Hüda Kaya: 20 yıllık AKP iktidarında çok ağır bedeller ödendi

0
1248
Başörtüsüne özgürlük mücadelesiyle öne çıkan ve 28 Şubat döneminde 3 kızıyla birlikte cezaevine girerek idamla yargılanan aktivist ve yazar Hüda Kaya, bugün HDP İstanbul Milletvekili olarak siyasette yer alıyor.
Hüda Kaya gerek meclis kürsüsünden AKP hükümetine yönelik cesurca eleştirileri gerek sokaklarda özgürlük, eşitlik ve hak mücadelesi yürüten aktivistlere verdiği destekle dikkat çekiyor. Uzun yıllar MAZLUMDER’de hak mücadelesi yürüttü, farklı platformlarda yer aldı ve yazıları yayımlandı. 28 Şubat dönemini ele aldığı “Başörtüsüne Özgürlük Yolunda Görülmüştür” isimli 2 ciltlik kitabı 2012 yılında basıldı.
Bugün de muhalif kadın vekillerden biri olarak adı Türkiye siyasetinde sıklıkla anılan bir isim. Hüda Kaya ile hak mücadeleleriyle dolu geçmişini, Türkiye’deki siyasi dönüşümleri, iktidarın artan baskısını, HDP’nin kadın+ haklarındaki konumunu ve kadın örgütlülüğünü konuştuk.

-Çok uzun zamandır mücadele veriyorsunuz, verdiğiniz siyasi mücadele AKP iktidarıyla sınırlı değil. Daha öncesinde de hem Müslüman biri olarak hem de bir kadın olarak verdiğiniz mücadeleler vardı; sokaklarda oldunuz, siyasetin içinde oldunuz. Bize bu geçmişi anlatır mısınız? 

-İnsanlık ve halkların özgürlük mücadelesi, bizim insan hakları mücadelemiz, kadın mücadelemiz elbette AKP’yle başlamadı. İnsan hakları mücadelesi MAZLUMDER’in ilk kurulduğu andan itibaren, çok uzun yıllar öncesinden zaten kurumsal olarak başlamıştı, neredeyse ömrüm boyunca devam eden önemli çalışmalarımdandı. Özellikle gençlik günlerimden itibaren kendi ülke sınırlarımızın dışında da ezilen diğer halklarla tanışıklığımız ve ilişkimiz kadarıyla dayanışmaya çalıştık; Kosova, Filistin, Bosna gibi özgürlük mücadelesi veren, hakları gasp edilen halkların mücadelelerinde var olmaya çalıştık. Bu anlamda Filistin, benim inançla ve İslam’la bir yaşam felsefesi olarak tanıştığım ve İslam’ı kabullendiğim günlerden bugüne en uzun soluklu halk mücadelelerinden bir tanesi. Mülteci kampları olsun, başka konular olsun, Filistin’in tüm hareketiyle, her anlamda madden ve manen dirsek teması içinde olduk.  

Kadın mücadelesi noktasında Uluslararası Müslüman Kadınlar Birliği vardı, farklı kadın platformlarıyla birlikte, uluslararası anlamda pek çok çalışmalarda da bulunduk. Konjonktüre, sürece, iktidarlara göre bazı mücadelelerin daha öncelikli ve gündemimizde olduğu, hayatımızı etkilediği dönemler oldu; 28 Şubat süreci bunlardan bir tanesiydi çünkü çok ağır bir başörtüsü yasağı vardı. Başörtülü okumak ve çalışmak isteyen genç kadınlara; onların tercihlerine, iradelerine ve özel yaşamlarına yönelik çok şiddetli müdahaleler söz konusuydu. Biz, kızlarım da dahil olmak üzere, o süreçte bunları bire bir ve ağır bir şekilde yaşadık. Bunun ıstırabını yaşayan ve bundan etkilenen genç kadınlarla o günkü şartlar ve imkânlar dahilinde dirsek teması içerisinde olduk; düşünebildiğimiz kadarıyla, doğrusuyla yanlışıyla vermeye çalıştığımız tepkiler oldu. Eylemler yaptık, mücadele ettik. Her anlamda bir karşı duruş ortaya koymaya çalıştık ve o dönemin ağır müdahalelerine maruz kaldık.  

