Şiddetin ve barışın duygusal inşası

0
965

İnsan denilen türün içinde birbirlerini duyan iyi insanlar ve kurumlar sayesinde, savaşlara, şiddete karşı önlemler alınıyor; en azından bu yönde ciddi bir tavır ve çaba var. Ama gene de şiddet tehlikesini tamamen savuşturamıyoruz. Yaşadığımız dünyada, fiziksel, sözel, sembolik vb. her türlü şiddet yanı başımızda dolaşıyor. Adam karısına, ebeveyn çocuğa, öğretmen öğrencisine, devlet vatandaşına, patron işçisine, mafya gücünün yettiğine, çavuş ere, lise üst sınıflar alt sınıflara, doktor hastasına, hasta yakınları doktora şiddet uyguluyor. Esas olarak, gezegenimizde insan türünün ciddi miktardaki bir kesimi gücü yettiğine karşı şiddete başvurmaktan kaçınmıyor.

Bu güruh sayesinde şiddetin her yerdeliği ya da şiddetin insan içre bir fıtrat olduğu gibi birtakım tespitler yapılabiliyor. Ama bu doğru değil; eğer hayatlarında bilerek, isteyerek şiddete başvurmamış insanlar ya da savaş nedir bilmeyen insan toplulukları varsa, şiddetin “doğallığı” iddiasının anlamsız olduğunu da kabul edebiliriz.

Peki, şiddet ya da şiddeti hoş gören tutum ve davranışlar nasıl öğreniliyor? Meramımı anlatabilmek için, bazı ilginç örneklere başvuracağım…

Mesela Türkiye’de de örnekleri çeşitli zamanlarda bol bol görüldü ama birçok açıdan Türkiye’ye benzeyen bir ülkeden, İsrail’den bir olayı -karşılaştırmalı olarak- hatırlayalım… İsrail ordusu Filistinlileri bombalarken, yani “birileri öldürülürken” sevinç naraları atabilen İsrail vatandaşlarını düşünelim. Böylesine bir davranış insanlığın en iğrenç dibidir herhalde, ama soğukkanlı bir şekilde, anlama çabasıyla düşünelim…

Şiddeti kullananların kimliğini bir kenara bırakırsanız Sivas Madımak Oteli’ni yakanların sokakta yaptıkları gösteri de çok farklı değildi. Adeta bir şenlik içinde yakma olayını yüceleştiren, heyecan duyan, adeta bir oyun izler gibi, şen kahkahalar atanlar da benzer yaratıklardı.

Bir başka örnek ABD’den… USA Today gazetesinin aktardığına göre, Çin, Tayvan ve Hong Kong kökenli Çinlilerin diasporasında yaygın bir eğilimin söz konusu olduğu ortaya çıkmış. Ocak ayında Capitol’ü basan aşırı sağcı, beyaz üstünlüğünü savunan “Proud Boys” örgütüne istatistiksel olarak, en büyük finans desteğini sağlayan cemaat Çinlilerin diasporasıymış. Bu ırkçı örgütün çatışmalarda yaralanan elemanlarının tedavileri için toplanan paranın yüzde 80’ini bu cemaat ödemiş! Irkçılar tarafından aşağılanan bir insan grubunun ırkçı bir grubu neden desteklediği gerçekten anlaşılmaya muhtaç. Ama gazetenin haberine göre, söz konusu cemaatin Çin tarihinin geçmişinden kaynaklanan “komünizm korkusu” o kadar güçlüymüş ki, bir gün ABD’de de gerektiğinde komünizme karşı savaş açmak için, ırkçı oldukları gibi komünizm düşmanı da olan bu gruba destek veriyorlarmış.

Yani anlaşılan o ki, duygular arasında çok da rasyonel olmayan, elle tutulamayan, kaygan bir hareket var. Çinli insanlar hafızalarındaki o korkunç komünizm heyulası nedeniyle, bir gün kendilerine karşı da şiddet olarak dönebilecek ırkçılığı bile göz ardı edebiliyorlar…

Bizim buralardan bir örnek… Bir doğa harikası, birçok sembolik anlamıyla insanda heyecan uyandıran estetik harikası bir olay olan gökkuşağı da bir günah simgesine dönüştü. LGBTİ hareketinin gökkuşağını kullanmasıyla birtakım insanlar LGBTİ ile birlikte gökkuşağına da düşman oldular. Hatırlayın, pandemiye bağlı olarak eve kapandığımız zamanlarda, küçük çocukların çizip pencerelerine yapıştırdıkları gökkuşağı resimlerine bile birileri savaş açmıştı.

