Bütün dünyanın dikkatini koronavirüse çevirdiği bir anda Hırvatistan’da orta büyüklükte bir deprem meydana geldi ve deprem gerçeğimizi bir kez daha hatırlattı. Evlere kapandığımız, bir tür tecrit içinde yaşamaya çalıştığımız bugünlerde deprem tehlikesinden söz etmek ürkütücü gelebilir. 20 yıldır İstanbul ve Türkiye depremini bekliyor. Geçen aylarda Elazığ ve çevresindeki deprem yine bildik görüntüleri gözler önüne serdi. Afetleri bir bütün olarak görmek, afet yönetimi konusunda tecrübe kazanmak gerektiği düşüncesinden hareketle düşüncelerimi paylaşmak istedim.
Marmara depreminin yarattığı farkındalık
Türkiye 1999 Marmara depremlerinden bu yana afet gündemiyle bir başka türlü ilişki kurmaya başladı, diyebiliriz. Yıllardan beri bu coğrafyanın doğal bir olayı olarak yaşadığımız depremler bizi her zamankinden daha fazla irkiltti, önlem alınması, çare bulunması konusunda arayışa yöneltti. Bunda elbette depremin Marmara Bölgesi’nde olmasının ve gelecek tehdidin İstanbul’a yönelik olacağına dair öngörülerin payı olduğunu da belirtmeliyiz. Muhtemel İstanbul depreminin yaratabileceği hasarın büyüklüğü, kitlesel ölümlerin kolay göze alınamayacak boyutlarda olabileceği gerçeği hepimizi ürküttü; bu durumun ciddi bir farkındalık yaratılmasına yol açtığı söylenebilir.
Alışkanlığımızı hatırlayalım: Depremlerin kaçınılmazlığının bilinmesi, buna rağmen tedbir alınmaması ve kaderci bir yaklaşımla gelecek depremin beklenmesi; deprem sonrasında da hasarın giderilmesi, yaraların sarılmasına yönelik kardeşçe bir paylaşım ve hayırseverlik örneklerinin sergilenmesi. Devletin “şefkatli elinin” depremzedelere uzandığı, Kızılay’ın çadır ve battaniye dağıttığı, sahra yemekhanesi kurduğu haberlerinin basına servis edildiği, vatandaşların açıkta kalan deprem mağdurları için yardıma koştuğu ve bu felaketin kendi başlarına gelmediği için şükrettiği günler hepimizin rutiniydi.
Oysa Marmara depreminden alışılmışın dışında başka haberler geliyordu; yapı stokumuzun son derece dayanıksız olduğunu, yerel yönetimlerin yerleşilmemesi gereken bölgeleri imara açtığını, vatandaşların yapsat düzeninin vahşi pazarında sahipsiz ve korunmasız bırakıldığını, kamu yönetiminin kendi binalarını bile doğru dürüst yapmaktan aciz olduğunu ve bunlar gibi nice acı gerçeği görüyor, duyuyorduk. Üstelik böylesi bir büyük afet karşısında nasıl davranılması gerektiğine yönelik hiçbir teknik, lojistik ve psikolojik hazırlığın yapılmadığı, yöneticilerin ne yapacağını bilmez bir şaşkınlık içerisinde kaldıkları, seferber olmuş yardım gönüllülerini yönlendirebilecek bir organizasyonun olmadığı derin bir kaos ortamının yaşandığı günlerdi.
Deprem sonrası yıkıcı sarsıntıların yerini suçlu arama günlerine bırakmıştı. Deprem sonrası bölgede açılan davalar hukuk sistemimizin bu konuda ne kadar yetersiz ve donanımsız olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Ölen binlerce kişinin sorumlusu olarak birkaç küçük müteahhit yargı önüne çıkarıldı ve kamuoyunun tepkisi yönlendirildi. Bunca yıkıma neden olan yapı düzeninin aktörleri, bunu yönlendirenler, izlemekle yetinenler, göz yumanlar, yapı üretim zincirinde yer alan her bir kalem iş erbabının sonuç üründeki payı üretilen belirsizlik ortamında bulanıklaştırıldı, yeterince tartışılamadı.
İmar mevzuatı ve yapı denetimi alanında birbiri ardına düzenlemeler getirildi. Yeterince irdelenmeden, yaşananlardan ders çıkarmak bir yana, mevcut yapı üretme sisteminin baş sorumlularının yönlendirmesiyle hazırlanan yönetmelikler evrile değişe bugün tartıştığımız kentsel dönüşüm sürecine dönüştü.
