Bu ay bir kardeşimin, Murat Seyok’un aklıma getirdiği veya içimde uyandırdığı bir uhde üzerine, birkaç hayalimi yazmak istiyorum.
“I have a dream”
Yani “bir hayalim var” diye başlayarak…
Neden böyle Siyahi bir başlangıç derseniz? Onu, az da olsa damarlarımda sıkıntıyla gezinen Çeçen kanına verebilirsiniz. Çünkü son aylarda Fransa’da olanlara, mahallede uyuşturucu sattırmamaya çalışırken düşülen “diğer çete” durumuna bakarsak; Çeçenler de, asıl dertleri göz ardı edilerek, hızla “daima bela çıkaran, daima isyanı önde” başka bir ezilen “renk” olmaya doğru gidiyor.
Belki duydunuz. Fransa banliyölerinde son aylarda müthiş savaşlar yaşanıyor; bölgelerinde uyuşturucu madde satılmasına karşı çıkan Çeçen mülteciler, Cezayirli ve Arnavut çetelere karşı amansız bir savaş veriyor. Ve dünya basınında haberler “Çete savaşları” biçiminde yankı buluyor. Oysa çete savaşı, iki ya da daha fazla çete arasında olur. Bir banliyö ahalisiyle bir çete arasında olan savaşa kısaca “Fransız polisi nerede ulan?” denir.
Ben bela çıkarmadan hayalime döneyim…
Hayalim; parasını verip, eline yaşanmış sekansları tutturup, “Bunları okuyarak kafana göre çekebilirsin!” dedikten sonra, Fransız yönetmen Bruno Aveillan’a kısa bir sürgün filmi çektirmek. Daha o çekerken medyada yayınlanan anlar, kamera arkası planlar, ipucu görsellerle milyonlarca ama milyonlarca insana, etlerinde bıçak çevirir gibi ulaşmak.
Hayalim; Fazıl Say ile bir masaya oturup, ona sürgünü, soykırımı, annesinin “öldü” demediği ölmüş çocukları anlatmak. Sonra verdiği tarihi kabul edip, onun “Sürgün” isimli piyano konçertosunu beklemek. Bunu Japonya’da, başında kalpakla ya da omuzunda şarhon ile çalmasını istemek. Dünyanın susuşunu seyretmek.
Hayalim; Kristin Hannah ve Markus Zusak’a, iki çay ısmarlayıp haluveleri yedirdikten sonra, daha ne olduğunu anlamadan 2 tarihi roman ısmarlamak. Biri bacaksız, kolsuz ve gözsüz kendini atına bağlatıp savaşan Çeçen Baysangur’u, diğeri 1864 Mayısında sahilde bir günü, sadece bir gününü yazsın sürgünün.
Hayalim; yok olan, yok olmadıysa da zaten yok olacak olan Kabardin atlarının belgesel sözleşmesi imzalanırken, yönetmen Luc Jacquet’ın arkasında bir duvara yaslanıp, yanımdaki birine “Çay yok mu la? Öldük sabahtan beri” demek.
Hayalim…..
Şu bir türlü anlaşılmayan “Kıyamet dünde kopmaz, dilde kopar” orta yaş sözünü, bir şekilde bizlerin de anlaması. Yeni dünyada her öyküyü, her duyguyu, her acıyı ya da propagandayı mahir iletişim kişileri ve kanallarıyla anlatmayı, bunun için masaya para dolu bir çanta koymayı öğrenmezsek, on katını harcayarak bir yüz elli yıl daha uğraşmamız gerekecek.
Hayalim, elimizin artık cebimize gitmesi; lobi denen şeyin, bedava bulduk diye YouTube veya Twitter ile ya da hüzünlü toplantılarla olmayacağını anlamamız…
Biz, başka halkların soykırımlarını nasıl filmlerle, romanlarla, gitar konçertolarıyla ve deve dişi prodüksiyonlarla öğrendiysek, kendi acımızı da aynı böyle anlatmalıyız.
Sözü, bu yazının sonuna pek de yakışacağı gibi “Kaybedenler Kulübü” filminin meşhur şarkısına bağlayıp bitirelim. “Biraz gürültü yap. Çünkü biliyorsun sadece uyuyorlar”.