Sürgün!
Ne kadar ürperten bir kelime! Gelecek birileri, sizi her şeyinizden koparacak, itiraz hakkınız bile olmadan bin yıllardır biriktirdiğiniz sizi siz yapan ne varsa, ardınızda bırakacak ve meçhule doğru, meşakkatli değil insanlık dışı bir yola çıkacaksınız.
Başkalarının kararlarıyla, başkalarının zorlamalarıyla, başkalarının hesaplarıyla maziniz mahzun ve biçare, şehitleriniz öksüz kalacak, geçmesin namert eline diye atlarınızı bile vuracaksınız.
Sürgün!
Ne kadar da iç yakan bir kelime!
Savrulacaksınız yepyeni topraklara, dil bilmez, yol bilmez, üst yok, baş yok! Lânetli gemilere bin binecek yüz ineceksiniz. O kapkaranlık yolculukta zemheri azabı çekeceksiniz. Ağıtlarınızla donmuş minik bedenleri göğsünüze bastırıp ısıtacak, atmasınlar kapkaranlık sulara diye ninniler söyleyeceksiniz.
Yüreğiniz parça parça ardınızda kalacak. Bir parçası çalınan topraklarınızda, bir parçası derinliklerinde karanlık soğuk suların, sizde kalan parça ise yangın yeri olacak” demiştim bir yazımda.
Gönen-Manyas Sürgünü! Tehciri de diyebiliriz fark etmez. Güney Marmara Çerkesleri Sürgünü dersek aynı kapıya çıkar.
Mürvetler’den sonra on dört köyün sürgününü, insanımızın acısını anlayamayanlar, yaşananları gözlerinde canlandıramayanlar, 21 Mayıs 1864 simge günüyle andığımız büyük sürgünü de lâyıkıyla yüreklerinde hissedemezler bana göre. Kıyaslama değil yaptığım benzetme. Bir zulme gözyaşı döküp diğerini görmezden gelmek ise benim idrakimin dışında bir mesele. Balkan Çerkesleri Sürgünü’nü de unutmayalım elbette.
Bu sürgün ile ilgili bir tarihçi edasıyla değil “insani bakış açısıyla“ şöyle sıradan sorular sordum kendime;
Tam bir muamma hatta kimilerine göre düzmece Takığ Şevket bahanesiyle sürülmedi mi Mürvetler? Fitil böyle ateşlenmedi mi?
Daha bir ay bile olmamıştı camilere bildiri astıkları. “Eşkıya saklayan köyler sürülecek” demişti muktedir zevat. “Bir kişi eşkıya saklasa bile bütün köy sürülecek!” Bütün köy derken, “Köydeki bütün Çerkesler”di kast edilen. Ne kadar tanıdık bir ifade. General Yermolov’un söylediğini hatırlayalım: “Asker olsun sivil olsun, öldürülen her Rus için suçlu olup olmadıklarına bakılmaksızın 20 Kafkasyalı öldürülecektir!” Emsali az bulunur yüksek adalet!
Dün sofralarında ağırladıkları Jandarma komutanı gece yarısı basmadı mı köylerini, eşkıya sanıp da kadınlar, genç kızlar namuslarının derdine düşüp köşe bucak saklanmadı mı?
Ahaliyi köy meydanında toplayıp da, Ruslar bile Çerkeslere köylerini terk etmeleri için bir ay süre tanımışken:
“Bir hafta içinde, en fazla bir öküz arabası kadar eşya alacaksınız. Hayvanlarınızı, tarlalarınızı satabiliyorsanız satacaksınız, satamadıklarınızdan yanınıza katabildiklerinizi katarsınız, sonra satarsınız. Köyü terk edecek-siniz!” talimatını vermediler mi?
Köyden çıkış yasaktı, köye giriş izne tabi. Bu ne demek? Ya mallarını alacak kişiler belliydi ya da satamayacaklar ve onlar gittikten sonra birileri sahiplenecekti. Öyle de olmadı mı? İnsan aklıyla alay etmek değil miydi bu?