O dönemde lise son sınıf öğrencileri olan kızlarım, “Başörtüye özgürlük” talebiyle okudukları özgürlük duası ve şiirleri sebebiyle benimle birlikte idamla yargılandılar. Bu çok istisna bir davaydı. Yıllarımızı bu hapisler ve yargılanmalar doldurdu o dönemde… Şu var, bedende neresi acırsa insanın canı oradadır. Siz tercihlerinizden, giyiminizden, düşüncelerinizden dolayı bir zulme, müdahaleye maruz kalıyorsanız sizin önceliğiniz, sizin acınız orası oluyor. Siz inancınızdan, mezhebinizden, dilinizden, etnik kimliğinizden, renginizden dolayı bir müdahaleye, bir zulme maruz kalıyorsanız sizin canınız da orada oluyor, önceliğiniz orası oluyor. Bu hayatımız boyunca değişiyor tabii ki… Konjonktüre, yönetimlere, süreçlere göre değişiyor. Mücadele de bir evrim geçiriyor aslında. 

“AKP’nin 20 yıllık iktidarında çok daha ağır bedellerle birlikte korkunç bir mücadele ihtiyacı ortaya çıktı”  

AKP’nin 20 yıldır iktidarda olduğu süreçte artık adaletsizliğin, zulmün, eşitsizliğin kısmen bittiği, daha huzurlu, güven ve barış içerisinde olacağımız, nefes almayı umduğumuz bir dönem beklerken maalesef bu beklentilerimizin ne kadar büyük bir yanılgı olduğunu çok kısa süre içerisinde anladık. İlk dönemlerden itibaren izlenen yanlış politikalara; savaş ve nefret politikaları ve ayrıştırmalara karşı tepkilerimi o zaman da konferanslarda, söyleşilerde, yazılarımda dile getirmiştim. Hatta bir söyleşimden “Bugün yapılanlar 28 Şubat’ın bir farklı versiyonu” şeklinde manşet atılmıştı. Şu an geldiğimiz noktada Türkiye çok daha ağır ve telafisi mümkün olmayan, her anlamda çok büyük bir travmatik çöküş ve yozlaşma içerisine girdi. Benim bunu söylediğim o günlerden bugüne tarifsiz bir çöküntünün içerisinde toplum; ekonomik anlamda, inançlar ve dinler anlamında, güven ve insanların dine yaklaşımı anlamında…  

Dünyanın en az gülen ülkelerinden biri olduk artık. Gençlerin kendi toplumlarından ve iktidardan, siyasetten geleceğini ve umudunu kestiği bir ülke olduk. Gençler artık ülkemizde bizimle birlikte yaşamak istemiyorlar. Siyasetçiye güven kalmadı. “İktidardan artık nasıl kurtulabiliriz” var. Türkiye’de iktidarın musallat olmuş bir bela gibi düşünüldüğü günlerdeyiz. 20’li yaşlarındaki gençler gözünü açtığı günden bugüne bu iktidarı gördü. Nefes alamıyorlar. Bu ülkenin, bu toplumun dışında bir gelecek kurmaya çalışarak farklı nefes alma yolları arayışı içerisinde insanlar. 

AKP döneminde de insan hakları ve kadın mücadelesi noktasında farklı bir evrim gerçekleşti. Ama bu bir tercih değildi, zorunluluktu. Keşke kadınların cinayete, infaza, katliama, saldırıya, tacize uğramadığı bir ülkemiz olmuş olsa… İnsanların dillerinden, inançlarından, düşüncelerinden, 140 karakterlik düşüncelerini paylaşmalarından dolayı lince maruz kalmadığı; sözlerin, giysilerin, tercihlerin, iradelerin, şarkıların linç edilmediği; insan hakları mücadelesi vermek zorunda kalmadığı bir ülke keşke gerçekleşebilmiş olsa…  

Biz AKP öncesinde ağır mücadeleler verdiğimizi sanırken AKP’nin 20 yıllık iktidar sürecinde insan hakları ve kadın mücadelesinde çok daha ağır bedellerin ödendiği, çok daha korkunç bir mücadele ihtiyacının ortaya çıktığı günlere geldik. Bu ihtiyacın ortadan kalkmasını beklerken daha da büyük çıkmazların hissedildiği günlerdeyiz.  

-Öncesinde daha Müslüman odaklı bir çevreden yükseliyordu mücadeleniz, başörtüsü mücadelesinin verildiği dönemler mesela, bugün siyaset yaptığınız yer ise daha sol ve belki daha feminist bir zeminde. Farklı çevrelerin tepkisini aldığınızı da biliyoruz. Bu geçişin size nasıl etkileri oldu?  