Oysa “Deprem Şûrası” yapılmış, bilim insanları “Ulusal Deprem Konseyi” gibi kurumsal yapılanmalarda görüşlerini, çözüm önerilerini aktarmışlardı. Dört üniversitemizin yoğun bir çabayla hazırladığı “İstanbul Deprem Master Planı” (2003) afetlere yönelik çok yönlü yeni bir yaklaşımı öngörüyor ve yönetimlere yol gösterici bilimsel bir katkı sunuyordu. Peki ne yapıldı, Ulusal Deprem Konseyi dağıtıldı, yönetimin kararıyla hazırlanan raporlar çok geçmeden rafa kaldırıldı, şimdi sadece akademik bir çalışma olarak anılıyor.
Ülkemizdeki pek çok bilimsel kuruluşun, örneğin Kandilli Deprem Araştırma Enstitüsü’nün, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin JICA (Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı) işbirliğiyle hazırlattığı raporların bugün İstanbul’un yapılanmasını yönlendirdiğini, çalışmalara yol gösterdiğini söyleyebilir miyiz? Bu raporlarda riskli olduğu söylenen bölgelerdeki yapı stoku 20 sene daha yaşlanmış ve hırpalanmış olarak hâlâ yerinde duruyor. Bu raporlarda yapılmaması gerektiği söylenen hemen her şey yapılıyor; yeşil alanlar imara açıldı, sahiller yeni dolgularla daha riskli hale getirildi, kentin yaşam kalitesini yükseltmesi için kullanılabilecek kamu arazilerinin hemen hepsi satıldı, mahallelerde afet anında insanlara toplanma alanı bile bırakılmadı. Kente son darbeyi yine deprem bahane edilerek gündeme getirilen “kentsel dönüşüm” kampanyasıyla vurdular. Kentsel dönüşüm alanı ilan edilen bölgelerle yukarıda sözünü ettiğim raporlardaki riskli bölgeler birbirinden çok farklı alanlarda. Kentsel dönüşüm alanlarının riskin bertaraf edilmesine yönelik olarak değil, rantın değerine göre belirlendiği çok açık bir şekilde görülüyor.
Afet tanımını güncellemek
1999 Marmara depreminin 21. yılında hâlâ en önemli konumuz deprem. Ancak afetler denince sadece deprem üzerine odaklanmamak gerektiğini öğrenmeye, farklı afet türleriyle de tanışmaya başladık. Bugünkü dünya gündemini şimdiye kadar görülmemiş boyutlarda tahribata yol açabilen bambaşka bir afet uğraştırıyor. Küreselleşmenin ticari ve mali boyutunun alabildiğine serbest olduğu, her şeyin insan sağlığına yönelik değil, kâr maksimizasyonuna yönelik olarak oluşturulduğu, alabildiğine özelleştirmelerin yaşandığı bir düzende sağlık sistemlerinde yaratılan tahribatın acısını, kapatılan kurumlardaki bilgi birikiminden yoksun kalmanın eksikliğini çok acı bir şekilde hisseder olduk.
“Sağlıklı Kentler” tanımının içinde yer alan bileşenlerin tüm boyutlarıyla işlenmesi, benimsenmesi gerektiği açık. Yanlış yerleşim kararları, yetersiz altyapı nedenleriyle yağmurla birlikte yaşanan seller, kent ortasında boğulan insanlar, kentlerimizin sadece sağlam yapı sorunu yaşamadığını, sağlıklı yapı arayışının, daha doğrusu sağlıklı yaşam çevreleri, yaşanılır kentler arayışının daha doğru bir yaklaşım olması gerektiğini hatırlattı.