“Çerkesleri istemiyoruz!” diye nümayiş yapanların bir kısmı, yakın köylerin bazı ağababaları, talan için inlerinde beklemiyorlar mıydı? Onlar hep hazırdır zaten. Sinerler, can çekişen birisi varsa ölümünü gözlerler. Son nefesini bile beklemeden çullanırlar üzerine.
Çarşıda pazarda karşılaştıkları, selamlaştıkları, ölümlerinde acılarını paylaştıkları, kimileriyle yan yana bayram namazı kıldıkları insanlar gözü dönmüş çapulcular gibi “Ganimet, ganimet” naralarıyla çarçabuk üşüşmediler mi köylülerin alın teri mallarına. Öldüm pahasına kapışmadılar mı?
Çerkesler, izin verilseydi;
“Biz ne yaptık? Ne olabilir şu ninelerin, dedelerin şuçu, hele hele 95 yaşındaki şehit anası Adile Nenej’in? Ya şu açlıktan ağlayan şu 2-3 yaşındaki bebekler ne günah işlediler? Yürümeye mecali olmayan, belki de ölüme gün sayan şu hasta kadıncağız ne yaptı acaba? Ne işi var burada şarapnel parçasıyla bir gözü kör kalmış Hatko Ali’nin, koltuk değneğine mahkûm kardeşi Hüseyin’in? Daha iki günlük gelin değil mi, güzeller güzeli Tsey Feriha diye sormayacaklar mıydı? Akıl ve vicdan sahiplerinin yanıtlayamayacağı sorulardır bunlar. İşte bu yüzden sorsalar bile yanıt alamazlar, aldıkları yanıt dipçik darbesi olurdu ancak. Öyle de olmadı mı?
Kimi zaman yolu uzatarak, ortaçağ savaş esirleri gibi teşhir edilerek geçtikleri köylerde, kasabalarda, önceden seçilmiş olduğu aşikâr elebaşlarının önderliğinde “Hainler!” diye bağıranlar “Rum-Ermeni tohumları!” diye haykıranlar, ellerine geçirdikleri, daha çok da hazırda beklettikleri taşları yaşlıya mı, çocuğa mı, bebeğe mi, hastaya mı isabet edecek hiç düşünmeden gözü dönmüş bir hınçla fırlatmadılar mı?
Vicdanı sızlayanlar, yürekleri kaldırmayanlar, evlerinde belki de Tanrı’dan af dilerken ve ellerinden daha fazlası da gelmezken, birkaç kuruş, üç beş vaat, epeyce gözdağı ve yalan yanlış kışkırtmalarla, kendi dedelerini, ninelerini, analarını, babalarını unutup insanlıktan çıkmadılar mı?
Savaştan henüz çıkmakta olan, evlât, ana, baba, kardeş, eş, her hanede bir acının olmasından istifade edip “Bu işbirlikçi Çerkesler bize ihanet ettiler” propagandasıyla, duygusal ve cahil halkı galeyana getirip, akıl, mantık ve vicdandan uzaklaştırmadılar mı?
Adı henüz konmamış olsa da “Algı Yönetimi tarihin her döneminde vardı ve insanların çoğunun beynine hükmederek “Bu kadarı da olmaz” diyeceğimiz şeyleri yaptırabilirdi bu silah. Yapmadılar mı, yaptırmadılar mı?
Çanakkale’de koyun koyuna yatmıyorlar mıydı Yeniköylü Ahmet’in babası ile mesnetsiz bir nefretle gözü kararmış şu taş atmaya eli varanın babası?
Molalarda insanımızı “efendililiklerini” ilan için diz çöktürerek uzun süre bekletilmediler mi? Rusların thamadelere reva gördüklerini, yaşlılarımıza görmediler mi?
Evlerine misafir olsalar, tek hayvanlarını bile kesip ikram edecek olan Çerkeslere, o uzun ve meşakkatli yolculukta, tayın diye bir parça kuru ekmeği reva görmediler mi?
Gücü elinde bulundurup şerefin anlamını bile bilmeyenler, şerefli ama hasbelkader güçsüz olanların üzerinde kullanmayı maharet sayarlar o bir sıkımlık hükmü olan kudretlerini. Haris ruhlarını böyle doyururlar.
