Werşer…

0
686

Derken bir başka beyaz sıvalı geniş antreli “yedeuh” (beyaz kil) sıvalı evden içeri girerken serin bir balmumu kokulu ambar önünden geçip bir başka haşeş’e (Misafir odası diyelim, kapatalım parantezi)… 

Girer girmez sizi selamlayan standart geniş sedir, ortalarına belli aralıklarla atılmış kabarık yün minderlere oturmak cesaret işiydi… 

Çocukluğumda Halbed Nane’yle gittiğim hasta ziyaretlerinde girdiğimiz haşeş’lerde imrendiğim, bir türlü cesaret edip oturamadığım kabarık yün minderler burada yine karşımdaydı… 

O zamanlar tüm ısrarlara rağmen iki minderin arasında kuru sedire yer ettiğim ihtişamlı haşeş’te şimdi… 

Nereye oturmam gerektiğini yarı mahcup öğrenmiş gibiydim… 

Ağzımın biraz laf yapmasından olsa gerek önden odaya itilmemle jante’de (Başköşe diyelim, lafı uzatmadan parantezi kapatalım) bulmuştum kendimi… 

Misafir gençlerin thamade’si (Basit tabirle temsilcisi) desek!? Sanırım anlaşılır… 

Çok geçmeden odaya giren bayanları ayakta karşıladıktan sonra aynı hassasiyetle dizilerek oturdukları dikkatten kaçmıyordu… 

Son olarak gecenin ağır topları köyün gençlerinin girip bizleri sıradan selamlayarak karşımızda adeta bir cephe oluşturmuşçasına siperlerine yerleştiklerini anlamak zor değildi… 

Birazdan “savaş” (werşer) başlayacak. Fırtına öncesi sessizliği bozan ev sahibi genç, tanıştırma faslını hızlıca geçti. Bir gün önce goguş (hindi) budunu sıyırmaya çalışırken, kazayla, karşımda oturan lacivert takımlı, beyaz gömleklinin tabağındaki şıps’ına (tavuk sosu) gebz’in (but) fırlamıştı. Üzerime oynadığı açıkça anlaşılan ve gebz’in intikamını alacak gibi duran Lacivertli’ye atmıştı bile topu… 

Oysa bir gün önce derdim… Ortadaki tepside yığılı duran haşlanmış goguş’ın (hindi) küçük bir parçasını tabağıma almak üzere kezliyordum ki! Bir anda bir el uzanıp koca hindi budunu tabağıma kondurmuştu bile… 

Sol elimle tuttuğum kemik kısmına mukayyet olamamışım ki sağ elimdeki çatalla sıyırıp tabağıma almaktı niyetim!  

Ama olmadı işte, elimden kayıp giden koca but karşımda oturan lacivert takımlı, beyaz gömlekli, benden de hayli yaş almış arkadaşın tabağındaki şıps’ın (hindi sosu desek!?)…  

İçine uçmuş, bir anda ayağa fırlayan Lacivertli “Sıbugaas (Yaktın beni)” dediğinde ani bir refleksle ben “Wellehi seragım fi goguşıj raas” (Vallaha benim suçum yok, yaşlı hindinizden dolayı) dedikten sonra “Allah’tan kravatın yoktu” diye de perçinlemiştim sakarlığımı gizleme aşkına… 

Cahillik işte… 

Düşman biiir! Yer mi Uzunyayla çocuğu bunu… 

Ev sahibinden topu alan Lacivertli, beklediğimden daha sakin görünse de siyah ince bıyıklarının altındaki muzip çok bilmiş halini gizleyemiyordu. 

Önce konudan konuya atlayarak bir şaşırtma hamle peşinde gibiydi, arada soğuk soğuk esprilerle yeni tutuşmuş sobayı dahi donduruyordu. 

Harman mevsiminin çok kötü geçtiğinden bekâr kaldığını, bir Buğurbaşlı (Pınarbaşı ilçesine daha yakın köyler grubu) bulsa o tarafa göç edeceğini söyleyip gözümün içine içine bakıyor, lafa girip bir açık vermemi bekliyor, olmayınca arada biraz iğneliyor, yoklama çekiyordu… 

Bense lafı ne zaman takım elbisesine getirecek diye boşuna tüketiyordum zamanı. 

Odada 6-7 genç bayan dışında birkaç da olgun yaşta olmak üzere kızlar grubu sağımdan itibaren dizili olduğu halde yanımda hıgebz thamade (bayanların sözcü büyüğü) oturmaktaydı tüm ağırlığıyla… 

Onun da sağında benim gibi misafir olan akranım hoşça bir bayan oturuyor, devamında diğer köylü kızları renkli bir boncuk kolye gibi süslüyorlardı haşeş’in gerdanını… 

Onlar olmasa bu soğuk coğrafyada biz nasıl ısıtabilirdik haşeş’leri diye düşünmeden edemiyordum… 

Her biri dünyalar güzeli, ne işleri vardı bu fırtınalı bozkırın ortasında? 