Küresel ısınmanın acı sonuçlarını ülkemizde de hissetmeye başladık. Radikal iklim değişikliklerini, aşırı yağışları, aşırı kurak ve sıcak günleri peş peşe yaşadık. Geçen yıllarda aşırı sıcakların Avrupa’da binlerce yaşlı insanın ölümüyle sonuçlanan bir felakete yol açtığını gördük. Üstelik aşırı soğuk havalarda sokakta donan evsizlerden farklı olarak ölenlerin kendi evlerinde yaşayan yaşlılar olması bir başka sosyal gerçeği daha gündeme getirdi. Bugün aşırı sıcak havanın bir afet konusu olarak gündeme geldiğini görüyoruz. Yüzlerce yıllık deneyimlerden beslenerek oluşmuş yapı üretme kültürünün değişmesi, kentlerimizin iklim verileri dikkate alınmadan yapılanması, sokakların yürünmez, evlerin klimasız oturulmaz hale gelmesi gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Özellikle son yıllarda daha sık bir şekilde gündemimize gelen bir afet konusu da savaş, iç savaş nedenleriyle yaşanan yoğun nüfus hareketleridir. Yıllardır boşaltılan köyleri, bu nedenle kentlerde yaşanan olağanüstü nüfus artışının yarattığı sorunları dile getiriyorduk. Son yıllarda başta Suriye’den gelen milyonlarca mültecinin sorunlarını, yaşadıkları çadır kentleri tartışıyoruz. Depremlerin sonrasında hızlıca oluşturduğumuz çadır kentler bizler için yeni bir olgu değil elbette. Ancak 1999 Marmara depreminden sonra oluşturulan çadır kentlere baktığımızda bu tecrübenin kalıcı bir bilgiye evrilmediği, düzensizliğin, idare etmekteki yetersizliğin insanları isyan ettirme noktasına getirdiği de bir başka gerçekliğimiz.
Mevcut risklerin yanı sıra gündemimize yeni giren konular, potansiyel risk alanları söz konusu. Bütün uyarılara rağmen ülkemizde nükleer santralların inşası süreci başladı, Çernobil ve Fukuşima nükleer santrallarındaki kazalara rağmen, üstelik yine bu kazaların yaşandığı ülkeler eliyle topraklarımıza yeni bir risk konusu daha geldi. Neyse ki şimdilik Japonya’nın santral yapımından vazgeçtiği haberlerini alıyoruz. Yıllar geçmesine rağmen Çernobil Santralı’nın yarattığı radyasyon tehlikesinin giderilememesi, bölge insanının hızlıca tahliye edilmesine rağmen karşılaştığı sorunların büyüklüğü uykularımızı kaçıracak boyutlarda. Doğabilecek risklerin büyüklüğü göz önüne alındığında vazgeçilmesi gerekirken, ısrar edilmesi, üstelik kamu yönetiminin nükleer santral lehine reklam kampanyası yapması durumu yeterince açıklıyor ve irkiltiyor.
Elbette bu listeyi uzatmak, hayatın her alanında karşımıza çıkabilecek riskleri sıralamak mümkün. Önemli olan, afetlere yaklaşım yöntemimizin gözden geçirilmesi ve gereğinin yapılmasıdır.
Afetlerle ilgili yaklaşımımızı gözden geçirmek
Afet öncesinde alınması gereken önlemler kapsamında öncelikle ülkemizdeki afet risklerinin tanımının yapılması, mevcut risklerin azaltılması ve/veya bertaraf edilmesi konusunun çok net olarak bir plan çerçevesinde belirlenmesi ve bir eylem takvimiyle hayata geçirilmesi gerekiyor. “Sakınım Planı” kavramının gerekliliğinin benimsenmesi ve yönetimler üstü bir politika olarak uygulamaya sokulmasının önemini vurgulamak isterim.
Kentlerimiz, başta İstanbul yüzyıllar boyunca değişik kültürlerin oluşturduğu kültür katmanlarından oluşmaktadır. Kentlerimizdeki mimari kültür mirası kapsamındaki eserler en büyük zenginliğimizdir, hepimizindir, bütün insanlığındır. Müzelerimizde korunmaya alınmış değerli tarihi objeler bulunmaktadır. Bizlere emanet edilmiş bu eserleri korumak ve sağlıklılaştırarak gelecek kuşaklara aktarmak; müze envanterlerindeki parçaların güvenli sergilenmesini, sergi ortamlarıyla birlikte depolardaki eserlerin de depremden hasar görmeyecek bir şekilde korunmasını sağlamak görevimizi de unutmamak durumundayız. Bu konu elbette çok yönlü, disiplinler arası hassas bir tasarım ve uygulama hizmeti gerektiriyor. Kentlerimizdeki büyük yıkım endişesinin yanı sıra ayrıntı olarak görülebilecek böylesi önemli bir konunun da varlığına işaret etmek isterim.
Kamuoyunun bilgilendirilmesi, bilinçlendirilmesi, topluma yönelik eğitim çalışmalarının planlanması bu kapsamda yer alması gereken işlerdendir. Teknik elemanların konuya özel dikkatinin tekrar hatırlatılması, meslek içi eğitimlerin bu yönde yoğunlaştırılmasını da bu kapsamda belirtebiliriz.