Bandırma Kırı’na vardıklarında,
Her yerde hâzır ve nâzır olan leş kargaları burada da ganimetlerinin son parçalarını kapmak için bekleşip, köylülerin yanlarında getirdikleri üç beş koyununu, atını, arabaları çeken öküzleri hatta arabaları kapışmadılar mı? Hayatlarına haraç mezat el koymadılar mı?
Tedbiri hiç elden bırakmayan kadınların, ne olur ne olmaz diye kötü günler için sakladıkları, birkaç sıradan ziynet, “Nasıl da ucuza kapattık ama” diye sevinen eşkıyalar tarafından arsız sırıtışlarla karılarının, kızlarının boyunlarına, kollarına, parmaklarına takılmadı mı? Onlar da ”yetim hakkı, âh prangalarıyla” ortalıkta salınarak dolaşmadılar mı?
“Bir çocuk açlıktan ağlıyorsa eğer, bütün dünya ağlar!”
Açlıktan ağlamadı mı çocuklarımız, analarının yüreğini dağlamadı mı?
“Falanca köylüler toparlanın, gidiyorsunuz!” talimatıyla, nereye gittiklerini bilmeyen masumlar tıkıştırılmadı mı vagonlara? Sürgünde köhne teknelerin küf kokan ambarlarının yerini dışkı kokulu hayvan vagonları almadı mı?
Ayağında çarık günlerce yürüyüp kangren olanlar, bu sefil yolculuktan kurtuluşu kaçmakta bulup birkaç kurşunla ebedi kurtuluşa erenler olmadı mı?
“Üç gün yatak dördüncü gün toprak” deme hakkı bile tanınmayan yaşlılar, Anadolu’nun herhangi bir yerinde, önce vatanlarına, sonra bu mecburi topraklardaki yuvalarına hasret, külfet olan bir misafir gibi alelacele uğurlanmadı mı sonsuzluğa.
Oraya, buraya dağıtılmadı mı sürgün insanlar. “Hadi bakalım yaşayabiliyorsanız yaşayın!” diyerek ahırdan bozma izbelerde, leş kokulu viranelerde, kaderlerine terk edilmediler mi?
Ahali “Hain bunlar!”, demedi mi? Hakir görüp, düşman bellemedi mi çoluk, çocuk, yaşlı mazlumları? Öldürmekten bin beter etmediler mi onurlu insanları?
Üzgün oldukları kadar kırgın soydaşlarımızı, hayatta kalabilme mücadelesinin, geçim derdinin ve toplumsal baskının tam ortasına savurup, kendilerine reva görülen aşağılamanın şaşkınlığı ve anlaşılmazlığıyla baş başa bırakarak almadılar mı olmayan suçlarının intikamını?
Bir araya gelmeleri, dertleşmeleri, varsa bir lokma ekmeklerini bölüşmeleri engellenip, yalnızlığa ve çaresizliğe mecbur edilmediler mi?
Gece yarısı baskınlarıyla uykuları haram olmadı mı, izlenmedi mi attıkları her adımları?
Duvar diplerine, dere yataklarına, gözden ırak kıra bayıra defnedilmedi mi ölenler? Kimsesiz kalan genç kızlar heder olmadı mı?
Anadolu Çerkesleri’nin üzerine “Acaba bize de sıra gelir mi?” korkusunu salmadılar mı?
Nice masum insanı, düşünenlerin, daha çok da hissedenlerin anlayabileceği, neler yaşadıklarını tam bilmediğimiz, bundan sonra da asla bilemeyeceğimiz, cehennem gibi bir yaşama mahkûm edip, arkalarına bile bakmadan çekip gitmediler mi?
İnsanlık utandı onların yaptıklarından. Hala da utanmakta.
Bir yılın sonunda karar kaldırıldığında;
“Madem haindik, sürülecek kadar mazur görülemez bir suç işlemiştik, nedendir bu vazgeçiş?
Madem suçumuz yoktu, masumduk, neydi bize reva görülen bu eziyet? Nasıl hesap vereceksiniz vicdanınıza, insanlığa ve Tanrı’ya?” diye sorabilseler, acaba ne yanıt alırlardı?