-Bu o kadar farklı boyutlarda ve yönlerde ele alınabilir ki… Toplumsal, ruhsal, bireysel, inançsal açıdan her biri sizde bardağı dolduran damlalar aslında. Hiçbiri tek değil. Her biri bir zincirin birer halkası ve tamamlanıyor süreç içerisinde… Olgunlaşıyor, büyüyor, gelişiyor ve siz bir kimlik kazanıyorsunuz. Hiçbir şey bir düğmeye basar gibi durup dururken ışığın aydınlanması değil…  

Yıllar içerisinde gelişen, çok derin sancılarla büyüyen bazı gerçeklikler, evrimler, dönüşümler ve ihtiyaçlar var. Evet, önceden bizler, ki halen İslami çevreler içerisinde olan nice bildiklerimiz, “Dünyayı kurtaracak olan Müslümanlardır. İslam gelecek, huzur gelecek” anlayışındaydık, bir altın kafesteydik. Dışarıyı görmeye ihtiyaç hissetmeyen, kendi içlerinde huzurlu ve barış içerisinde olamasalar da, nasıl oluyorsa bu, dünyada ve Türkiye’de, toplumda barışı gerçekleştirebileceklerine inanan bir anlayış. Bugün geldiğimiz noktada benim hem bilimsel hem Kuransal anlamda bildiğim, öğrendiğim ve inandığım barış şu: Bir insan ancak kendisiyle barışık olursa çevresiyle barışık olabilir. Sen kendi yüreğinde barışı gerçekleştirebildiysen, kendini barışla dönüştürebildiysen çevrenle barışık olabilirsin. Ailenle, komşularınla barışı başarabildiğin kadar toplumsal barışa hizmet edebilirsin. O zaman verdiğin mücadelenin bir altyapısı olur, niteliği olur, gerçekliği olur.  

Kendisiyle barışamamış, çevresiyle barışamamış, eşiyle, çocuklarıyla, komşularıyla, müşterileriyle, insan ilişkileriyle barışı gerçekleştirememiş, hatta bunun farkına bile varamamış insanlar Türkiye’de, dünyada barışı gerçekleştirme iddiasıyla insanlara cehennemi yaşattılar. Toplumun yaşamını cehenneme dönüştürüyorlar. 

“Aleyhinize bile olsa adaletli biri olmak Kuran’da da bir emirdir”

Tabii ki benim inançsal çalışmalarım aralıksız olarak, 30 yıldan fazladır devam ediyor. Tarihi çok seviyorum, tüm bu inançsal çalışmalarım tarih merkezli aslında… Sürekli geriye, daha geriye ve daha geriye… Ne kadar geriye gidersem o kadar öz olanı fark edebildiğimizi gördüm. Sadece bugün, 21. asırdan, bulunduğumuz yerden bakarak mümkün değil hakikati görebilmek…  

Ne kadar geriye giderseniz, insanlığın ve yaşamın özüne inerseniz, inançların da üstünde -bunu altını çizerek söylüyorum, bırakın etnik, kimlik, şu bu mücadelelerini, mezhepler, inançlar için verilen savaşları, inançların da üstünde- aslında hakikatte ne kadar da tek bir nokta olduğumuzu görüyorsunuz. Bu tek bir nokta olan, özde olan hakikat için değil bunca savaşlar, kıyımlar, katliamlar… Hayır, o çoğaltılan sahtelikler için, yapay gerçeklikler için. Ve ne kadar gereksiz, ne kadar manasız olduğunu görüyorsunuz bütün bu kavgaların, kıyımların, çekişmelerin. Seküler bir yapı içerisinde bir Müslüman nasıl olabilir diye yaklaşıyorlar…  

Bakın, tüm inançların -sadece İslam’ın değil- temeline indiğinizde bir insan olarak siz adaletli olmak zorundasınız, inançlar da bunu söylüyor. Adaletli olmak Kuran’da da bir emirdir. Aleyhinize bile olsa, evlatlarınızın, eşinizin, dostunuzun, mevkinizin, makamınızın, ticaretinizin, her tür menfaatinizin aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutanlar olun, adalete şahitler olun, diyor ısrarla, peygamberin Medine Sözleşmesi’ndeki toplum pratiğinde de biz bunun ne kadar önemli ve öncelikli bir vurgu olduğunu görüyoruz. Yalan söylememek, doğru olmak, israf etmemek, ikiyüzlü olmamak, iftira atmamak; şimdi bunlar seküler dünyada evrensel değerler değil mi? Siz inançsal değerler açısından da baksanız bunlara kale almalısınız. Evrensel ve insani değerler açısından da insan olmak demek bu demek zaten. Eğer inançsal değerlerle yaklaşıyorsanız adaletli olmak, hakikati ayakta tutmak, gerçekleştirmek, zararına bile olsa yalan söylememek, ikiyüzlülük yapmamak, israf etmemek; bunlar aynı zamanda ibadet.  

Metin Yüksel’in bir sözü vardır “Hakkı müdafaa etmek en büyük ibadettir” diye… Herkes kendi coğrafya, kimlik, altyapı, zekâ ve kapasitesi çerçevesinde anlamlandırıyor, yorumluyor. Kimse kimsenin kopyası olmak zorunda değil. Hiç kimse kimsenin aklıyla hareket etmek zorunda da değil. Eğer inanç referanslarınız varsa “Düşünmez misiniz, akıl etmez misiniz?” diyor, aklı kullanmak en önemli ve temel ibadetlerden birisi, ibadetlerin temelidir. Niyet etmek için bile aklını kullanman gerekir, bilinçli olman gerekir. Neyi, niçin yaptığının farkında olman gerekir. Niyet budur, farkında olmak demektir. Attığın adımın bilincinde olman demektir. Evrensel değerler açısından da bu böyle.  

Düşünen, sorgulayan, eleştiren, iradesine, tercihine sahip, özgür bir birey olmak, dürüst olmak, yalan söylememek, dünyanın neresine giderseniz gidin bunlar bugün de en makbul insani değerlerdir. Siz birey olarak adaletinize, doğruluğunuza, dürüstlüğünüze, ahlakınıza, bir insan olarak olması gereken tüm erdemliliğe sahip iken bütün bunların aksine hareket eden, doğru olmayan, yalan söyleyen, hatta yaşam ve politikanın bizzat kendisi yalandan ibaret olan yapılar ve toplumlar içerisinde kendinizi oraya ait hissedemezsiniz, bu ibadet değil ki zaten… İnsan olmak da bu değil. Doğruluk da bu değil. Aksi ikiyüzlü olmak demektir, kendini bulamamak demektir. 

Gelişim sürecimi, sancılarımı ifade etmeye çalışıyorum çok kısaca; bu dönüşüm nasıl gerçekleşti diye… Bir örnek vererek geçeyim: Mesela Kuran’da şu vardır, insan hakları mücadelesi verirken düşene kimliği sorulmaz.  

MAZLUMDER dönemlerinde “Herkes için adalet, başörtüsüne özgürlük” derdik. Adalet herkes içindi. Ayrım yapmazdık. Yapmamayı ilke edinmiştik. Düşeni “Senin mezhebin, inancın ne” diye sorarak kaldırmazsın. Düşenin elinden tutarsın. Tutmak zorundasın. Cinsiyetini, aidiyetini sormazsın, soramazsın da zaten. Bu insanlık değildir. Kuran’da bunun şöyle bir terbiyesi vardır: “Zalime asla yaklaşmayın.” Bakın, zalim senin baban olabilir, şeyhin olabilir, liderin, evladın, kardeşin, sevdiğin bir eşin dostun olabilir, aşiretin olabilir, partin olabilir, bir ayrım yok, “Zalime asla yaklaşmayın yoksa size ateş dokunur”. Benim ırkımdan, benim inancımdan olan meselesi değildir bu, kol kırılsın yen içinde kalsın değil; “Kim olursa olsun zalime karşı ve kim olursa olsun mazlumdan yana”. Bunu slogan ettiğimiz, birlikte haykırdığımız dünkü Müslüman insanlar bugün zulüm politikalarının alkışlayıcıları haline döndüler… Nerede kaldı kim olursa olsun zalime karşı kim olursa olsun mazlumdan yana diyenler? Bu tefsir, ayetin tefsiri aslında. 16 Mart geliyor, 16 Mart Rachel Corrie’nin şahadet yıldönümü. Onun “Zalim bizdense ben bizden değilim” sözünü bugün zulmün taraftarları Corrie’yi güya iyi hislerle sahiplenmiş olmak için paylaşıyorlar, konuşmalarında o özlü ve bilgece söze yer veriyorlar. Dönün bir kendinize bakın… Bugün zalim bizdense ben bizden değilim demek ne demek? Bugün zulmü gerçekleştirenler kimler? Zulüm sadece Yahudi olunca mı geçerli? Zulüm sadece başka partilerden, inançlardan olunca mı zulüm oluyor? Zulüm senin inancından, partinden, ırkından, kimliğinden olunca üstünün örtülmesi mi gerekiyor? Ona hangi kriterlere göre sahip çıkıyorsun?  

