Kaybolmuş bir kentin eskicisiydi
Makineleşmeye karşı duyguları topluyordu
Kaybolmuş bu kentin sokaklarında
Torbasında umut
Torbasında insana dair ne varsa
Yanız değilsin eskici
Bir sabah güneş doğar
Sevgiden tuğlalardan yeniden kurarız bu kenti
Güneşli bir öğle vakti. Ağaçlar çiçeğe durmuş, çiçekler güneşe dönmüş yüzünü. Kentin orta yerinde ise tüm bu var oluşların uzağında devasa bir alışveriş merkezinin açılışı için akıl almaz bir hareketlilik var.
Devletin en üst düzey yetkilisi, yabancı ülkelerin de devlet başkanlarının olduğu açılış için ilk “merhaba”yı yükseltiyor.
Bir yandan da önceden bu açılışlarda bu toprakların “zenginliğini” vurgulamak için en azından üç, dört dilde söylenirdi bu “tek kelimelik” göstermelik “merhabalar” kalmadı artık diye düşünüyor.
E “bölünüyoruz” dedik, “güvenlik” dedik, “tek dil” dedik, “aman dilini öğrenip ne yapacaksın, git yabancı bir dil öğren” dedik, ülke kadınları, erkekleri, ne bizim dayattığımız tek dili ne de kendi anadillerini tam olarak öğrenebildi.
Ortaya az kelimelerle konuşulan, derinliği olmayan bir iletişim tarzı çıktı diye düşünürken yakalıyor bu kez kendini.
Yabancı konuklara bu “diller mozaiği”ni gösteremedik diye de hayıflanıyor.
Elbette bu anlattığım şimdilik bir distopya, ama ne yazık ki ülkenin bir diller mezarlığına döndüğü, bir distopya değil.
Mesela, Ubıhça yok oldu. Ubıhçayı konuşabilen son insan Tevfik Esenç yaşamını kaybedince bu dil de kayboldu gitti. Terk etti bizi.
Bu toprakları kendisi yapan, Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Rumcası başta olmak üzere birçok anadili de tehlike altında.
Tehlike altındaki dilleri kendisine dert eden, Türkiye bir diller mezarlığına gömülmesin diye harekete geçen onlarca insan var.
Bu ülkenin dil savunucuları, aynı Metin Kemal Kahraman’ın “Eskici” isimli şarkısındaki “Eskici” gibi, kentin sokaklarında anadillerinden kelimeleri topluyorlar.
Bir Hemşinli olarak benim heybemde de var kelimeler, şarkılar, ninniler, masallar… Hele bir kadın gazeteciyseniz, öyle anlara tanık oluyorsunuz ki Türkçede karşılığını bulamıyorsunuz, anlatmak istiyorsunuz kendi anadilinizde…
Ve fakat bu kez de kimsenin anlamayacağını biliyorsunuz.
Zaten ben de tam bir asimilasyon kuşağının evladı olarak Hemşinceyi kelime kelime biliyorum, öyle cümle kuracak kadar da bir Hemşince bilgim yok.
Yani kendiniz olmayan, çocukluğunuzda dünyayı anlamlandırdığınız kelimeler olmadan bugünü de ifade edemiyorsunuz. Belki de kurduğunuz cümleler sadece bir ses olarak kalıyor, manasız.
Kaybolan Hemşince, kaybolan sizin benliğiniz, siz oluyorsunuz.
Bunu fark ettiğim anda başladı benim de anadilim için mücadelem.
İlk olarak gazetecilik faaliyetlerim dolayısıyla yargılandığım davada mahkeme heyetine seslendim; “Komanakta hozayik”, “Buradayım, duyuyor musunuz” dedim.
Bir Hemşinli gazeteci olarak devletin ve mahkemesinin beni duymasını, görmesini istedim.
O günden beri de anadilim önceliklerim arasında. Bizden büyüklerin çoğu kez “boş iş” olarak algıladığı dil mücadelesinde ufak tefek işler yapmaya başladım. Dili bilen insanların cümlelerini kaydettim. Hikâyelerini dinledim, aktardım.
Özellikle dilin taşıyıcısı olan Hemşinli kadınlarla söyleştim.
Hemşincenin sonraki kuşaklara aktarılması için bireysel olarak ne yapabilirsem oydu yapabildiğim. Öyle de devam ediyor.
Hemşince, Lazca, Kürtçe, Zazaca, Pomakça, Çerkesçe… “Damdan düşenin halini damdan düşenler anlar” gibi başka başka diller için mücadele edenlerle de ortaklaştık çoğu kez.
Yani, özcesi, bu topraklar, diller mezarlığına dönmesin diyen onlarca “eskici” var.
Yalnız değiliz! Yalnız değilsiniz!