Değerli dostlarım, “KORKU” tüm canlıların ortak özelliğidir. “Ben hiçbir şeyden korkmuyorum!” diyen ve bununla övünen insanlar vardır. Ancak, o yiğitlerin hastalandığında doktora koştuklarını görürsünüz. Bu arada “KORKU”yu iman yokluğuna veya eksikliğine bağlayan, dinsel inanç sayılan çeşitli giysiler içinde olan urbalılara rastlarsınız. Onlar bu kıyafetleriyle dini buyrukları vaaz ederler. Çoğunun tahsili ilkokuldur veya hiç yoktur. İşte günümüzde, kabul etsek de etmesek de bu kadro egemendir. “SEÇİM” adı verilen, göstermelik pusula oyununun sonucunda, bunlar sandıktan çıkarlar. Adına da “DEMOKRASİ” deriz. Kimi oyladığımızı bile bilmiyoruz. Sadece “X” ve “Y” partisinin adı yeterlidir.
Değerli dostlarım, burada ben bilinmeyen bir “ŞEY”i yazıyor değilim. Bilinenin tekrarıdır. “Peki Ali Çurey, neden, bilineni tekrar ediyorsun?” sorusu sıkça karşılaştığım bir durum. Yanıtım şudur; “Bilinmeyene ve hiçbir zaman bilinmeyecek olan ‘ÖTE DÜNYA-Хьадрыхэ’ya ve orası için vaat edilen muhayyel yaşama tepkimdir.” Bilineni ve mutlaka uyulup yapılması gerekeni yerine getirmeyen veya getiremeyenlere siz “muhayyel” bir dünya ve yaşamı anlattığınızda tekrar olmuyor, değil mi? Ona “Kutsallık” ve yine “Tanrısal buyruk” adını verip, 1.400 yıldır verdiğiniz vaazlarınıza ne demeli? 1.400 yıldır aynı şeyi yapıyorsunuz. Bu neyin tekrarıdır? Var mı bu vaazlarınız sonunda mezun ettiğiniz bir “TOPLUM!” bugüne dek. Biliyorum bu sözlerime izafe edeceğiniz sıfatı da. Evet, anadilinizle veya kullandığınız bir insan diliyle icra etmediğiniz hiçbir söylem ve eylem, mezuniyet vermeyecektir. Arap harfli yazı satıcılığı ve yazım putperestliğinin esiri olmuş ve onu kullanmayı Tanrı buyruğu kabul etmiş kimselerle mi bu durumdan kurtulacağız? Onların beslendiği, bu “Dil bilinmezliği” alanıdır. Gerekçeleri, “Söylenenlere inanmanız yeterlidir.” Yani kısaca, “Bilmenize gerek yok. Biz, ne söylüyorsak onu yapın, yeterlidir.”
Dildaşlarım, yoldaşlarım, kardeşlerim, lütfen sunumlarımızı biraz bilgi ve belgeye dayalı yapmaya özen gösterelim. Anavatan ve diaspora ikilisi sunumlarımızda bugünkü durumumuzun nedenini, niçinini bir zaman, mekân ve imkân üçgeninde mütalaa edersek, yarınımız için bugünden ne yapmamız gerektiğinin yanıtı ortaya çıkar. Onun için daha önceden sunmuş olmama rağmen yine tekrar ediyorum;
1- 21 Mayıs 1864 öncesi anavatanda durum nedir?
2- 19 Mayıs 1919 tarihi ve sonrasında ne durumdayız?
3- Geldiğimiz şu gün ve tarihte ne yapıyoruz? Ve ne yapmamız gerekiyor?
Dildaşlarım, bu üç soruya kendimce kısa bir yanıt verirsem, acaba sizlere de bir yararı olur mu? Osmanlı’nın çarlara karşı yürüttüğü savaşta “din kardeşliği” veya “ümmet” kavramları ve içeriği anlayışında “İleri Karakol” görevini üstlendik. Sonunda yenik düşen Osmanlı’yla birlikte biz de yenildik. Ve müttefikimiz Osmanlı topraklarına sürgün edildik. Osmanlı’nın bizleri yine kendi emniyeti için uygun gördüğü topraklara bekçi kılındık.
Dildaşlarım, bu deneyim ve felaketler uyanmamız için yetmedi. Osmanlı’ya karşı içte yürütülen mücadeleyi de kavrayamadık. Nedenini, niçinini günün koşulları içinde mütalaa etme davranışı ve kararlılığı gösteremedik. Yine parçalandık. Şimdilerde ise aynı suda yıkanmaya devam ediyoruz. Ben kendime soruyorum; “Beni, hep aldattılar mı?” Yanıt; “Ben, aldanmaya uygun bir insansam, her zaman aldatan biri mutlaka bulunacaktır. Acaba ne zamana kadar aldatılmaya ve aldanmaya devam edeceğim?”
Not: İnsanlık tarihi bir korkutan-bir korkan, bir aldatan-bir aldanan ikilisi üzerine kurulu olaylar zinciridir. Kitleler ya ölüm korkusu, ya açlık korkusu ile biata zorlanırlar. Bunun için en çok da “Dinsel İnanç” verileri argüman olarak kullanılır. Ve kitlelere öte dünyada cennet ve bu dünyada mahrum kaldığı pek çok arzusu için orada bunlara kavuşacağı empoze edilir. Zavallı kitleler de biçare bunu “Kutsal İnanç” adına kabullenmiş görünürler veya kabul ederler. Be dostum, gâvur icadı (Haşa) teknolojinin küçülte küçülte ceplerimize soktuğu “Cep Telefonu” adlı tılsımlı aletin sunduğu bilgilere bakarsanız, size aynalık görevi yaptığını görürsünüz.
Notlar:
1- “AYASOFYA” ve benzeri mekânların da tarihte birileri için “Kutsal” yerler olduğunu unutursan, mutlaka sana hatırlatanlar bulunacaktır. “KILIÇ HAKKI” söylemi ile dünyaya geçtiğiniz kılıçlı figürünüz, bir din insanı olarak her bakımdan etik değildir. “Onlar da bize yapıyorlar?!” gerekçeniz olursa, bu tarz söylem ve eylemlerin intikamı, kini ve nefreti çağrıştırıyor olması nedeniyle doğru değildir. Zira “Güçler Dengesi”nde boşluklarımız vardır. İşte bu boşluğumuzun bilincinde olarak, dilimize ayar vermek zorundayız. Bu tutum bizi küçültmez. İşte, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dehası buradadır. “Kılıç tutan eller, kılıçla düşürülür”.
2- Şimdilerde görsel ve yazılı basında yetkili ve etkili insanlarımız; “Acaba, ‘X’ devleti veya devletleri, ne yapıyorlar, ne yapmak istiyorlar?” tartışması içinde. Mat etme yarışı devam ediyor.