“Suriye Savaşı ve Roboski katliamı benim için kırılmaydı. Roboskili gençlere sahip çıkmak için İsrail uçakları mı olması gerekiyordu?” 

Benim kırılma süreçlerimden biri Suriye Savaşı politikaları oldu, biri de Roboski katliamı. Roboski’de yaşananlar Gazze’de, Filistin’in herhangi bir yerinde yaşanmış olsaydı ne olurdu? Gazze’de yaşananlarla dünyanın ayağa kalktığını biliyoruz hepimiz… Meydanlarda her inançtan, ideolojiden insanlar olarak sabahlara kadar İsrail’i protesto ediyorduk. Ve o zaman, daha o kimlik içerisindeyken ben, henüz o çevredeyken, konferanslarımda, televizyon programlarında bunu sorguladım ve konuştum. Bunları aleni bir şekilde kamuoyuna söylediğim, eleştirdiğim, sorguladığım için bazı belediyelerdeki konferanslarımı, televizyon programlarımı iptal ettiler.  

Roboskili gençlere sahip çıkmak, onlara şehit demek için İsrail uçakları mı olması gerekiyordu? İsrail uçağı olunca mı onlar şehit olacaktı? Roboski’den sonra da yaşadığımız yüzlerce haksız ve zulüm dolu uygulamalar oldu. Gittikçe arttı ve artmaya da devam ediyor. Ben zalim kim olursa olsun yanlarında olmamayı tercih ettim. Olamazdım. Ben de ailem de bunu kabullenemedik. Eleştirdik, sorguladık ve bu zulümleri reddettik. Böylece bireysel anlamda zaten muhalif duruma düşmüştük. 

Daha sonraki süreçte HDP kuruldu. Hiçbir zaman aktif politikaya girmeyi düşünmemiştim. Bireysel, özgür, ulusal ve uluslararası olarak kendi gücümle mücadeleyi tercih ediyordum. Bugün ne kadar yoğunsam HDP ve vekillik öncesi de o kadar yoğundum, yine hep koşturmadaydım, aynı programlar ve yoğunluk vardı ama alanlar değişti tabii ki. HDP’de tanışıklıklar vardı, teklifler oldu, o dönemde şunu ifade etmiştim: Araştırdım baktım, siz de insan hakları, eşitlik, barış mücadelesini veriyorsunuz, ben de bireysel anlamda bunun mücadelesini veriyorum. Hayatımı, gecemi gündüzümü buna verdim, özgün kalmam daha uygundur. Siz öyle mücadele edin, biz buradan edelim diye. O kadar kesişme noktası vardı ki… Adalet herkes için lazım. Sadece benim ırkımdakiler, benim inancımdakiler, benimle aynı dilde ve kimliktekiler için değil… Ben bugün kendi anadilimde Türkçe olarak özgürce konuşabiliyorsam, müzik yapabiliyorsam, eğitim alabiliyorsam, ticaretimi yapabiliyorsam, benim inancımdan kimliğimden olmayan hangi coğrafyada kimler olursa olsun eşit ve özgür bir şekilde onların da bu hakka sahip olması için mücadele ederim. İsterim değil bakın, bunun altını çiziyorum, mücadele ederim.  

Kuran’da “salih amel” kavramı vardır; meallerde, tefsirlerde bunun açılımına fazla girmezler. “İyi ameller, iyi işler” gibi yorumlarlar genelde. Aslında “salih amel” şudur: Kendimiz için istediğimiz tüm güzelliklere, eşitlik, özgürlük ve haklara bizim dünyamızdan olmayan herkesin sahip olması için mücadele etmektir, istemek değil. İstemek pasif iyiliktir, mücadele etmek aktif iyiliktir. Salih amel aktif iyiliği tercih eder, aktif iyiliğe teşvik eder. Mesele budur, ayrım budur. Herkes özgür olsun, iyi olsun deyip yerinde oturmak değildir. Dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun, bireysel ya da toplumsal, ezilenlerin yanında olmamız gerektiğine inandım, ömrüm boyunca bunu yapmaya çalıştım, bugün de doğrusuyla eğrisiyle buna çabalıyorum. 

“Bugün AİHM gibi hukuk mekanizmalarını reddedenler yarın aynı hukuka ve adalete muhtaç kalacaklar” 

-Öncesinde omuz omuza birlikte mücadele verdiğiniz insanların bugün zulmün taraftarı olduğunu söylediniz. Mecliste eskiden Müslüman camiadan tanıdığınız insanlarla da karşılaşıyorsunuz, bu karşılaşmalar nasıl oluyor? Bir diyalog geçiyor mu aranızda?  

-Mecliste çok hüzünlendiğim, çok şaşırdığım, çok ilginç anlara şahitlik ettiğim oldu. Yıllarca pek çok eylemde yan yana olduğumuz, İsrail’e karşı, başörtüsü için mücadele ettiğimiz, çok eskiden beri hukukumuzun olduğu kişiler… İçlerinde 7 Haziran’dan bugüne kadar henüz bir kere selam vermeyenler var. Bununla beraber hem eskiden tanışık olanlardan hem olmayanlardan selam verenler, davet edenler, saygı duyanlar da oluyor; konuştuğumuz, tartıştığımız insanlar bunlar. Daha geçen hafta paylaştığım bir tweet siyasilerden çok yoğun tepki almıştı. Birkaç gün önce o yoğun tepkileri gösterenlerden bir (AKP’li) siyasetçinin de olduğu bir ortamdaydık, selamlaştık ve dedim ki “Vekilim, sizi de bu sözlerinizden dolayı dava ediyorum”. Konuştuk, ettik, “E,” dedi “canın sağ olsun”… Bunun gibi de olabiliyor. Gayet insani bir şekilde konuşup tartıştıklarımız da var, bir zamanlar çok yakın bir hukuk içinde olup da hiç selam vermemiş olanlar da var. 

Türkiye ve AKP’nin aleyhine AİHM’den üst üste kararlar çıkıyor, bunlar özellikle HDP’yle, Osman Kavala’yla, siyasilerle ilgili kararlar… AKP Genel Başkanı “Bizi tanımayanı biz hiç tanımayız” diyerek AİHM’e ve uluslararası hukuk mekanizmalarına rest çekti. Ama çok ilginç ki bugün Ravza Kavakcı hâlâ AKP’den milletvekili. Bakın, 28 Şubat’tan 2004’ün sonuna kadar bizim ailecek hapis dönemlerimiz devam etti, çoluk çocuk yargılandık, birimiz girdik birimiz çıktık derken 28 Şubat süreci boyunca da AKP iktidar olduktan sonraki süreçlerde hukuksal mücadeleler verdik ve biz bu mücadeleleri bu insanlarla birlikte verdik.  

Uluslararası alanlarda bunları seslendirdiğimiz dönemleri birlikte yaşadık. 2005’in ilkbaharında Merve Kavakcı, Ravza Kavakcı ve ben Cenevre’de, Birleşmiş Milletler’de, Türkiye’de yaşanan başörtüsü zulümleriyle ilgili uluslararası sunumlar yaptık. Merve Kavakcı yıllarca Lordlar Kamarası dahil dünyanın pek çok ülkesinde, uluslararası ortamlarda Türkiye’de yaşanan mücadeleleri anlattı. Ben de dahil olmak üzere ülke ülke, medyasından kamuoyuna, kurumlarına kadar bu mücadeleleri taşıdık, anlattık. Hatta benim rahmetli olan kızım Nurulhak’ın başörtüsüyle Merve Kavakcı’nın başörtüsü Amerika’da Kongre Kütüphanesi’nde sergilendi.  

Bugün bunlar yaşandığında insanlar Sorosçulukla, dış güçlerle, ihanetle itham ediliyorlar. Biz dün hep birlikte bunları yaşarken, itiraz ederken, farklı iktidarların ve toplumsal baskıların politikalarını uluslararası mecralara taşırken de ihanet etmiyorduk, yine vatanımızı seviyorduk, bugün de etmiyoruz. Dün neyse bugün de öyle. Türkiye bizim için dün ne idiyse bugün de aynı değere sahip.  

Bugün AKP iktidarının yanlışlarına ses çıkardık diye nasıl ihanetle itham edebilirsiniz? Dün beraber gittiğimiz hukuk mekanizmaları; AİHM, BM, STK’ler bugün mü ihanet sebebi oldu? Eleştirileri birlikte yaparken ülkeye ihanet etmiyorduk da bugün yanlışları konuştuğumuzda mı ihanetle itham ediliyoruz? Adalet adalettir.  

Adalet herkes için lazım. Bugün bu mekanizmaları reddedenler yarın yine başvurmak durumunda kalacaklar. Tekrar hukuka ve adalete muhtaç kalacaklar. Tabii ki dileriz Türkiye hukuka ve adalete muhtaç olduğu günleri artık yaşamasın… Ama muhalefete düştüklerinde tekrar adalet ve özgürlük demeye başlayacaklar, bunu da biliyoruz. Bunu daha birkaç gün önce Semra Güzel’in dokunulmazlığının tartışıldığı komisyonda, mecliste yüzlerine karşı söyledik; dedik ki muhalefete geçeceksiniz yakında ve bugün bu kapattığınız yolları açmak için, adalet için mücadele edeceksiniz…  

Dolayısıyla ezilen kim olursa olsun onun yanında olmak, adaletsizliği kim yapıyorsa yapsın hakka sahip çıkmak insan olmanın, erdemli ve doğru olmanın gereği. Irkı, inancı, mezhebi, dili ve kimliği dolayısıyla gelen en ufak bir pozitif ayrımcılık onu eliyle, emeğiyle, alın teriyle hak edenlerin hakkını gasp etmek demektir.

“HDP, Türkiye’deki tüm farklı toplum yapıları için bir mektep oldu”

-Bunun bir de diğer yüzü var. Normalde başörtülü bir kadınla belki yan yana oturmayacak insanlarla da karşı karşıya geliyorsunuz. Mecliste birliktesiniz, zaman zaman ortak paydada buluşuyorsunuz. O insanlarla olan iletişiminiz nasıl?Ve tabii HDP’de Müslüman bir kadın olarak var olmak ne anlama geliyor sizin için? Zorlukları, kolaylıkları neler?  

-O halde gelelim HDP boyutuna… Ben 7 Haziran döneminde seçildim, öncesinde de MYK’sinde bulunmuştum ve 2. dönem MYK’liğim devam ediyordu zaten o dönemde. Elbette içeride son derece ağır eleştirileri yapan birisiyim. Yanlışlarımıza yanlış, doğrularımıza doğru… Sözümü esirgemem bu anlamda. Fakat bütün samimiyetimle söylüyorum, HDP, Türkiye’de tüm farklı toplum yapıları için gerçek anlamda bir mektep oldu, bir laboratuvar oldu. Öyle şeyler yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz ki birbirine selam vermeyecek, birbirinin yanından geçmeyecek insanlar birlikteler, ki bunu bir dönem cezaevlerinde yaşamıştık; toplumun tüm farklı kesimleriyle sıcak temas ve empati duygusunun gelişmesi, birbirimize dokunma ve birbirimizi anlama açısından çok önemli bir süreç olmuştu o. Bu anlamda çok önemli bir alan oldu bizim deneyimlerimiz açısından.  

Açıklamalarımızda, dilimizi kurmamızda, konuşmalarımızda, yıllardır birbirimizi o kadar dönüştürücü olduk ki… Şu kelimeyi kullanırsanız karşı taraf incinir, öteki şunu kullanırsa şu taraf yanlış anlayabilir şeklinde son derece olumlu bir dönüşüm oldu ve içinde bulunan tüm renklerin buna çok ciddi katkı sağladığını düşünüyorum. Bütün partiler temsil noktasında bu zengin temsili içlerinde gerçekleştirebilseler keşke…  

Kimi parti kendini sadece muhafazakâr olarak addediyor, kimisi sadece milliyetçi, kimisi ise sadece seküler ama kriter tüm insanlara eşit yaklaşmak, demokratik bir tutum, empati gücü olmalı. Kendi için istediğini bir başkası için de istemek… Aslında biz bunu İslami bir referans olarak biliyoruz ama insani değerler açısından olmazsa olmaz evrensel değerlerden bir tanesi bu. Şu anda HDP’de deneyimlenen de bu. Kendin için istediğini öteki için de istemenin politikası yapılıyor. Bu Ermeni olsun, Alevi olsun, Ezidi olsun, Rum olsun, Çerkes olsun, Arap olsun, Kürt olsun, hiç ayrım yapmadan Türkiye’nin tüm bu saldırılarına, siyasi linçlerine, imkânsızlıklara, kesilen tüm yollara rağmen düşe kalka devam ediyoruz, HDP en zengin deneyime sahip partidir diyebilirim.  