Bir yandan sanki bir başka gezegenden ışınlanmışçasına yabancı gibiydiler bu coğrafyaya. 

Bir yandan da bir anda kar beyaza sıvanmış haşeş’lerde ortaya çıkan bozkır perilerini andırıyorlardı… 

Ben bu duygular içindeyken sobadaki tezekler köze dönmeden ev sahipleri tarafından yenileri eklenmişti bile. 

Isınma turunu andıran birkaç iğneli laftan sonra direkt olarak bana “Ne o nıbjeğu! Kızlarımızı beğenmedin mi yoksa?” diyerek beni çok tehlikeli sulara doğru sürüklemeye çalıştığının farkındaydım ama kaçış yok gibiydi… 

Yirmili yaşların heyecanlı, çokça hatalar yapma potansiyelinin yanında bir o kadar da kendimi ispat etmem için bir fırsat olsa da aslında kızgın bir maşaydı bana bıyık altından uzattığı… 

Duygularıma yenilip thamade’nin hemen yanındaki misafir bayanı kastederek lafa girmemle birlikte Lacivertli oturduğu sandalyeden hafifçe doğrularak “I ııhhı!” deyip lafa bodoslama dalıverdikten sonra tek ayağını altına alıp sandalyesine sağlamca kurulunca anlamalıydım gecenin çook uzayacağını… 

“Vay efendim, sizin Buğurbaş’ta işler böyle mi yürüyor? Ben diyordum zaten bu kadar patates yerseniz olacağı buydu diye, işte ispatı” diye beni gösterip onay beklercesine odadakilere bir göz gezdirdikten sonra thamade kızın üzerinde yoğunlaştırdı bakışlarını… 

Bu arada ben dünkü o yaşlı hindi budunu nasıl sıkıca kavrayamadığımı düşünüp sol elime bakıyor, muhtelif küfürler savuruyordum içimden… 

Ama olan olmuş, üstüne üstlük ben thamade kızı görmezden gelip yanındaki olmaz olasıcaya yönelmiştim ki bizim Lacivertli sahneye atlayıp, beni tutuklattırıp daha yargılamadan cezai müeyyideleri tartışmaya açmıştı bile… 

Böyle zamanlarda bir kurtarıcın olacak Uzunyayla’da werşer ortamında, şöyle uzaktan da olsa kuzen, hala oğlu, dayı oğlu falan eğer yoksa yanmışsın demektir… 

Lanet olsun, yoktu! 

O an yanımdaki arkadaşlar da bana dokunmayan yılan bin yaşasın moduna bir girdiler, çıkarana aşkolsun… 

Gerçi benim yaptığım da olacak iş değildi, önce thamade kızla biraz hasbihal etsem belki o isterse müsaade verir, yan tarafa öyle geçilebilirdi! 

Cahillik; manyaklık daha doğrusu… 

Çok geçmeden cezalar üzerinde tartışılıyor, kahkahalara boğuluyorlardı. Bense cezasına razı, celladına âşık modunda Lacivertli’nin ağzının içine bakıp duruyordum… 

Ne cezalara çarptırıldım, ne köprülerden geçtim, ne çamlar devirdim, hiçbiri sonuncu cezam kadar ağır olmadı. 

En son olmaz olasıcayla ikimizi gelin damat yapıp karşılarına diktiler, muhtelif eziyetlerden sonra Lacivertli “Bi’ dakka” deyip sandalyede otururken altına aldığı uyuşmuş bacağıyla hafif aksayarak direk karşımıza dikildi… 

“Vallaha böyle olmaz ayıptır! Kravatsız damat olur mu” diyerek gece boyunca üstüne oturduğu arka cebinden koca bir alacalı kırışık kravat çıkarıp boynuma asarken dedi ki: 

“Aslında bu kravatı ben dün kendim takacaktım, unutmuşum. İyi ki takmamışım, takım elbisem gibi bu da araya gidecekti. Bak, şimdi lazım oldu, sana kısmetmiş!” dedi. 

Bense kulağına eğilip ancak “Sıbugaas” (Yaktın beni) diyebilmiştim… 

Sonunda thamade kız perdeyi kapatmak üzere konuşmaya başlamış, gecenin son repliklerini söylercesine tüm gençliği onore etmiş, özellikle bana da teşekkürlerini sunduktan sonra lafı Lacivertli efendiye vermişti. 

