Bu yazıyı benim de hasbelkader içinde bulunduğum zümre adına sitem etmek için YAZMIYORUM.
Yine halkımızın bugünü ve yarını için yazıyorum istidadım nispetinde!
Ben, içinde bulunduğumuz yılları, diasporaların genellikle üçüncü nesliyle birlikte ortaya çıkan, Türkiye Diasporası için ise gecikmiş olan “Aydınlanma dönemi” olarak kabul ediyorum. Immanuel Kant’ın aydınlanması değil ama söz ettiğim.
Nasıl bir aydınlanma dönemi?
“Doğru yönetilmediğinde bırakın aydınlanmayı varsa karanlığımızı zifirileştirecek” bir dönem.
Nasıl doğru yönetilir? Çok şey yazılabilir de, ben bir konuya değinmek istiyorum bu yazıda.
Bizim, düşünen, araştıran, yazan, bilim, sanat, spor alanında çok güzel çalışmalar yapan, hevesli, azimli ama yalnız bırakılan “kırgın” insanlarımızın sayısı hiç de az değil.
Geçmişte de olmuştu, bugün de var ama olmamalı!
Bu yazıyı yazmama da yalnız bırakılan böyle bir insanımızın, fikrimi almak üzere bana gönderdiği, henüz tamamlanmamış olsa da halkımıza, özellikle gençliğimize ışık tutacak çok güzel bir çalışması neden oldu.
“Aydınlanma dönemi” hepimizin kendimizi sorgulamamız gereken bir dönem aynı zamanda.
Neden biz;
Genç bir yazarımızın elinden tutmaz, kitaplar yayınlayan bir başkasını yok mesabesinde görürüz?
Niçin bir sanatçımıza destek olmaz,
Bir araştırmacımızı yüreklendirmeyiz?
Bir konferansta yüz kişiye ulaştık diye gururlanırken, faydalı bir eserin yüz kişiye ulaştırılmasının hazzını yaşamaktan kaçınır, binlerce kişiye ulaşabileceğimiz kanalları kapalı tutarız.
Derneklerimiz, iş adamlarımız, imkânı olan şahıslar, hatta köylerimizin yapacakları çok şey varken yapmıyorlarsa, biz nasıl bugün geçmişi sorguluyorsak, gelecek nesiller de bizleri sorgulamayacaklar mı?
Mesela;
Bir gecede, düzenlediği bir yemekle binlerce lira toplayabilen, bu parayla dans ekibinin giysilerini yenileyen, yaptığı bir çağrı ile Suriye’den gelen soydaşlarımıza ya da Maykop’taki, Nalçik’teki, Sohum’daki öğrenci kardeşlerimize iki-üç gün içerisinde iki kitap basım bedeli kadar yardım gönderebilen, çok da iyi yapan bir veya birkaç dernek, bir yazarımızın faydalı olacak bir eserinin “dernek yayını olarak” basılmasına neden vesile olmaz?
Neden bilimsel çalışmalar, sanatçılar, yazarlar için bir fon oluşturulmaz? Hibede bulunulmasın, geri ödemeli mali destek çok mu zor acaba?
Kültürel hizmetin görevleri arasında yer aldığı kurumlarımız, hiçbir şey yapamadıklarını varsaysak bile “isim ayırımı yapmadan, tanıdık gerekmeden” neden bir eseri, sergiyi en azından web sitelerinde duyurmazlar? Bu kadar basit bir destek için neden araya eş, dost, ahbap sokulması gerekir?
Veya bir yazara imza günü düzenlenmesi için falanca derneğin yönetimindeki kişiler tarafından sevilmesi mi gerekli?
Neden bir iş insanımız, vergiden kolaylıkla düşebileceği bir miktarı, (o miktar ailesi ile yılbaşında Kartalkaya’da yapacağı tatil bedeli kadar bile değildir belki de) bir araştırmacımıza, yazarımıza, sanatçımıza kredi olarak vermeye bile kıyamaz?
Bir köyün ahalisi, Cuma günleri 3-5 kişi gidecek diye, caminin avizesini değiştirip klima taktıracak parayı bulur da, kendi içlerinden kitap yazan, bilimsel çalışma yapan, sanat ile uğraşan bir evlâtları için gereken parayı neden bulamaz?
Halkımızdan biri, bir kitap parasının üç katı kadar parayı ödeyip, elit bir kafede dostlarıyla “Xabze muhabbeti” yaparken, bizden bir yazarın kitabını neden almaz? Gün gelir de samimiyeti sorgulanmaz mı?
“Biliyor musun? Filan derneğin gecesinde bir masa kapattım şu kadar para ödeyip” diyen bir soydaşımız niçin 30-40 TL’ye kıyamaz?
Bir kitap alan iki arkadaşının daha almasına vesile olamaz mı? Sergiye giden yanında üç kişiyi daha götüremez mi?
Hediye olarak, çiçek, pasta, duvara asacakları bizimle ilgili bir tablo götürdüğümüz gibi neden bir soydaşımızın yazdığı kitabı götürmeyiz. Bırakın, iyi mi kötü mü o karar versin.
Yılbaşında ajanda hediye etmek yerine aklımıza neden kitap, resim, el sanatlarımızdan bir örnek gelmez?
Niçin aylık abone bedeli hemen hiçbirimizi rahatsız etmeyecek kadar düşük olan süreli bir yayınımıza abone olmayı aklımızdan bile geçirmeyiz?
İnsanlarımıza destek olup, yolundan taşları kaldırmak dururken, önlerini kesip taşlamak ya da yok saymak nedendir? Bunun psikolojideki karşılığı nedir?
“Halkıma faydalı olmalıyım!” diyen ve samimiyetle emek veren nice insanımızın, önümüzde yepyeni ufuklar açabilecek, yolumuzu aydınlatacak, eksiklerimizi tamamlayacak fikir ve ilhamlarının bilgisayardaki bir klasörde ya da yüreklerinin derinliklerinde unutulup gitmesini içimize nasıl sindiriyoruz?
Bu insanlarımızın şevkini kırmakla, küstürmekle ne elde ediyoruz? Onların çoğunun derdi para kazanmak, şan, şöhret değil zannedildiği gibi. Faydalı olmak, yeni çalışmalarını sunacak imkâna sahip olmak.
Bu anlaşılmaz tutumla acaba kaç değerimizi yitiriyoruz?
Benim “Bir tür deli” diye tanımladığım, yılmayan, küsmeyen, azimle yoluna devam eden insanlarımız var elbette. Ama belki de, onlardan daha iyilerini ortaya koyabilecek dostlarımızı, kardeşlerimizi neden göz ardı ediyoruz?
Dayanışma ve özveri kavramları bu derece mi çıktı hayatımızdan?
Gerçek aydınlanma düşünerek, yazarak, okuyarak, tartışarak, bilimsel çalışmalar yaparak, sanat eserleri meydana getirerek ve kendimizi sorgulayarak gerçekleşir.
Biz daha iyiyi, daha doğruyu, daha güzeli istemiyor muyuz?
Nedendir bu aldanış ve çok zaman “düşünememekten kaynaklanan” umursamayış?