O kadar çok soru sorabiliriz ki yanıtını bildiğimiz.
İşte tüm bu nedenlerle diyorum ki ben;
Şu çete, bu çete, Anzavur Ahmet veya Ethem Bey meselesi, Anadolu İhtilâl-i Cemiyeti Osmaniyesi, Şark-ı Garip Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyeti, şuna buna yardım demeyin, onlar çok da ilgilendirmiyor beni.
Suikastler, falanın aldatması, filânın aldanması, desiseler, gammazlamalar, entrikalar, yalanlar, dolanlar da hiç umurumda değil.
Benim için; Allah’tan korkmayanların gazabı, vicdan sahiplerinin isyanı, bir ömür boyunca saklanacak sırdır.
Acılarınızı gömdüğünüz ve umut diye filizlendirdiğiniz topraklarınızdır terk etmenizi istedikleri. Hani bir zamanlar gözyaşlarınızı içinize akıtarak gelmiş, çekingen bir misafir gibi ilişmiştiniz de ucuna, kalakalmıştınız ya mecburiyetten, işte o topraklardır “Bırakıp gidin!” dedikleri.
Günler geceler boyunca çamur karıp kerpiç döküp yaptığınız iki göz odanızdır.
Aş pişen ocağınız,
Helâl lokmanız,
Kursağınızdan geçen bir kaşık çorbanızdır…
Kapanmasa da kabuk tutmaya başlamış yaralarınızı deşip kanatmak, çalınan hayatınızdan kalan son kırıntıları cımbızla tek tek söküp almaktır.
Genç kızları, delikanlıları komşu köydeki kaşeninden koparmaktır.
Bağrına sevdiklerinizi emanet ettiğiniz, evinizdeyken bile arkanızı dönmediğiniz tepedeki kabristandır.
Hava değişimine gelen veremli Yakup oğlu Reşit’in kan kusup yollarda ölüp kalması, Çov İsmail Efendi’nin kızı ve karısı, 95’lik bir nenejin, 3 yaşındaki Sami’nin devlete kafa tutma safsatasıdır.
Gözü yaşlı anaları “Evlâdımı bunun için mi toprağa verdim?” muammasıyla baş başa bırakmaktır.
Bezgin ve yorgun, tekrar başlamaya mecali kalmayanları, kim bilir nerelerde ve nasıl yeni başlangıçlara savurmak, inançlarına, hayallerine insafsızca el koymaktır.
Haktan, hukuktan dem vuranların haksızlığı, malınızı mülkünüzü talan eden, insan kisveli çakalların tiranlığıdır.
Utancıdır utanması olanların,
Alnının kara lekesidir görmezden gelip susanların.
Yollar, yollar ve yollar boyunca atılacak taşlar, yüreğinize saplanan alevli oklar,
Alelacele edilen dualar, kefeni bile olmayan ölüler, yeri hatırlanamayacak mahzun mezarlardır.
Varsa eğer bir kaç kuru, bahaneyle yanında yüzlerce yaşı da yakmaktır,
Şaşkınlıktır, öfkedir, kırgınlıktır, pişmanlıktır, isyandır,
Falan paşa, filan ağa, kimin yaptığının belki tarihi ve siyasi önemi olabilir ama sürülen halkımız için çok da önemi yok.
Uzatmaya da gerek yok, tek kelime yeterli ne olduğunu anlatmaya.
Benim aklımda bir kelime var…
Sebebi ya da bahanesi ne olursa olsun,
Bu sürgün, onlara göre, sanki Anadolu’nun bir yerinde “Bundan sonra sizin köyünüz bu. İşte topraklarınız. Burada yaşayacaksınız” demişler gibi “İçeriye taşıma”;
Yöntemi, kapsamı, insan hakları ihlalleri, nesilleri etkileyen tesiri itibariyle gayrı ahlaki, gayrı vicdani, gayrı insani bir zulümdür.
Sayı: 2019 05
Yayınlanma Tarihi: 2019-05-01 00:00:00