Lacivertli ayağa kalkıp yanıma gelerek elini uzatıp “Kardeşim bir hata etmiş isek affola, her şey bir şakaydı. Seni de sabrından dolayı tebrik ederim. Umarım daha çok werşer’lerde karşılaşırız” derken… 

Az önceki gaddar Lacivertli gitmiş, yerine sevimli, babacan bir adam gelmişti… 

Bense karışık duygular içerisindeydim. Gururlanmalı mıydım, öfkelenmeli miydim, yoksa utanmalı mıydım? Bilemiyorken burnuma ansızın yeni kızarmış lagum halıve (kızarmış hamur) kokuları gelmeye başladığında o gece yaşanan güzellikleri bir gün yazmak umuduyla kaydedip dondurmuştum zihnimde… 

Boş çay bardaklarına atılan çay kaşıklarının sesleriyle haşeş kapısı açılmış, uj’da (antre) hazır bekleyen zamanın meşhur katlanır masaları üzerine dizilmiş lagum halıve & matekoey (Çerkes peyniri) ikilisinin oynayacağı bir başka sahne kurulmuştu bile… 

Gecenin bir yarısı lagum halıve kokularının bu zemheri ayında tüm bozkıra yayılmasından olsa gerek, bir çığlık kopmuştu. Şeker Dağları’nın zirvesinden, yine kıskandırmıştık Almestı’yı, Jindar’sa hasetinden taş kesilmiş, umutları ay ışığında küle dönmüş ve Hınzır Dağı’ndan aşıp Türkmen eline varmıştı o gece… 

Katlanır masaların çabucak toplanmasının ardından bir “ceug” kurulmuştu uj’da. 

Zemine hunharca vurduğumuz topuklarımızdan sarsılan saçlarımız karışırken pşıne’nin ezgilerine, kendimizi buluyorduk mavi pencerelerden bize uzanan ay ışığında… 

Toprak damlı, beyaz sıvalı haşeş’lerin yuvarlak hezanlarını çınlatan “deju”lar (toplu söylenen şarkı) fırtınalı Uzunyayla bozkırına yayılıyor, uzun geceleri kısaltıyordu adeta… 

O gecelerde yetişiyordu özgüvenli gençlik. 

Kızların hazırcevaplığı, erkeklerin kurnaz masum küstahlığı (!).  

Bir beyin fırtınası yaşanıyordu haşeş’lerde. 

Zor durumlara düşürülüyor, utançtan ya da kızgınlıktan çatlamak üzereyken sadece zekânı zorlaman gerekiyordu tekrardan yüzeye çıkabilmen için… 

Diyelim ki çok kızdın ve üstüne gelenlere çemkirmeye başladın biraz olsun rahatlarım umuduyla! 

Ama bir anda tüm odadakiler ilgilerini senin üzerinden çeker, seni haşeş’in bir köşesinde kendi “kara kutu”na hapsederlerdi bir süreliğine… 

Bu arada werşer aynı coşkuyla devam eder ama bu sefer de senin dışında dönerdi bütün heyecan. 

Önce “Ohh, rahatladım!” dersin ama ilerledikçe zaman “kara kutu” seni boğmaya başlar, yavaş yavaş haşeş’i terk ettiğini, oturduğun yerde görünmeyen bir hayalete döndüğünü düşünmeye başlarsın… 

Kimse seni ima dahi etmez. 

Odasına kilitlenmiş bir çocuğa döner, kaçıp gitmeyi dahi düşünebilirsin. 

Terk edip nereye gidebilirsin ki? 

“Hiçbir yere.” 

Bu soruyu kendin ne kadar kısa zamanda cevaplarsan o kadar hızlı dönersin kendine verdiğin zarardan… 

Eğer zekânı zorlayıp bir “ş’ağıbze” (Ustaca kurgulanmış dikkat çekici kinaye) üretebilirsen thamade sana bir şans daha vermek isteyebilir, o sayede kendi “kara kutu”ndan bir daha dönmemek üzere çıkabilirsin… 

“Horıbze” (Bu parantezi niye açtığımı bilmiyorum ama en azından yarısını açıklayabilirim belki… Bir olayı veyahut bir konuyu başlatmak için ilk bakışta oldukça arabesk ya da halk dilinden konuşuyormuşçasına, moda tabirle “algı” yaratmak için kullanılan, zaman zaman estetik, zaman zaman absürt ifadelerle hedef şaşırtarak dolaylı anlatım biçimi. Ohuhuh sanırım becerdim)… 

Lacivertli bu konuda ustaydı… 

“Bu tozlu bozkır sana ne verdi” diyenler oluyor bazen… 

Hiçbir kültüre heves etmediğim, ne aradıysam bulduğum bir coğrafyaydı o tozlu bozkır. 

Babam kadar olmasa da atlarla dolaştım, coşkulu arkadaşlarımla ket düğünlerinde tozu dumana katıp haşeş’lerde ş’ağıbze’yi görüp horıbze’den kendimce dersler çıkardım. 

Daha da önemlisi, en güzel yıllarımı en güzel insanlarla geçirdim… 

“Uzunyayla”yı anlayabilmiş ve de anlatabilmiş olmayı umuyorum… 

  

Fotoğraflar: Çurmıt Sebahattin 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz