Halep…
İmparatorluğun ilk mabedi…
Yıkılmaz kalesi tüm şehri selamlıyor, merdivenlerinde sarı saçlı bir çocuk…
Bir taş ustası yanında, kesilen taşlardan yüzü gözü toz içinde…
Sırtımı sıvazlıyor, rüzgar tozunu alıp götürüyor götürüyor, bir başka taşlı yola…
Gözleri masmavi çıkıyor ortaya…
Dişleri bembeyaz, eksiği yok henüz…
…
Halep
SİZ
LER
…
Kimin olduğunun ne önemi var, Halep oradaysa…
Halep orada…
Kaçak çayın memleketi…
Rüzgardan, tüm ağaçların yere kapandığı Halep hala orada, ayaktayım diyor…
Şehri şehir yapan sadece binaları değildir, topraktır…
Bir şehrin üstüne bir şehir daha kurulur, yükselir biraz daha…
Bir şehrin üstüne bir başka şehir daha konur, yükselir şehir…
Geriye dönüp kimse bakmaz, bakamaz.
Kim yüz sene öncesine bakabilir, iki yüz sene öncesine bakabilir…
…
Bir küp taş etrafında saat yönünde, sol elle yazsan da…
Bir rüzgar ay getirir, bir rüzgar güneş getirir…
Halep…
SİZ ne getirirsiniz, LER’ler çok…
Kim ne getirir, Halep oradaysa…
SİZ neredesiniz…
Kaçak çaydan bir bardak içip kaleden bakınca bacası tüten ocak gözükmüyor…
Dumanı çıkan ateş çok…
Her ocağa ateş düşmüş şehirde…
Sahibi olmayan şehrin, sahipsiz sahipleri var, var olmasına rağmen sahiplerin masası kırk çeşit…
Savaş bile eksiltmemiş Halep Mutfağı’nın maharetini…
Ne Paris, Cenevre…
Ne Şam, Lazkiye…
…
Eğer bugün Halep’e sahip çıkmazsak, yarın Erevan’a sahip çıkamayız diyorlar…
Parçalanan aileler, parçalanmış kişiler…
Kimsenin aklı kalmamış ne Maraş’ta ne Bayburt’ta…
…
Beyaz Gelin, Siyah Damat…
…
Çan bir defa çalmış, sınırın bir yanında bir başka, sınırın bir yanında bir başka…