 

Ad hominem – düşman düşmandır, ne söylediğine bakılmaz

Şiddetin meşru gösterilmesini sağlayan birtakım pratikler var. Özellikle kimlikler arasındaki gerilimlerde tartışmaktan ziyade, doğrudan “vurmayı” hesaplayanların pratikleri… Örnekleri hayatımızın her alanına yayılan bir durumu özetle ve kolayca anlatmak için kullanılan, Latince’den gelen bir deyim var. Artık dilimizde de sık sık başvurulduğu için, burada biz de kullanalım: “ad hominem”… Yani, bir tepkinin, belirli bir kişinin herhangi bir konudaki duruşu yerine şahsına yöneltilmesi… Yani kabaca, “öteki kötüdür, ne söylediğine bakılmaz.”.

Ya da şiddetle birlikte üreyen ve çok geniş kesimleri kontrol altına alan ve insanların zihinlerine yerleşen bir başka pratik var memleketimizde… Hani anlı şanlı profesörlerden emekli amcalara teyzelere kadar bir sürü insanı tuzağa düşüren “telefon dolandırıcılığı”… Fonda telsiz benzeri atmosfer yaratan seslerle insanları gerçekten polisin aradığına inandıran dolandırıcıların etkileme yolları… Bu dolandırıcılar, hedeflerine koydukları insanları “PKK, terör, FETÖ…” gibi, adeta masal canavarları etkisi yaratan düşmanlardan kurtarma vaat ve şantajını kullanıyorlar. Zaten düşmanlarla ve korkularla sosyalize olmuş memleketimizin sıradan ve sıradan olmayan insanları kolayca tongaya düşebiliyorlar. Çünkü telefonda dinledikleri ses gerçekten onların kafasında etki ve korku yaratan türden bir ses: sürekli teröre işaret eden polis sesi, devlet sesi… “Vatan-millet” etrafında örülen, sürekli şiddetle tehdit eden, adeta dinsel bir korku yaratan çok güçlü bir argüman…

Sedat Peker devletin içindeki kirli ilişkiler hakkında ifşaatlarda bulunmaya başladığı zaman, kirli ilişkilerin has elemanları da panik halinde “vatan-millet” edebiyatına sarıldılar… Beklenebileceği gibi… Memleketimizde değişmeyen bu siyasi pratik, klasik olacak (maalesef çizenin kim olduğunu bulamadığım) bir karikatürde de görselleştirildi. Yatağında “bayrak inmeyecek, ezan dinmeyecek, vatan bölünmeyecek!” diyerek annesini karşılayan çocuğun ne yaptığını “altına mı sıçtın yine?” diyerek cevaplayan annesi aslında bütün o pislik içinde yüzenlerin halini anlatıyor.

Altına yapan çocuğun olduğu gibi, milletin kafasına yapanların da başvurduğu, etkileyici olduğunu bildikleri bir duygusal referans dünyası var. Bazen oldukça dolambaçlı, bazen çok doğrudan alınan duygusal, “kutsal” referanslar, kutsal fikirler insanların içinde bulunduğu konumları güçlendirip, başkalarına karşı avantaj sağlıyorlar. Ve tabii bizzat Peker de çok farklı sayılmaz. Altını pisleyenlerin nasıl hamaset yaptıklarını anlatırken, “devlet-millet” gibi “kutsal” fikir kaynaklarına yaklaştığı zaman, onun da sesi değişiyor, ikna edici olmak için kutsallıkların önünde saygı tonu yükseliyor. Çünkü kutsallık üreten ve altlarını pisleyenlerin her zaman koşa koşa sarıldıkları milliyetçiliğin kendisi, Peker de dahil olmak üzere, bütün milliyetçilerden de daha güçlü.