Afet sırasında yapılması gerekenler ise başlı başına bir kriz yönetimi sorunudur ve özellikle karnemizin bu yönde hayli kırık olduğunu hatırlatmakta yarar var. Küçük veya büyük herhangi bir sorun çıktığı anda yöneticilerin şimdiye kadarki performansı doğabilecek büyük afet ortamlarında ne kadar yetersiz kalınacağını gösteriyor. Son yıllarda büyük kentlerimizde afete yönelik kriz merkezleri kurulduğunu, şık üniformalı personelin görev başında olduğunu, kentlerimizin örneğin yoğun kar yağışına hazır olduğunu vb. duyuyoruz, ancak bir türlü huzur içinde olamıyoruz. Kent ortasında insanların saatlerce yolda mahsur kaldıklarını, altgeçitlerde boğulduklarını, derelerin yine taştığını, evlere çamurların dolduğunu öğreniyoruz; kentimizin afet merkezlerinden binlerce kamerayla takip edilmesinin bu “küçük” afetlerin önlenmesine değil, seyredilmesine vesile olduğunu görüyoruz.
Afet sonrasına yönelik hazırlıklara diğer önemli konuların yanı sıra çok fazla değinmediğimizi belirtmek isterim. Afet sonrasının ne göstereceğini kestiremeyişimizden, o duruma yönelik şimdiden bir çıkarsamada bulunmaktan çekinmemizden ya da o günleri düşünerek bir şeyler yapmaya çalışmanın ürkütücü gelmesinden olabilir. Yukarıda değindiğim afet yönetim merkezleri yapılanması dışında teknik, lojistik ve psikolojik olarak yürütülen hazırlıklara yönelik bir bilgilendirmenin yapılmadığını söyleyebiliriz. Bu nitelendirmeye karşı devletin tüm kurumlarının bu yönde bir hazırlık yaptığını, askerin afet sonrasına yönelik müdahale planlarının olduğunu vb. aktaranlar olacaktır. Elbette afet konusu kurumların gündemine girmiştir ve bir şeyler yapılmaktadır; yeterliliği, etkililiği ve kamuoyuna mal edilmesindeki eksikliği tartışılabilir.
Örneğin aşağıda belirtmeye çalışacağım örneklerde yeterli bir adım atılıp atılmadığını öğrenmek isteriz.
• Geçici barınma üniteleri ve yerleşkelerinin tasarlanması, bu alanda dünya ve Türkiye örneklerinin işlenmesi, varsa eksiklerinden arındırılması ve mümkünse daha iyilerinin, mükemmellerinin yapılması yönünde çalışma yürütülmesi;
• Geçici barınma merkezlerinin, kriz yönetim merkezlerinin tasarlanması;
• Dünya örneklerinde gördüğümüz şekilde, değişik araçlara (TIR, tren, konteynır, gemi, vb.) uygulanmış, gezici ve geçici sağlık, eğitim, kültür ünitelerinin tasarlanması; bunlara yönelik farklı fikirlerin ortaya çıkmasını sağlayacak değişik disiplinlerin katkılarıyla ortak çalışmalar yürütülmesi…
Bu ve benzer konularda ne gibi gelişmeler sağlanmıştır? Bunca sene sonra bir tane olsun geçici sağlık ünitesi tasarlanmış mıdır? Hastane gemimiz var mıdır? Daha da detaya inelim; çocukların afet travmasını atlatabilmesi için psikolojik destek verildiği söylenir; gezici bir çocuk tiyatrosu olarak tasarlanmış aracımız var mıdır? Kurumlarımızın bu yönde bir gündemi var mıdır? Bu örnekler çoğaltılabilir, dünyada da pek çok benzer uygulamalar incelenebilir. Öncelikle bu konuları düşünmeye başlamamız gerektiği açık.
Dünyanın farklı yerlerinde bu alandaki duyarlılıklar, yapılanlar, uluslararası örgütlerin afet konusunda yürüttüğü çalışmalar, diğer ülkelerdeki örnek uygulamalar bizler için iyi bir deney vesilesi olmaktadır. Afet yönetimi çok yönlü, farklı disiplinlerin ortak katkısı ve bilgisiyle yürütülecek bir çalışmadır. Küçümsenmemesi, hatalardan ders çıkarılması, kurumsallaşmış, güven verici yapılanmaların oluşturulması gerektiği açık. Umarım çok geç kalmamışızdır, bedeli çok ağır olabilir.