“Yerelde kapı kapı, hücre hücre, sokak sokak çalışan hep kadınlardı ama karar mekanizmalarında kadınların sesi ve sözü yoktu” 

-HDP’nin kadın+ hakları ve örgütlülüğüne yönelik çalışmaları yeterli mi? Neleri değiştirmek, dönüştürmek gerekiyor? HDP Kadın Meclisleri eşitlikçi olarak işliyor mu parti içinde?  

-Benim HDP ile ilgili olumlu adım atmama sebep olan en önemli kriterlerden birisi kadın konusuydu. Kadın kolları… Yıllarca bunun karşılığını, yerini bulamadım ben. Bunun tarifini yapamıyordum. Hiçbir zaman yan yana olamayacağım, içinde yer alamayacağım, son derece itici gelen, beni eşit hissettirmeyen, benim kadın olarak kendi özgür varlığımla yer bulamadığımı düşündüğüm bir ifadeydi kadın kolları.  

Hangi parti olursa olsun, seküleri de muhafazakârı da dindarı da, bu böyleydi. Kadın kolları içerisindeki o yapıların, karar mekanizmasındaki erkeklerin onayı olmadan bir çay paketi bile alamadıklarını görüyordum. Kapı kapı dolaşan hep kadınlardı, yerellerde hücre hücre çalışan, sokak sokak çalışan hep kadınlardı, ama karar mekanizmalarında kadınların sesi ve sözü yoktu. Kaç kadın olacak, hangi kadınlar olacak, buna da karar veren erkeklerdi. Bu geleneksel politik yapı hiçbir zaman cezbetmedi beni. Düşünmedim bile. Fakat HDP ile olan tanışıklığım ve düşünme evremde kadın konusunda beni ikna etti; kadın erkek eşitliği, eşbaşkanlık, en tepeden en alt mekanizmaya kadar bir fermuar sisteminin hedeflenerek kadın erkek eşitliğinin sağlanmaya çalışılması…  

Bugüne kadar TBMM’de kadın katılımının artmasına etki eden parti HDP olmuştur. HDP’nin %45’lere varan kadın yoğunluğu mecliste de kadın varlığını arttırdı. Meclis başkanlığının bu sayıdaki artışla övündüğünü görmüştük. Oysa bunu artıran HDP idi.  

“HDP Kadın Meclisi’nden çıkan kararlar tartışmasız karar hükmünde; MYK veya PM kararlarından farkı yok” 

Tabii sayısal çoğunluktan öte en önemlisi karar alma mekanizmalarında kadınların özne konumunda olmaları ve yine artı olarak bu genel yapının haricinde kadın meclisinin var olması. Kadın sorunlarının tepeden tırnağa özgür kadın yapıları içerisinde ele alınması, tartışılması, karara bağlanması, Kadın Meclisi’nden çıkan kararların diğer yapılar içerisinde tartışmaya açık olmaması ve kesin bir karar hükmünde kabul görmesi…  

Bir MYK veya PM kararı ne ise Kadın Meclisi kararları da tartışmasız bir karar hükmünde oluyor. Kadınların kendi özgün yapıları, kurumları, çalışmaları var; genel yapı içerisinde etkinlikler ve planlamalar çıkarılıyor, aynı zamanda bizim özgün kadın planlamamız da var. Sadece kadınların organize ettiği ve planladığı kararlar bunlar. Dolayısıyla HDP’de tüm toplumsal kadın erkek eşitsizliğinin ve kadın problemlerinin ayyuka çıktığı böyle bir toplum yapısı içinde sadece diğer partilerde olduğu gibi kadın milletvekilleriyle ve partinin genel yapısıyla devam eden yoğunluklarla sınırlı kalmıyoruz, bir o kadar da kadınlarla ilgili çalışmalarımız ve yoğunluklarımız bu meclisle birlikte özgün şekilde devam ediyor.  

Önümüzde 8 Mart var; 8 Mart’la ilgili planlamalar çoktan başladı. Mart ve kasım ayları genelde kadın eksenli geçiyor elbette, bunlar önceden belli olan tarihler ve çerçeveler. Kadın eşitliği ve kadının karar merciinde olması konusu, diğer tüm halklarla beraber benim HDP’de bir kadın olarak eşit temsil edileceğime mutmain olduğum konulardan en önemlisidir. 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz