorsun bey?
-Hani şu geçenlerde ölen Dido’nun mezarına bakıyordum, tahminime göre buralarda olması gerekiyordu, dedim
-Evet, ha şurada, amma belli değil. Kendisi istemişti de.
-Kendisi mi istedi dediniz?
-Evet bey, ölürken vasiyet etmişti. “Annemle bilmediğim babamın bir dakikalık zevkinin acısını hayatım boyunca Tanrı bana çektirdi, adım Piç Dido kaldı. Çektiğim yeter, bari öldükten sonra çekmeyeyim. Mezarımı düzleyin, üstüne çim ekin, ağaç dikin ki herkes yine mezarımı gösterip adımı söylemesin, ruhum ıstırap çekmesin. Zaten günün birinde mezarıma gelip bir Fatiha okuyan da olmayacak ki. Mezarım bari dünyada garip kalmasın” demişti. Vasiyeti üzerine mezarı düzledik ve şu ağacı diktik. Gayri gayıp oldu. Zaten soran da yok ya. Bir yıldır, sen uğradın.
Bağıra bağıra ağlamamak için kendimi zor tuttum.
Tanrı günahlarını bağışlasın Dido.
Bu insanlar öbür dünyaya geldiklerinde orada da aynı isimle mi çağırırlar seni?
Annen orada, büyük ihtimal baban da orada, arar bulursun, Tanrı huzurunda çektiğin bütün acıların hesabını sorarsın babandan, insanlardan…
Kısacık bir ömür sürüp upuzun bir yola çıktın…
Toprağın bol olsun.
Kayıp bir mezar değil ki seninki Dido, kaybolmuş insanlar mezarlığı…
28.03.1948
Not: Bu öykü, elime çeşitli notlar olarak ulaştı, yazanın notları esas alınarak tarafımdan derlenmiştir. ZS