Aslında, bütün bu ve buna benzer dillerde şiddeti besleyen duygusal işaretler var. Devletin yetkili ve etkili kurumları, siyasetçiler, yönetici sınıflar güçlerini korumak ve sorgulanmamak için bu duygusal işaretleri kullanmak zorundalar. Doğduğumuz andan itibaren, devletin sosyalizasyon kanallarına değen bütün adımlarımızda duygusal olarak inşa oluyoruz. Bu inşa tekdüze, tek yönlü bir inşa değil. Alternatif inşa çabaları da söz konusu ama kuşkusuz devletin ürettiği duygusal inşa diğerlerine kıyasla uzak ara en güçlü inşaatı oluşturuyor…

 

Küçük duygusal dozlarla gerçekleşen şiddet potansiyeli

Okul kitaplarından öğrendiklerimiz ile anne-babamızdan öğrendiklerimiz bazen gerilimli, bazen eşgüdüm halinde ilişkileniyorlar. Okulda öğrendiğimiz şiddet, şiddet dili, devletin zerk ettiği, tarihten derlenen şiddet dili, eğer alternatif bir şiddet karşıtı dalgayla etkisizleşmezse, hücrelerimizde kendisine önceleri küçük bir yer açıyor; daha sonraları giderek büyüyüp, ruhumuzun vazgeçilmez bir parçası haline geliyor.

Duygusal dozlar alıyoruz. Bazen küçük kelimeler, bazen imajlar vasıtasıyla… Kenara koyuyoruz bunları. Bunlar bizim duygusal ipuçlarımız oluyorlar. Daha sonra gelenleri de daha önce gelenlerin filtresinden geçiriyoruz. Eğer yeni gelenler çok güçlüyse, eskileri küllenmeye bırakıyoruz ya da birçok kere karma ve karmaşık duygular inşa ediyoruz.

Devlet ya da güç inşa etmeye çalışan anne-babalar, öğretmenler, patronlar, hepsi etrafımızı “işe yarayan” duygusal enformasyonla kuşatma gayretinde… Dolayısıyla biz de duygusal sermayemiz için her gün duygu topluyoruz. Bazılarını sağa sola serpiştiriyoruz; bunlar başkalarına bulaşıyor. Bazılarını terk ediyoruz. Bildiğimiz sermaye gibi yani… Duygusal olarak güçleniyoruz, zayıflıyoruz, birilerini kontrol ediyoruz ya da kontrol altına giriyoruz.

Yani meme ememediği için, karnı doymadığı için ağlayan çocuğun “şiddeti”ndeki içgüdüsellik ya da doğallık bir kenara bırakılırsa, şiddeti doğuran duygusal inşa sosyal olarak öğrenilen bir şey… Davranış tarihçisi Christiane-Marie Abu Sarah’ın formüle ettiği biçimiyle, siyasal şiddet de kültürel değil, onu biz günlük alışkanlıklarımız içinde üretiyoruz.

Herkes kendi kampında, kampa dair duygusal sermayesini ve bu sermayenin içinde öfkesini ve şiddetini “doğallaştırıyor”. Düşman ilan ettiklerimiz için topladığımız duygusal malzemeleri biriktiriyoruz ve amaca ulaşıyoruz. Bizi güçlendirecek duyguları seçip, her gün öğrendiklerimizi tekrarlayarak, duygularımızı tahkim ederek, kutuplaşmayı ve şiddeti elle tutulur bir somutluğa getiriyoruz.

Bu yüzden, tamamen duygusal olarak inşa olmuş ve “çok emin olduğumuz tespitlerimizin” başkalarında nasıl duygu kırıntıları biriktirdiğini tahmin bile edemiyoruz. Ettiğimiz bir laf, gösterdiğimiz bir hareket, bir mimik başkalarının duygusal sermayesinde derin izler bırakıyor.

Başörtüsü konusunda, 28 Şubatçı çevrelerin yarattığı ve adına travma dediğimiz ruh hali muhtemelen bu duygu kırıntılarının, damlalarının, bazen sellerinin yarattığı bir sermayeydi. Üniversitenin kapısından çevrilen veya başörtüsünü çıkarıp girmesine izin verilen öğrencinin o an yaşadığı hüsran ya da başörtüsüyle okula girebildiyse eğer, hocanın ona aşağılayarak, adeta böcek gibi bakması sonunda biriktirdiği bir sermaye…

Ya da bir Kürt köyünde, bir ailenin ve çocuklarının yıllar boyunca, öğretmenden, jandarmadan, özel timden her gün gördüğü hakaretlerle oluşan bir sermaye… Gece yarısı kapısı kırılan evde yatağının altına saklanan çocuğun eve giren askerlerin postallarının görüntüsüyle biriken ve boğazında düğümlenen duygu lokmaları… Köy meydanında sıra dayağına çekilen köylülerin, insanların üzerlerine sürülen panzerlerin, o panzerlere zorla doldurulan insanların görüntüleriyle oluşan duygu dalgaları…

Ama tabii ki, başörtüsünün, çarşafın, çember sakallı tarikat üyelerinin, bıyıklı, sert bakışlı, “köylülerin”, “Doğuluların” seküler, şehirli, “beyaz Türk” camiada yarattığı korku ve tiksinmeyle iç içe duygular da bir sermaye birikimi sonuç olarak… Çağdaş eğitim boyunca toplanan, ailedeki, mahalledeki yaşam tarzlarından her gün damla damla biriken bir sermaye; bir performans ve kimlik inşa eden bir sermaye…

Bu duygusal sermayeler hem kendi kimliğini hem de karşı kimliği inşa ediyor. “Bizim” bu tarafta yaşadığımız “tiksinme” duygusu, “öbür” tarafta “aşağılanma” duygusunu kamçılıyor. Öbür tarafta aşağılanma duygusundan çıkmak için, aşağılananlar, sağdan soldan, cemaat ya da siyasal liderlerinden “aşma”yı sağlayan yeni duygular devşiriyorlar ve sermayelerini biriktiriyorlar. Gün geldiğinde “orada” oluşan, aşağılanmayı aşan üstünlük ve “intikam” duyguları “bizim” cenahta baştakinden çok daha güçlü bir korkuyu duygusal sermayemize zerk ediyor.

Ya da başörtüsü mağduriyeti konusunda hassaslık gösteren benim gibi insanların, beyaz Türkler hakkında “laik, çağdaş teyzeler” türünden yaptıkları ve eleştiriyi mizahla karıştıran, içinde alaycı bir ton sezilen tanımlar, damla damla o cenahta inanılmaz derinlikte yaralı bir duygusal sermayenin inşasına katkıda bulunuyor. Gene benim gibi insanların Anayasa referandumunda sergilediği “yetmez ama evet” tavrı bu sermayeye oluk oluk duygu taşıyor. Başörtülü-çember sakallı cenahla başlayan korku, AKP’nin diktatoryal başkanlık rejiminin yarattığı korkuyla bir bütün haline geliyor. Güçlü bir söz olarak ortaya çıkan “yetmez ama evet”in yarattığı duygu, başörtüsü ve diktatörlüğün arasındaki bağlaç duyguyu oluşturuyor. Yenilmişliğin hüsranı, suçluları bulmuş olmanın rahatlığı ve konsantre bir öfkeyle dolu bir kimliğin çatısı ortaya çıkıyor.

Kısaca, “bizim” en iyi lafları ettiğimize, en iyi analizleri yaptığımıza dair kendi kendimize duyduğumuz inancın hiçbir garantisi yok. Her bir kelimemiz bir cenahta ya da başka bir cenahta, değişik türden insan gruplarının sermayeleri içinde duygu damlaları olarak yerlerini alıyorlar.

Dolayısıyla bir arada yaşamak hem çok kolay hem de çok kırılgan. Bir arada yaşamak ya da derin kutuplaşmalara düşmek, barışı ya da şiddeti üretmek hassas ve kolay kolay dizginlenemeyen bir duygusal alışveriş içinde gerçekleşiyor.

Ama en azından ne bir arada yaşamak ne de şiddetle kutuplaşmak “doğal” kabul edilebilir. Duygusal kırıntılar biriktirmek içgüdüsel bir şey değil; duygusal olarak düşman olmayı da dost olmayı da öğreniyoruz. Öyleyse alternatif bir varoluşu da “öğrenebiliriz”…

Bu da altlarını pisledikleri için şiddeti ve hamaset dolu kutsallıkları yüceltenlere rağmen iyimser olmanın mümkün olduğunu gösteriyor.

Önceki İçerik‘Kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz’
Sonraki İçerik2021’in ilk 5 ayında en az 320 barışçıl gösteriye müdahale edildi
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz